Tarih: Şubat 27, 2022 Yazar: Yorum: 0 yorum

Geçip giden zamanları bir yerlerde bulsam

 




Ankara deyince aklınıza ne gelir?

Benim?
Tamamını oku
Tarih: Ocak 22, 2022 Yazar: Yorum: 1 yorum

Son bir kez daha eseyim deli deli

 


Küçükken günübirlik denize giderdik. Deniz oturduğumuz yere bir saatlik uzaklıktaydı. O yüzden sabah gider akşam dönerdik. Çocukluk işte denizden çıkmazdık gün boyu. Akşam eve gelip yatağa yattığımda, yatakta bir o yana bir bu yana sallanır dururdum. Gözlerimi kapatır kendimi denizin ortasında hayal ederdim. Sallantı hissi o kadar kuvvetliydi sanki gerçekten vücudum sallanır gibi hemen uykuya dalıverirdim.

Çoğu zaman hep bir sonraki denize gideceğimiz günü hayal ederdim. İçimden, "Bir daha ki gidişimde şöyle yüzeceğim böyle yapacağım, bu sefer hiç denizden çıkmayacağım, denizin tadını daha fazla çıkaracağım." derdim. O anın tadını daha fazla çıkarmak için kendi kendime söz verirdim. Gerçekten de denize gittiğimizde bu düşüncelerim aklıma gelir, hemen kendime verdiğim sözleri yerine getirmeye çalışırdım. Ancak eve geldiğimde yaşadığım bu güzel anları hayal ettiğimde hepsi sanki bir rüya gibi gözüküyordu aklımda. Sadece bir "an"lık.
İşte ilk "farkındalık" deneyimlerim böyle başladı.
Daha sonraki yıllarda ise buna benzer zevk aldığım "yaşananlar" değişse de hayallerim hep bu tarzda oldu. Hoşlandığım ve yapmaktan haz duyduğum anların fakına varmak ve bunları daha çok bir farkındalıkla yaşamaya çalışmak.
Yıllar geçtikçe şunu fark ettim.
Geçmişte yaşadığım haz dolu anları hayal etmekle sadece zihnimde bir "akış" oluşturduğumu, ancak hiç yaşamadığım bir anıyı düşünerek oluşturduğum zihinsel hayalle, yaşadığım an için oluşturduğum akış arasında hiç bir fark olmadığını anladım. Yani geçen yıl gün batımında plajda yalın ayak yürüme anısıyla, hiç gitmediğim bir plajda yürüme hayalim arasında hiç bir "hissel" fark yoktu. Bunu fark ettiğim yıllardan sonra "hayal gücü" ndeki "güç" kavramının gerçekten gerçek gücü temsil ettiğini anladım.

Önder Güngör/ Ankara
Tamamını oku
Tarih: Ocak 15, 2022 Yazar: Yorum: 2 yorum

Ufo Aktüalite (*)

 (*) Başlık: Ruh ve Madde Dergisi' nin 1970' li yıllarda yayınlanan makale başlığı







Genç yaşlarımda UFO' lara çok meraklıydım. Aslında o zamanlarda UFO görmek beni tatmin edecek birşey değildi. Daha çok bir uzaylı görmek ya da bir uzay aracının içinde olmanın daha heyecan verici olduğunu düşünüyordum. Ancak gece karanlıkta yolda yürürken bir kedi bile görmek beni ürkütürken bir uzaylıyla gerçekten karşılaşma isteği de çok cesurca geliyordu bana.

Ruh ve Madde Dergisi' nin 1978 yılı Nisan, Mayıs ve Haziran sayılarında George Adamski ile yapılan röportaj dizisi var. Bu bölümlerden bazıları:

Soru: Uzaylılar materyalize ve demateryalize olabiliyorlar mı?
Cevap: Hayır, olmazlar. Eğer onlar materyalize ve demateryalize olabilecek yetenekte bulunsalardı metal uzay araçları yapma zahmetine niçin katlansınlar.

....


Soru:Bir uzaylıyla nasıl karşılaşabilir ve onların uzay gemilerinden birine nasıl binebilirim?
Cevap: Açıkçası bu soruyu cevaplandıramayacağım. Benim başımdan geçen benzer tecrübeleri olan kimselerden herhangi biri de bunu becerebileceğini sanmıyorum. Herhangi bir kimse için onlarla bir görüşme düzenleyebilecek durumda değilim. Hatta bun kendim için de yapamam.



Tamamını oku
Tarih: Ocak 13, 2022 Yazar: Yorum: 2 yorum

Anlatılmaz ama oradadır bütün dertler (*)

 

Eymir / ODTÜ / Ankara


Cumartesi sabahı elimde bir kitap. Her Şey Yolunda. Louise Hay & Mono Lisa Schulz

Pür dikkat alttaki satırları okuyorum.

"Kilo ve beden imajı sorunları olan insanlar vericiler ve yapıcılardır ve çoğunlukla aşırı derecede cömerttirler. Görünüşte, bunlar iyi niteliklerdir. Ancak, diğer üçüncü duygusal merkez sağlık sorunlarını çekenlerde olduğu gibi, kiloyla ilgili sağlık sorunları yaşayan insanlar genelde korku ve düşük öz saygısı tarafından yönetilirler. Onlar tüm enerjilerini diğer insanlara harcarlar ve kendilerine çok az enerji kalır. Onlar kimliklerini başkaları için ne kadar çok şey yapacaklarıyla tanımlar."

