Tarih: Kasım 30, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Kendinden de bir şey eksilmez.

 



Ölmek üzere olan yaşlı bir baba, yatağının başına üç oğlunu çağırarak onlara vasiyette bulunur.


- Oğullarım ben ölünce, birbirinize düşmemeniz için, size sahibi olduğum 17 deveyi paylaştırmak istiyorum. Miras olarak develerin yarısını büyük oğluma, üçte birini ortancaya, dokuzda birini ise küçük oğluma bırakıyorum.

Babalarının ölümünden sonra, mirası babalarının vasiyeti uyarınca paylaşmak üzere kardeşler bir araya gelirler. Fakat bir türlü işin içinden çıkamazlar. Çünkü 17 sayısı ne ikiye, ne üçe, ne de dokuza bölünebilir.

Bu işin üstesinden ancak köyün tecrübeli ehli, yaşlı bilgesi gelir, diye düşünüp ona giderek danışırlar.

"Benim bir devem var onu da alıp yeniden hesap yapın" der. Bu cömertliğe çok şaşıran oğullar, 18 deveyi pay etmeye girişirler. Önce ikiye bölerler, büyük oğul 9 develik payını alır. Sonra üçe bölerler, çıkan 6 deveyi de ortanca oğul alır. Daha sonra dokuza böldüklerinde 2 deveyi de küçük oğul alır. Ama, bütün develeri paylaştıktan sonra ortada fazladan bir deve kalır yine..

Oğullar bu duruma da çözüm getirmesi için, yeniden yaşlı bilgeye başvururlar. Bilge kişi güler ve:

"İyi öyleyse" der. "Sorununuz çözümlendiğine göre ben de devemi geri alabilirim artık."

Bilge kişi bu hikayede tıpkı "bilgi" gibi katalizör olarak olaya girer, çözümü sağladıktan sonra olaydan çıkar.

Sorunu çözmede insanlara yardımcı olur, ama kendinden de bir şey eksilmez.


Alıntıdır.
Tamamını oku
Tarih: Kasım 25, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Uzayda ne var ki?

 



Sabah 07.30’ da Mevsim’ i okuluna bıraktım. Kapıdaki güvenlik ateşini ölçtü. 35.3 dedi. O sırada okul görevlilerinden biri yerde birikmiş su birikintisini süpürüyordu. Güvenlik görevlisi;

“Abi sen ne yaptın? Bir yerdeki suyu başka bir çukura süpürdün, dağıtacaktın o suyu.” dedi.

Görevli biraz geriye çekilip, yaptığı işe baktıktan sonra “Oldu, oldu.” dedi.

Güvenlik görevlisi haklıydı.

Arabayı iş yerinde her zamanki sokağa park ettikten sonra Metin Oktay Park’ ına doğru yürüdüm. Yolda orta yaşlı sarışın bir kadın bağırarak “İpini yakalar mısınız?” diye seslendi. Baktım, bir sokak köpeği bana doğru koşuyor. Köpek iri yarı. Üstelik sokak köpeği. Sonradan tasmasını fark ettim. Köpeğe elimle “Gel gel.” diye işaret ettim. Köpek yanımdan daha hızlı koşarak geçti gitti. Kadın topallayarak yürüyordu. “Düştünüz mü?” diye sordum. “Evet” dedi. “Köpek mi çekti?” dedim. Cevap vermedi. “Geçmiş olsun.” diyerek yoluma devam ettim. O köpeği yakalamak için kadına yardım etme cesaretini kendimde bulamadım. O da öyle bir yardım istemedi zaten. Muhtemelen barınaktan alınmış bir köpekti. İri yarı ve sert bakışlı olmasına rağmen yanımdan zıplayarak geçişi çok şirindi. Çayıra salınmış atlar gibi zıplaya zıplaya kaldırımda kırıtıyordu. Barınaktan ya da sokakta terk edilmiş  köpekleri evlerine alan insanlar bana toplumun bir tık üstündeki insanlar gibi geliyor. İçimden kadına teşekkür edip Metin Oktay Park’ ına daldım. Bir, iki tur sonra iş yerine.