Öncelikle beni tanıyan arkadaşlarıma söylüyorum.  Bırakın pintiliği. Cömert olun benim gibi. Siz benim yemek yiyerek mi bu kiloları aldığımı sanıyorsunuz? Tabii ki hayır. Üstün meziyetlerimden dolayı kiloluyum.😆😇😅

İşin şakası, ilerleyen satırlardaki "Onlar tüm enerjilerini diğer insanlara harcarlar ve kendilerine çok az enerji kalır." cümlesi üzerine bir şeyler söylemek istiyorum. Maalesef bir çoğumuzun baş ağrısı bu. Başkalarıyla o kadar çok ilgileniriz ki kendimize ayıracak zamanımız kalmaz. Başkalarıyla ilgilenme sadece fiziksel ve bedensel olarak değil, çoğu zaman düşünsel olarak karşımıza çıkar. Gün boyu zihnimizi meşgul eder. Bütün enerjimizi emer de emer.

Bir insanın bu dünyadaki en büyük sorumluluğu kendisine karşı olan sorumluluğudur. Bu yüzden haydi bugün, hatta şimdi şu anda düşüncelerimizin farkına varalım ve kendimizle ilgili bir şeyler düşünelim. Bırakalım sağlıksız düşünceleri. Aklımızın tam ortasına kendimizi oturtalım. Her şey insanın kendisiyle başlar. Haydi.

Not : Başlık Candan Erçetin' in "Kırık kalpler durağında"  şarkısından alıntıdır. Şarkıyı ve bu güzel sözleri dinlemek istiyorsanız, aşağıda var.

Not: Yukarıdaki görsel benim bisikletim. Bisiklet candır.


Tamamını oku
Tarih: Ocak 06, 2022 Yazar: Yorum: 1 yorum

Mecburi Hizmetim - İlk karşılaşma

 

Sabah saat 08.30'da Sağlık Ocağının kapısından girdim. Çok yorucu bir gün olacağı kesindi. Çünkü bugün ilçenin pazarıydı. Köylerin hepsinden yüzlerce insan ilçeye gelecek, alışveriş yapacak ve muayene olmak yada ilaç yazdırmak için sağlık ocağına geleceklerdi.
Onlar benim çalıştığım sağlık ocağına hastane diyorlardı. Çünkü bu ilçede hastane yoktu. Zaten yollardaki bütün levhalarda H işareti vardı. Hastaneye gider yazıyordu altında. Dolayısıyla onlar için hastane anlamına geliyordu burası. Benim için ne anlama mı geliyordu; acillerin (ateşli hastalıklar, doğum, yaralanma, düşme, intihar, ateşli silah yaralanmaları, zehirlenmeler ve hatta ölümler....) hepsine ben bakacağım anlamına geliyordu. Tabii bir de hergün yaptığım poliklinik muayeneleri..
İçerisi çok kalabalıktı. Sabahın erken saatlerinde böyleyse bitmez bugün diye geçirdim içimden. Yapacak bir şey yok, bugünü atlatırsam yarın bundan daha iyi olacaktı , en azından köylerden gelenler olmayacak diye düşündüm.
Böyle günlerde günlük poliklinik sayısı 200'ü geçebiliyordu. 150 iyi bir sayıydı. Eğer 100 olursa harika olurdu.
Akşam saat 17.20'de son hastama baktım. Bugün şanslıydım. Çünkü gün içinde sadece muayene yapmıştım. Acil vaka hiç gelmemişti Bugün kimse kimseyi öldürmeye kalkmamış, hiç kimse birini ezmemiş, hiç kimse elini kolunu kesmemişti. Tahminlermin aksine çok iyi bir gün geçirmiştim.
Yorgun bir şekilde evin yolunu tuttum. Eve vardığımda üzerimdeki paltoyla yatağa attım kendimi. Burası benim öğrencilikten sonra tek kişi kaldığım ilk bekar evimdi. Sınırlı bir süre burada kalacağım için çok fazla eşya almamıştım. Bir çok eşyayı öğrenci evimden getirmiştim.
Zil sesiyle uyandım. Hemen saate baktım. Sadece 10 dakika uyumuş kalmıştım. Kapıyı açtığımda lisede öğretmen olduğunu bildiğim ancak pek tanımadığım biri vardı.
- Doktor bey sevk yaptırmam lazım. Yarın ildeki hastanede nörolojiye gideceğim.
- Tamam yarın sabah yaparız.
- Yok yarın sabah saat altıda gideceğim.
- Ama nasıl yapacağız ki sağlık ocağını az önce kapattık. Poliklinik defterine kayıt olmanız lazım. Kaşem yanımda değil. Üstelik mühürlenmesi lazım.
- Olsun sağlık ocağına gideriz yaparsınız.
- Tabii ki gider yaparız ancak mesai saati dışında sadece acillere bakıyorum.
- Ama benimki de acil.
Yapacak bir şey yok. Bu sevki yapmazsam akşam rahat uyuyamam. Çünkü keşke yapsaydım niye yapmadım diye kendimi yer dururum.
Saat 18.00 da sağlık ocağının kapısını açtık. Sevki yaptım. Poliklinik defterine kaydettim ve öğretmene uzattım. İçinden kesinlikle " Şuna bak beş dakikalık bir iş için söylemediğini bırakmadı sanki eline yapışacak bunların hepsi böyle" diye geçirdiği kesindi. Teşekkür bile etmeden kapıdan çıktı gitti. Nasıl olsa işi bitmişti. Ama olsun içim rahattı.
Eve tekrar döndüğümde saat 18.30 olmuştu. Onun için beş dakikalık iş benim içi tam bir saat sürmüştü.
Karnım çok acıkmıştı. Ancak o kadar çok yorgundum ki yemek yapacak halim yoktu. Canım patates kızartması isiyordu ama çok üşeniyordum. Son bir kuvvetle mutfağa gittim; poşetten patatesleri çıkarıp soymaya başladım. Tahtanın üzerinde parmak şeklinde hepsini doğradım. Kızarmış yağın üstüne attığım gibi üstümdekileri değişmeye gittim. Eşofmanımı giyip televizyonu açtım. Genelde mutfakta bir şey yaparken unuturum korkusuyla başından hiç ayrılamam. Patatesin başına geçtim.Yapışmasın diye ara ara karıştırıyordum. Tam o sırada kapının zili hızlı hızlı çaldı.
Bir kadın. Yanında 4-5 yaşlarında bir çocuk.
- Doktor bey bunun ateşi çıktı.
- Hımm.Peki. Ne zamandır ateşi var.
- Bir haftadır var doktor bey.
- Bir haftadır.?
- Gündüz işlerimiz vardı biraz. Pazara gittik. Anca işte doktor bey.
Çocuk olunca yapacak bir şey yok. Üstelik ateşi olduğu her halinden belli. Aceleyle üstümü değiştirdim. Çocuğun ateşi yüksekti. Böyle durumlarda şanslıysanız çocuğu muayene edersiniz. Çünkü çocuk hastalıktan dolayı halsiz yatıp uyumak istiyor ve siz gecenin bir saatinde boğazına abeslangı sokup tonsillerine bakmaya , kulağını muayene etmeye çalışıyorsunuz. Üstelik ateşini düşürmek için iğne yapacaksınız ve artık bu akşam bir daha çocuk size kendisini muayene ettirmeyecektir.
Çocuğun ateşinin düştüğüne emin olmadan eve gönderemezsiniz. Neyseki bir saatlik beklemeden sonra çocuğun ateşi düştü. Akşam kullanması gereken ilaçları reçete ettikten sonra sağlık ocağından ayrıldık.
Eve geldiğimde saat 21.00 civarındaydı. Açlıktan ayakta duracak halim yoktu. Mutfağa gittim. Allahtan evden çıkarken ocağın altını kapatmayı unutmamıştım. Patatesler tavadaki yağı çekmişlerdi. Sünger gibi olmuşlardı. Bir tanesin ağzıma attım. Çiğ. Hem de hiç pişmemişti. Ekmeğin arasına biraz peynir birazda domates. İşte bu akşamki yemeğim buydu.
Uydunun kumandası elimde rastgele basıyorum. Öyle yorgundum ki televizyon seyretmeyi bırak yatağa gidecek halim yoktu. Zırrrrrrrrrrrrrrrr. Bu seferki telefondu.
- Alo
-Doktor bey. Ben polis memuru Mehmet.
-Hayırdır.
-Yok bir şey doktorum. İki adam içki içerken kavga etmişler. Birinin elinde yaralanmış. Diğerinde darp var.
- Ne zaman geliyorsunuz.
-İşlemlerini yapıyoruz. Yarım saat içinde sağlık ocağında oluruz. Geçerken sizi alalım mı doktorum?
- Gerek yok ben giderim.
O zamanlarda arabam henüz yoktu. Tekrar giysilerimi değiştirdim. Dansöz gibi bir soyun bir giyin. Yürüyerek sağlık ocağına gittim. Bu arada da biraz ayıldım yoksa uyuyup kalacaktım beklerken.
Böyle durumlarda şahıslar için adli rapor yazma zorunluluğu var. Adli rapor yazmak çok zahmetli bir iştir. Çünkü hem muayene sırasında hem de yazı esnasında hiç bir şeyi atlamamanız gerekmektedir.
Yarım saat içinde kavga eden hastalar geldi. Birinin parmağında çok ciddi olmayan bir kesi vardı ama dikiş atılması gerekti. Alkol muayeneleri , dikişti derken bir saat geçti. Tekrar eve geldiğimde saat 23.00 civarıydı. Artık uyumalıydım. Çünkü yarın 08.30'da koşuşturma yeniden başlayacaktı. Pijamalarımı giydim ve hemen yatağa girdim. Yorgun olduğunda insan daha zor uyuyor. Ama ben kesin uyurum diye geçirdim içimden. Ancak zırrrrrrrrrrrrrrrr.