Masama oturup, radyomu açtım. Önümde sayfaları açık olan kitaptan birkaç satır okudum ki,  içeriye kat görevlisi daldı. Yerleri paspaslıyordu. “Hava nasıl hocam.” diye sordu. “İyi gibi ama parkta yürürken biraz üşüdüm.” dedim. “Hocam aslında havada kar havası var. Dün gece yağar diye çok bekledim ama yağmadı.” dedi. “Bu yıl kuraklık olacakmış.” dedim. “Hocam herkesin biraz dikkat etmesi lazım yoksa dünya bitecek.” dedi. “O yüzden Mars’ta koloni kurmaya çalışıyorlar ya.” dedim. “Hocam kursunlar ben gitmem.” dedi. “Zaten seni beni götürmezler. Sadece zenginler gider. Geri kalanlar dünyada kalır. Zengin dediysem de öyle böyle değil. Türkiye’ nin en zengini bile onlara göre fakir kalır.” dedim. “Olsun ben gitmem.” dedi. “Hem hocam uzayda ne var ki gideyim? “ dedi. Düşündüm. Doğru söylüyordu. “Bildiğimiz uzayda ne vardı ki?”

O sırada önümde açık olan kitabın sayfalarından az önce okuduğum satırlar aklıma geldi. Prana olayının anlaşılması çok zordur, çünkü Prana ne oksijen ne de havadır. İnsan nefesini tutarak bir süre yaşayabilir. Yoga teknikleri sayesinde insan saatlerce nefessiz kalabilir. Bu sırada organizmanın doğasında olan Prana yaşamı desteklemektedir. Bununla birlikte Prana olmadan insan bir saniye bile yaşayamaz. Prana sözcüğü, “kozmik enerji”, “evrensel enerji”, veya “yaşam enerjisi” anlamında kullanılmaktadır.” Akif Manaf / Nefes Sanatı

 

Önder Güngör /25 Kasım 2021 /Ankara /Bahçelievler

 


Tamamını oku
Tarih: Kasım 21, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Üç Ben

1992 yılının Aralık ayıydı. O zamanlar kışlar daha bir soğuktu sanki. Kalın paltom üzerimde üşüyerek gidiyordum tiyatro salonuna. Hafiften kar yağıyordu. Tiyatro salonu kaldığım yurda yakındı. Numune Hastanesi ile Hacettepe FTR binasının arasındaki meydandan Gençlik Parkı'na doğru yürüdüm. Bu yolu hiç sevmezdim. Hem yaya trafiğine uygun değil, hem çok karanlık, hem de yolun aşağısında EGO otobüslerinin ilk duraklarının olduğu daha köhne bir yola çıktığı içindi.



Tiyatro binasına girmeden önce üzerimdeki karı yere döktüm. İçerisi sıcacıktı. Sarı ışıklar her tarafı sapsarı yapmıştı. Herkes gibi beklemeye başladım.
Oyun 20.15 te başlayacaktı. Daha yarım saat vardı. Duvarda camekan içinde oyunla ilgili sahnelerin olduğu fotoğraflar ve oyuncular hakkında bilgiler vardı. Bunları her gittiğim oyunda , oyuna girmeden önce mutlaka okurdum. Yine öyle yaptım. Daha sonra etrafı seyre daldım. Orta yaşlı bir adam vardı. Çevresinde 5-6 kişi onu dinliyordu. Ne konuştuklarını merak edip yavaşça onlara doğru yaklaştım. Fakat ne kadar yaklaşırsam yaklaşayım hiç bir şey duyulmuyordu. Ancak tiyatro binasına giren herkesin adamla selamlaştığını fark ettim. Adama karşı olan dikkatim daha da arttı. Evet. Herkes mutlaka bu adama merhaba diyor ya da kısa bir konuşmaya dalıyordu. Herhalde çok tanınan bir adam diye düşündüm. Yüzünü tekrar inceledim. Bildiğim siyasilere benzemiyordu. Sanırsam bürokratta değildi. Çünkü hiç bir bürokrat başında fötr şapkası ile dolaşmazdı. Belki tiyatrocudur diye düşündüm.
Oyuna on dakika kalmıştı ama arkadaşlarım henüz daha gelmemişlerdi. Sekiz kişi olacaktık. Hayret hiçbiri de yoktu. Belki de hepsi buluşup , gelecekler diye düşündüm. Tekrar adama odaklanmıştım. Şimdi de çevresindekiler ona bir şey anlatıyorlardı. Adam onları dinliyor ve neşeli tavırlarla karşılık veriyordu. O kadar dalgın bir şekilde gözümü dikmişim ki, bir anda hepsinin dönüp, bana baktığını fark ettim. Çok utandım. Hemen duvardaki yazıları okuyormuş gibi yaptım. Kontrol amaçlı tekrar baktığımda, eski sohbetlerine devam ederlerken görüp, bir "oh.." çektim. Nerede kalmıştı bizimkiler....Son beş dakika ..Ama ortalıkta kimse gözükmüyordu. Duvarda bir telefon asılıydı. Cebimden bir jeton çıkarıp , arkadaşlarımdan birini aradım.
"Alo. Oya?"
"Efendim"
"Kızım neredesiniz? Oyun başlamak üzere daha evden çıkmadınız mı?"
"Yoooo.."
"Niye?"
"Olum sen bugün aradın ya.. Bugün tiyatroya gitmiyoruz. Biletler yarınaymış. Ben size yanlış söylemişim dedin. Hatırlamıyor musun?"
"Kim.? Ben mi? Ne?"
Tam o sırada tiyatro salonunun kapıları kapanmak üzereydi. "Ben seni ararım. " deyip, koşarak salona girdim. Yerimizi buldum. Beş kişilik boş yer. Çok kolay buldum. Oyun başlamıştı ama benim aklım halen daha telefonda konuştuklarımızdaydı. Allah allah. Nasıl bir iş bu böyle. Ben kimseyi aramamıştım.
Oyunun on dakikası geride kalmıştı ama daha bir kelimesini bile dinlememiştim. Ben ne zaman aradım? Yalan söylüyor. Ama peki o gelmedi. Ya diğerleri.. Onlar niye gelmedi?
Birden salondan gelen yüksek sesle irkildim. "Evlat!"
Ses sahneden geliyordu. Dikkatimi biraz daha yoğunlaştırarak sahneye baktım. Bekleme salonundaki adam sahnedeydi. Demek ki tiyatrocuydu. Ondan herkes onu tanıyordu. Adam tekrar bağırdı. "Evlat!"..Neee..Adam bana bağırıyordu...
Evet bana bağırıyordu. Bütün salonda bana bakıyordu. Dondum kaldım. Allahım ne olmuştu? Ne yapmıştım ben ki adam oyununu bırakmış bana bağırıyordu?
Tekrar yüksek bir ses. "Evlat ne düşünüyorsun öyle? Arkadaşlarını niye telefonla arayıp, oyunun yarın olduğunu söylediğini mi düşünüyorsun?"
Buz gibiydim. Adam düşüncelerimi mi okuyordu? Neler oluyordu?  Bir sahnedeki adama, bir de salondaki bana bakan insanlara bakıyordum. Yahu. Neydi bu başıma gelenler?
Adam sahneden indi ve bana doğru yaklaştı. Sıranın en başına geldi. Eliyle işaret etti. Ben de hiç sorgulamadan aralardan geçerek adamın yanına geldim. Oyun tamamen durmuştu. Oyuncuların hepsi sahneden inmişlerdi. Seyirciler , herkes ayaktaydı.
Titrek bir sesle..
"Ben ben bir şey yapmadım ki..." diyebildim.
Adam kolunu omzuma attı.
"Hayır evlat hiç bir şey yapmadın." dedi ve devam etti. "Bak buradaki herkes Türkiye'nin çeşitli yerlerinden sadece seni görmeye geldiler. Bizler gerçek oyuncularız. Sahnede oynamıyoruz." dedi.
Başımı kaldırıp, etrafa bakındım. Herkes gülümseyerek bana bakıyordu. Kocaman bir halka oluşmuştu çevremizde. Bayan, erkek, çocuk, yaşlı herkes çevremizdeydi.
Adamın kolu omzumda, kapıya doğru yürüdük. Kapının önünde yaşlı bir adam kapıyı açtı bize. Beyaz saçlı, kırışık suratlı ama çok dinç görünümlü ihtiyar adam. Gülümsüyordu. Daha sonra birçok kez çıkacaktı karşıma bu adam.
Önce salondan sonra da tiyatro binasından dışarı çıktık. Kabanım içeride kalmıştı ama soğuk havaya rağmen hiç üşümediğimi farkettim. Hatta tatlı bir sıcaklık hissediyordum. Yavaş adımlarla Hacettepe'ye doğru yürümeye başladık.
"Evlat. Seni hep izledik. Yıllarca. Ama bugün izleme bitecek. Ancak bu sana bağlı. Eğer başarırsan artık seninle daha yakın bir ilişkide olacağız." dedi.
"Siz kimsiniz? Beni niye izlediniz? Ben hiç bir olaya karışmadım. Sadece okuluma gidiyorum." dedim.
Yüksek sesle güldü. İtfaiye Meydanına giden sokağa doğru döndük. Sanki kaçmamdan korkuyormuş gibi kolu halen daha omzumda bana sıkıca sarılmış haldeydi.
"Soldaki yol daha yakın benim için. Hem buraları bu saatte çok tehlikeli olur." dedim.
Adam hiç ses vermeden sessizce yürümeye devam etti.
"Sen istemeden başına hiçbir şey gelmez." dedi.