Bu seferki Jandarma Karakol Nöbetçi Astsubayı.
-Alo
-Doktor bey. Ben Mesut Başçavuş.
-Hayırdır.
-Valla çok hayır değil doktorum.
-Ne oldu?
- Yukarıdaki köyde bir kız kaçırma.Kızı kaçıranlarla aileler arasında kavga, darp. Ancak siz hemen hastaneye geçin bir de bıçakla yaralama varmış. Muhtar arabasıyla getiriyormuş. Biz de köydekileri alıp, karakola getireceğiz sonra onları da getiririz.
"Eyvah" diyebildim içimden. Kız kaçırmanın ne demek olduğunu bir çok kez tecrübe etmiştim. Üstelik bunda yaralama da var.
Gecenin bu saatinde yürüyemezdim. Beni almalarını isteyip,üstümü giydim ve jandarmanın gelmesini bekledim. Keşke biraz uyusaymışım yarım saat sonra geldi jandarma.
Sağlık ocağına gittiğimizde henüz kimse yoktu. 5 dakika sonra süratle bir araba sağlık ocağının bahçesine daldı. Sürekli korna basıyordu. Anlaşılan arabadaki gerçekten çok acildi. Keşke hemşirelerden birini de çağırsaydım diye geçirdim içimden. Askerlerin de yardımıyla içeri aldık hastayı. Hasta bir kadındı ve kafasından yaralanmıştı. Muhtarın bu telaş içerisinde anlattığına göre başına taşla vurulmuştu. Bıçaklanan hastayı sorduğumda muhtar benim haberim yok dedi. Büyük ihtimalle bıçaklandı denilen hasta buydu. Başını muayene ettiğimde orta büyüklükte bir kesi vardı. Hastanın genel muayenesinde bir sorun yoktu. Genelde baş ve yüz kesilerinde, kesi çok küçükte olsa büyük kanamalar oluyor ve hastada paniğe yol açıyor. Hastanın yarım saat içinde başını diktim. Korkusu ve paniği geçen hasta, sinirinden yerinde duramıyordu. Hemen köye geri dönüp kafasına taşla vuran kadını dövmek istiyordu. Ama o kadını jandarma çoktan yakalamış karakola bile götürmüştü. Olay karşılıklı bir kavga olduğu ve şikayetçi oldukları için darp olan hepsine adli rapor tutulması gerekiyordu. Üstelik bu ailelerin sağlık ocağında bir araya da gelmemesi gerekiyordu çünkü yeni bir kavgada burda çıkabilirdi. Yani bunlar gidecek sonra da diğerlerinin gelmesini bekleyecektim. Hastanın adli raporunu tuttuktan sonra jandarmayı aradım. Jandarma yarım saat içinde diğer şahısları da getiriyoruz dedi. Bu süre içerisinde eve gitmemin anlamı yoktu. Sağlık ocağında beklemeye karar verdim. Gecenin bu saatinde sağlık ocağı iyicene soğuk olurdu. Böyle zamanlarda hastalar için kullandığımız battaniyelere sarılır otururdum. Acaba biraz uyusam mı diye düşündüm ama kalkınca daha kötü olurum diye uyumaktan vazgeçtim.
Saat 02.30 'da Jandarma geldi. Yanında sekiz kişi vardı. Jandarma yeni bir olay çıkmasın diye hepsini bu gece nezarethanede bekletecekti. O yüzden hepsine adli rapor yazma zorunluluğu vardı. Saat 04.00'de işim bitti.
Yeniden evdeydim. Hemen pijamamı giyip yatağa attım kendimi. Artık uyumak istiyordum. Sağlık ocağında bayağı üşümüşüm yatak sıcacık gelmişti bana. Başım yastığa ulaşmadan havadayken uyumuştum. Saat 05.30 civarı kapının tıklamasıyla uyandım. Emin olmak için başımı yastıktan kaldırıp , tekrar dinledim. Evet biri kapıya vuruyordu. Ancak bu saatte genelde ya kapı yumruklanır ya da zil sonuna kadar basılırdı.Çok yavaş bir tıklamaydı ve hayret ben bu sese uyanmıştım.
Yaşlı bir adam. Soluk soluğaydı. Zorlukla nefes alıyordu. Astım krizi.
-Oğlum nefes alamıyorum.
-Tamam amca. Giyineyim hemen geliyorum.
-Ben sizi bekliyorum.
-Tamam. Geç içerde bekle amca.
Yaşlı adam yürüyerek gelmişti sağlık ocağına. Hava soğuktu ve tekrar yürüyerek sağlık ocağına gitmek mümkün değildi onun için. Bu soğukta dahada tıkanacaktı. Zaten o kadar zor nefes alıyordu ki çıkardığı hırıltı metrelerce öteden duyalabilirdi. Ne yapacaktım bilmiyordum. Ambulans şöförünü çağırsam gelmesi saatler sürerdi. Gecenin bu saatinde kimseyi de uyandıramazdım. Aklıma jandarmayı aramak geldi.
- Alo.
- Buyrun doktor bey.
- Ya benim çok acil bir hastam var gelip beni alabilir misiniz?
- Tabii hemen geliyoruz.
Böyle durumlarda jandarma yada polis çok yardımcı oluyorlardı.
Kısa bir süre içinde jandarma geldi. Amcayı sağlık ocağına götürmek zor olacaktı. Zaten orası da şimdi çok soğuktu.
- Amca sen burda bekle ben hemen geliyorum.
- Nereye doktor bey.
- Sağlık ocağından ilaçları alıp hemen gelicem sen bekle burda..
- Zahmet olucak oğlum bende geleyim.
- Yok amca sen bekle..
Jandarmanın arabasıyla sağlık ocağına gittik. Askerlerin yardımıyla oksijen tüpünü, ilaçları, serumları,askıyı vb.. herşeyi arabaya yükledik. Eve geldiğimizde amcanın durumu dahada kötüleşmişti. Hiç vakit kaybetmeden gerekenleri yapmaya başladım. İlk olarak amcayı salondaki çekyata yatırdım. Oksijeni ve serumu taktım...İlaçlarını yaptım. Yarım saat içinde amca biraz rahatlamıştı. Ancak daha fazla rahatlaması için ilaçların ve oksijenin devam etmesi gerekiyordu. Amcanın yanındaki koltuğa oturup, bacaklarımı uzattım. Artık ayakta duracak halim yoktu.
Yine zrrrrrrrrr....
- Alo
- Doktor bey orda mısınız?
(İçimden yok canım burda değilim , telefondaki de uzaylı demek geçti)
- Kaçakları yakaladık. Oradaysanız muayeneye getireceğiz diyordu telefondaki nöbetçi jandarma komutanı..
Evden çıkmadan önce bey amcayı son kez kontrol ettim. Serumunu biraz kısıp, oksijenini azalttım. Zaten kendisi iyice rahatlamış hatta uykuya bile dalmıştı.
Bir hemşireyi çağırdım muayene sırasında yanımda olması için. Yine adli rapor yazmam gerekiyordu.
Herşey bittiğinde saat 07.00'ydi. Artık uyumanın bir önemi yoktu. Zaten saat 08.30'da sağlık ocağında olmam gerekiyordu. Birden aklıma evdeki amca geldi. Jandarmadan beni acilen eve bırakmasını istedim.
Eve geldiğimde kapı ardına kadar açıktı. Ayakkabılarımla içeriye girdim. Amca yoktu. Oksijen tüpü kapalıydı ve mayi seti askıdan sarkıyordu. Odalara baktım kimse yoktu. Tekrar salona döndüm. Çekyatın üzerinde bir baston şemsiye vardı...

Bu olaylar başıma geldiğimde Kasım 1998 yılıydı. Asım Bey' le ilk karşılaşmamdı. Üç Ben hikayemde onu ikinci kez görmüş ama tanıyamamıştım. Yıllar sonra aynı baston şemsiyeyi Reşat bey' le karşılaşınca görecektim. (Baston Şemsiye) ve Reşat Bey bir kez daha karşıma çıkacaktı. (Şarkı Söyleyen Köpek)
Tamamını oku
Tarih: Ocak 04, 2022 Yazar: Yorum: 1 yorum

Rose Adası' nın İnanılmaz Hikayesi

Filmden bir görüntü

Bugün Netflix' te Rose Adası'nın İnanılmaz Hikayesi adında bir film izledim. Filmi izlemek istememin nedeni gerçek bir hikaye olmasıydı. Eğer gerçek bir hikaye olmasaydı ve filmi izlemeden önce konu hakkında araştırma yapmasaydım ilk 15 dakikasında filmi izlemeyi bırakırdım. 

Bu da gerçek Rose Adası görüntüsü

Diyeceksiniz ki sonuçta gerçek bir hikaye; senaristler ne yapsınlar, hikayenin orijinaline sadık kalarak senaryoyu yazmışlar. Evet doğru ancak bir adam çıkıyor (Giorgio Rosa) o güne kadar kimsenin hayal bile edemediği bir düşünceyle İtalya 'nın karasuları dışında bir platform inşa ediyor ve kendisini kurduğu bu mikrodevletin başkanı ilan ediyor. Gerçekten inanılmaz bir olay. 


Peki filmde bu olay nasıl anlatılıyor. Giorgio Rosa adında bir mühendis, kendi arabasını tasarlayıp yapıyor, yüksek bir mühendislik zekasına sahip, ancak babasıyla, kız arkadaşıyla sorunları var, iş hayatında başarısız, uçarı, kural tanımaz, ancak tanımadığı kurallar insanların daha iyi yaşamasına, daha özgür olmasına yönelik evrensel kurallar yerine kendisinin istediği bir hayatı yaşayamadığı kurallara karşı bir otoriteye baş kaldırma olarak anlatılıyor. 

Filmden bir sahne

Yani Giorgio Rosa kendi hayatındaki kurallara karşı gelmek için bir ada inşa ediyor. Bu adada istediği gibi davranıp, otoriteden uzak kalmak istiyor. Yıl 1968. Aynı yıllarda Beatles Revolution şarkısında We all want to change the world (Biz hepimiz dünyayı değiştirmek isteriz.) diyor, Avrupa ve Amerika' da, 68 kuşağının gençleri , daha iyi bir dünya inşa etmenin mümkün olduğunu haykırıyor.. ODTÜ' de Eymir Gölü' nde bir grup genç Barış Çeşmesi' ni yapıyor. Fransa' daki gösteriler Sartre üzerinde derin etkiler bırakıyor. 

Fransa' daki gösterilerde Sartre

The Doors çıkardığı Waiting for the Sun albümünde Unknown Soldier adlı şarkısıyla Vietnam savaşına gönderme yapıyor.  

The Doors Los Angeles 1968

Dünya kendisini sorguluyor. Her yerden daha iyi bir dünya sloganları yayılıyor. Aynı yıllarda İtalya' daki bir mühendis, dünyayı kasıp kavuran en önemli toplumsal başkaldırışın yaşandığı bu yıllarda, bir mikro devlet inşa ediyor ve bir kaçakçıyla anlaşıp adaya turistik geziler düzenliyor. Gerçi Giorgia Rosa her ne kadar filmdeki kıyafet ve giysileriyle biraz daha sofistike hale getirilmişse de adanın inşası sırasında çekilen orijinal Giorgia Rosa filmlerinde, Rosa kıyafetiyle tam bir iş adamı görüntüsünde. 

Giorgio Rosa - Adanın inşası sırasında takım elbiseli. Arkadaki sevgilisi. Film' de adaya inşaat halinde değil, yoğun ilginin arttığı dönemde geldiği senaryo edilmiş. Halbuki gerçek hayatta adanın inşası sırasında birlikteler.

Gerçek Rose Adası inşaatı

Rose Adasının İtalyan gemisi tarafından yıkılması (Gerçek resim)


Film biraz aşk, biraz özgürlük, biraz otorite karşıtlığı ile bu anlattığım basit olgudan öteye gidememiş kısır bir senaryo ile son buluyor. Giorgio Rosa' nın Birleşmiş Milletlere devlet başkanı unvanıyla başvurup kurduğu mikro devletin tanınmasını istemesi filmin en ilham verici ve etkileyici olayıydı. Tüm film boyunca etkilendiğim en önemli sahne ise İtalyan donanma gemisinin adayı bombalamadan önce, ada sakinlerinin el ele tutuşup adanın bombalanmasını engellemeye çalışmaları ve donanma gemisine alındıktan sonra  Giorgio Rosa' nın sevgilisinin "Sen dünyayı değiştirmek istedin. En azından denedin." demesiydi. Ancak filmin genelinde  Giorgio Rosa' nın dünyayı değiştirmek üzerine verdiği bir mesaj göremedim.

Canınız isterse izleyin. İstemezse de sorun yok.

Önder Güngör / Ankara / 28 aralık 2021






Tamamını oku
Tarih: Aralık 26, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Tek burun deliği nefesi ve alkol

Tek burun deliği nefesi ve alkol arasında bir ilişki olduğunu düşünüyorsanız yok. Ya da var.

Niye yazımın başlığı öyle bilmiyorum?

Çok içki içtiğim gecenin sabahı erken kalkarım. İçki uyutmuyor. Sabahın köründe dikiyor beni havaya.

Rahatlamak için tek burun nefesi tekniği ile nefes egzersizi yaparım. 

Normalde bir burun deliğinin hakim olduğu nefesi alış verişimiz vardır. 3-4 saat arayla bu nefes döngüsü değişir diğer burun deliği daha hakim hale gelir. Fizyolojik bir olaydır.


Bu yüzden tek burun deliği ile nefes tekniği geliştirilmiştir. Önce bir burun deliğimi burun kanatlarına parmağımla basarak kapatır diğer burun deliğimden yavaşça dörde kadar sayarak derin nefes alırım. Nefes aldığım burun deliğimi kapatarak diğer burun deliğimden sekize kadar sayarak nefesimi veririm. Sonra hemen nefes verdiğim burun deliğimden tekrar dörde kadar sayarak nefes alır nefes aldığım burun deliğimi kapatarak diğer burun deliğimden nefes verir ve yine nefes verdiğim burun deliğimden nefes alarak defalarca tekrarlarım.

Dediğim gibi çok içtiğimde bana iyi geliyor. Aslında içki de iyi geliyor. Zaten arkadaşlarım bu aralar çok içtiğimi söylüyorlar. Hiç biri neden içiyorsun demiyor.

Hemen aşağıya bir şarkı bırakıyorum.




Bir derdim var.



İlk içkiye başladığım günü hatırlıyorum. Küçükken içki sofralarında tadımlık yudumladığım içkiden bahsetmiyorum. İlk biramı alıp, gizlice içtiğim günden bahsediyorum. 1986 yılıydı. Küçükkuyu ile Göztepe arasında Mithatpaşa Caddesinden yürüdüğüm yıllardı o yıllar. O zamanlar Sahil Yolu yoktu. Mithatpaşa Caddesi' nde deniz tarafındaki apartmanların duvarlarına denizin dalgalarının vurduğu zamanlardı. Troleybüsler çalışıyordu. Konak Üçkuyular yönünde caddenin sol tarafından yürürdüm hep. Küçüklüğümden kalma alışkanlık. Sonraları hep soldan gittim. Taşı bile sol elimle attım. Küçükkuyu' dan bir iki durak sonra kayalıkların üzerine yapılmış bir park vardı. Adını hiç bilmiyorum. Bakkaldan bira alıp o parka gitmiştim. Bir birayı içtikten sonra kafam dumanlı Göztepe' ye doğru yürümüştüm. O günden sonra hep içtim. 



O ilk birayı içmeyecektim. Şaka şaka. İyi ki içmişim.


Tamamını oku
Tarih: Aralık 19, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Kemalpaşa-Pazar-Gürcistan

 Kendinden başka bir şeye ne kadar çok bağımlı olursan,
o kadar az mutlu olursun. Mutluluk kendine yetebilmektir. 

(Paulo Coelho)


Görsele dikkatli bakarsanız, yeşilliklerin arasında bir ev göreceksiniz. Bunun gibi yüzlercesi var. Nasıl ev yaptın oraya be abicim? Hadi yaptın nasıl iniyorsun nasıl çıkıyorsun oraya?

2016 yılının Eylül ayının son günleriydi. Sami, babası için aldığı arabayı Kemalpaşa' ya götürecekti. "Önder Abi ben memlekete gidiyorum. Hadi gel birlikte gidelim." dedi. Ne zamandır ben de gitmek istiyor bir türlü fırsat bulamıyordum. Planı yaptık. Çarşamba gününden 2 günlük yıllık izin aldım. 4 gün kalıp Pazar akşamı geri dönecektik. Perşembe sabahı erkenden yola çıkacaktık. Eşyalarımı hazırladım. Sami' nin muayenehanesine (Ankadent)  gittim.  Hastalar bitince Sami' lerin evine gidip sabah erkenden yola çıkacaktık. Asansörden inerken "Önder Abi senin eşyan hazır. Ben de eve gidince hazırlayayım. Niye sabahı bekleyelim ki akşamdan çıkalım." dedi. Öyle yaptık. Saat 22.30 gibi yoldaydık. Bastık gaza. Sabah çok erken saatte Trabzon' daydık. Önce Pazar'a uğrayacak, orda kahvaltı yapıp, öğleden sonra da Kemalpaşa' ya gidecektik. O yüzden sabahın erken saatinde kimseyi uyandırmamak için hava aydınlanıncaya kadar bir benzin istasyonuna park edip, arabanın içinde uykuya daldık. Uyudum mu bilmiyorum ama iyi üşüdüğümü hatırlıyorum. 

Yol boyunca yağmur yağdı.



Karadeniz bildiğiniz gibi. Her tarafı yeşil. Yolculuğumuz yağmurla geçti. Burada yağmur başladı mı günlerce sürüyormuş. Şansımıza güneşi gördüğümüz günler de oldu.




Arkadaki arabalar bizim. Trabzon' da bir arkadaşımızın yeni aldığı arabayı aldık. Dönüşte Ankara' ya getireceğiz onu. Bizim için iyi oldu. Arabayla gittiğimiz yolu arabayla döneceğiz. Of tabelasına ait görseli büyütürseniz +1 inci kişiyi görürsünüz. Burası Karadeniz...

Öğleden sonra Kemalpaşa' ya vardık. 

 Sami de atmacaları seviyor. Ben elime almaya korktum. Isırır mısırır.


Buralarda atmacacı olmayan adam yok. Sohbetler hep atmaca üzerine. Önce küçük bir böcek sonra küçük bir kuş, o kuşla da göç eden atmacaları yakalıyorlar. Böcek, dana burnu. Küçük kuş ise, örümcek kuşu. Dağda ağlarla tuzak kuruyorlar. Tente denilen yerde günlerce atmaca geçmesini bekliyorlar.

Tente

Sami' nin babası da iyi atmacacı. Günlerce burada oturup atmacanın geçmesini bekliyor. Biz de biraz bekledik ama atmacanın bugün geçmeye niyeti yoktu.

Tente' nin olduğu yerden Kemalpaşa manzarası harika. Ben aşağıdaki görseli çektiğimde Kemalpaşa henüz ilçe olmamıştı. Bir yıl sonra ilçe olacaktı.

Ağlar atmaca için. 

Allahtan tentenin oraya gittiğimizde yağmur durdu. Ancak her yer çamur. Onlar alışık hoplaya zıplaya dolaşıyorlar. Ben kayıp, popo üstü düşmemek için bir adımımı 10 dakika düşünerek atıyorum. 

Bu harika doğanın ortasında, yılar önce Dr. Deppak Chopra' nın Büyücünün Yolu kitabında okuduğum, bir şiir geldi aklıma.

''Ne olurdu uyusaydın, 
 Ve ne olurdu
 uykunda
 rüya görseydin?
 Ne olurdu
rüyanda
cennete gidip
garip güzel bir çiçek koparsaydın?
Ne olurdu
uyandığında
çiçeği elinde bulsaydın?
Ya sonra ne olurdu?''


Tellerin altındaki damlalar.

Yazımın başında burası Karadeniz demiştim ya. İşte o durumlardan biri daha. Yol tıkalı.


Yürüyerek gittik baktık.



Yağmurdan dolayı tepede gevşeyen kayalar yolda giden bir minibüsün üzerine düşmüş. Allahtan hiç kimseye bir şey olmamış. Ucuz atlatmışlar.



Yolun açılması için bir saat kadar bekledik. Daha sonra yaylalara doğru döndük.



Hepsi aynı yöndeymiş sorun yok. 😅


İşte bu olmadı. Ne tarafa gitsek ki? 😇


Abu Deresi' nin yanındayız. Derenin karşısında Sami' nin halasının evi var. Masadaki biranın biri benim.

Sami, bu derenin eskiden daha derin olduğunu yüzmeyi bu derede öğrendiğini anlattı. 



Abu deresi yüzülecek bir dere gibi gelmedi bana ama Sami' nin anlattığına göre yazın böyle olmuyormuş.



Yemek yediğimiz yerin hemen yanında alabalık tesisi vardı.



Abu Deresi üzerinde bir köprü. Bu köprünün hemen altında bir zincir sarkıyor. Kilit taşına bağlıymış. O kilit taşını çıkarırsan köprü yıkılırmış. 

Dere çevresinde çok fotoğraf çekildik. Bir tanesini bıraktım aşağıya.




Kilit taşına bağlı zincir.

Serender

Evet bu da serender. Serender, eskiden yiyecekleri saklamak ya da mısır kurutmak için  kullanılıyormuş. Evden bağımsız bir alan olarak yapılıyormuş. Amaç yiyecekleri korumak. Alttaki resimde dört ayağın her birinde fare tırmanması için özel bir tahta olduğunu göreceksiniz.



Bir akşam üstü yanımda getirdiğim kitabı deniz kıyısında okuyorum. Ruhsal Dünyaya Uyanış

(Doğrudan Bilgeliğe Giden Şamanik Yol) Sandra Ingerman & Hank Wesselman

"YÖNLERLE ÇALIŞMAK
Bölgenin ruhu ve Doğanın ruhuyla çalışma yapmanın bir parçası da yönleri onurlandırmaktır. Pek çok şaman bir seremoniye başlamadan önce doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi ve altımızdaki yeryüzü ile üstümüzdeki gökyüzünü onurlandırır.
Farklı şamanik kültürlerde her yönün farklı bir anlamı vardır. Örneğin, şamanlar genellikle doğu­yu, güneşin doğduğu yönü onurlandırarak seremoniye başlar. Yerli kültürlerde güneşin nasılsa her gün doğacağı gibi bir varsayım asla söz konusu olmaz. Bu nedenden dolayı, yerli halklar güneşi her gün hoşça karşılar, selamlar ve vereceği hayat için ona teşekkür ederler. Seremoniler de bu anlayıştan dolayı doğuyu onurlandırarak başlar.
Bazı şamanik gelenekler bilgeliğin gücü için kuzeyi ve güçlü bir korunmanın, gözetmenin gücü için de güneyi onurlandırır. Batı ise güneşin battığı yön olarak onurlandırılır. Başka kültürlerde de yön­lere hayatın farklı nitelikleri atfedilir. Yönlerin temsil ettiği nitelikler konusunda kültürlerarası bir mutabakat yoktur.
Yeryüzü, bereket ve bolluk içindeki hayat için; gökyüzü ise gü­neş, yıldızlar, gezegenler ve şamanların yardım almak için çağrıda bulundukları hem yeryüzü, hem de gökyüzündeki ruhlar için onur­landırılır."

Ben de buradaki doğayı, denizi, ağacı, kuşu, börtü böceği onurlandırmak için derin bir nefes alıp teşekkür ederim diyorum.








Sonra geri döndük.




Bu da Sami' nin teknesi. Pazar' dayız. Fark ettiyseniz yağmur yok ve hava güneşli. Deniz durgun. Ne yaptık peki? Tabi ki balığa çıktık. Açık denizde dalga vardı. Dalga tekneyi kaldırıyor Pazar' ı görüyorduk. Dalganın içine  düşüyoruz Pazar gözden kayboluyordu, sadece denizi görüyorduk. Tutturdular, bu dalgada deniz seni tutar diye. Dedim yoo iyiyim. Yok deniz seni tutacak. İyiyim kardeşim. Yok tutacak. Tutmayacak tutacak derken. Dedim beni geri götürün. Beni limana bırakıp daha ilerilere açıldılar. Akşam geldiklerinde duydum ki Sami' nin kuzenini deniz tutmuş. Ohhh iyi olmuş dedim.

Pazar

Bunlar da tutukları balıklar. Akşam rakıyla götürdüler. Rakı sofralarının en aranan adamıyım. Vejetarjan olduğum için masada bir kişi eksik gibi oluyor. Balıklar ve etler bir eksik sayıya bölünüyor. Rakı ve biraz peynir bana yetiyor.



Okla gösterdiğim ev Pazar' da Raba (Gaba) ya da ona benzer bir şey dedikleri yerde kaldığımız ev.



Alttaki görselde kaldığımız evden sahilin görünüşü. Eskiden -sahil yolu yapılmadan önce- burası denizin dibindeymiş. Şimdi baya içerilerde.


Buraya kadar gelmişken Gürcistan' a da geçelim dedik. Zaten Kemalpaşa' daki herkes günübirlik Gürcistan' a gidip geliyormuş. Yöre halkı benzini bile oradan alıyormuş. Şimdilerde nasıl bilmiyorum.

Ben devlet memuru olduğum için geçişte bizim taraftaki gümrük çalışanlarına iş yerinden aldığım "yurt dışına çıkabilir" belgesini gösterdim. Kontrollerden sonra yürüyerek Gürcistan' a geçtik O tarafta da işlemler hızlı oldu. Bir taksi kiraladık. Bizi Batum' a götürdü. Birkaç saat sonra gelip almasını söyledik. Yolda giderken Efes birası aldık. Bunu nerede içebiliriz diye sorduk şoföre. Burası Gürcistan istediğiniz her yerde içebilirsiniz dedi. Yürüyerek içebilir misiyiz dedik. Sorun yok dedi. Elimizde biralarla Batum sokaklarında dolaştık.



Sarp Kapısı ilk açıldığında halk daha fakirmiş. İlk yıllarda Batum' u görenler yıllar sonra gittikten sonra Batum' u daha gelişmiş, daha güzelleşmiş buluyorlarmış. Yakında bizi ikiye üçe katlar bunlar  diyorlar. 

Eskiden kızım için Gürcü bir yardımcı tutmuştuk. Kutayisi'den gelmişti. 3 yıl boyunca yatılı olarak bizde kaldı. Lari lirayla aynı değerdeydi. 500 dolar veriyorduk aylık. Dolar 1.4 TL idi. Son dolar yükselişinden sonra şimdi onlar bizi yardımcı olarak tutacak düzeye geldiler. Biz yukarıdaki anıtın önünde fotoğraf çektirirken, para karşılığı fotoğrafımızı çekebileceklerini söylediler. Biz de gerek yok dedik. Şimdi gitsek yüzümüze bakmazlar. Ben bu yazıyı yazarken 1 Lari, 5,32 TL idi.1 dolarda 16,42 TL. Vay be....








Hava yağmurlu olduğu için çok fazla kalmadan sınıra geri döndük.





Dahası da var....

Önder Güngör







Tamamını oku