Aniden yolda üç tane genç belirdi. Birbirleriyle kavga ediyorlardı. Üçü de aşağı yukarı aynı boy ve aynı yapıdaydılar. Adama dönüp, bir şey söylemek istedim. Başıyla işaret edip sadece izlememi söyledi. Beni kolunun kuvvetiyle kavga eden adamlara daha da yaklaştırdı. Artık adamları daha net seçiyordum. Biri yerde yatıyor ve başını korumaya çalışıyordu. Diğeri de ayakta yerde yatan bu adamı tekmeliyordu. Üçüncüsünün elinde silah vardı. Sanki ikisini de vuracakmış gibi silahını onlara doğrultmuştu. Biraz daha yaklaştık. Aman allahım. Bu gençlerin üçü de Ben'dim. Kalbim heyecanla çarpamaya başladı, aynı anda yerde yatan adamın korku dolu hislerini hissetmeye başladım. Sonra da ayakta tekmeleyenin sinirini. En son olarak elinde tabancası olan adamın hisleri . Hepsi değişerek bedenimi sarıyordu. Yanımdaki adama baktım. Beynim çatlayacak gibiydi. Tekrar izlemem için işaret etti. Kafamı çevirdiğimde kavga edenler yok olmuştu. Üç genç ve üçü de bendim. Öldüresiye dayak yiyiyor, öldüresiye dövüyor ve gerçekten öldürmek için bekliyordum.
Soluk soluğa kalmıştım. Yutkundum. Adam panik halimi anlamıştı. Tekrar yürüdük. Yolun sonuna geldiğimizde durduk.
"Buradan sonra yalnız gideceksin." dedi.
Korkumu hissederek.
"Korkma bir şey olmayacak. Ancak senden bu akşam bir şey yapmanı istiyorum. Odana gidip, uyuyacaksın. Sabah kalktığında bu SENlerden hangisi olacağına karar vereceksin. Bu verdiğin karara göre seni ya izlemeye devam edeceğiz ya da bizden biri olacaksın."dedi.
Sonra devam etti.
"Kararını bize söylemene gerek yok. Biz onu hissedeceğiz." dedi.
Allahım neydi bu başıma gelenler. Ne tiyatroydu ama. Üç ben.
Akşam korku içerisinde uyuyacağımı zannediyordum ama çok tatlı bir uyku uyudum. Kendimi hiç bu kadar güvenli hissetmemiştim. Huzur içinde uyandım. Sabah kalktığımda kararımı çoktan vermiştim. Dün akşam tiyatroda unuttuğum paltom odamdaydı. Paltomu giydim ve okula doğru yürümeye başladım. Evet kararımı çok an vermiştim. Bir çocuk gibi sevinçliydim. Dün akşam o sokaktaki benlerden dördüncü olanını seçtim.
Zaten o günden sonra tiyatroda gördüğüm insanlarla hep karşılaşacaktım.


Önder Güngör / Ankara / 2008
Tamamını oku
Tarih: Kasım 18, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Hayatımızdaki kontratları değiştirirsek....

Gözümü açtığımda saate baktım. 06.50 . Yataktan çıkmak için ideal bir saat. Sağıma dönüp Gamze'ye baktım. Yatakta yok. Hayret benden önce kalkmış. O da ne?. Burası bizim yatak odamız değil ki? Heyecanla yataktan fırladım. Odayı bırak ev bizim evimiz değil. Panikle odadan çıktım. Evet bu ev bizim evimiz değil. Hızla odalara girip çıktım. Evde benden başka kimse yoktu. Aman allahım benim ne işim var bu evde. Yatak odasına geri döndüm. Etejerin üzerinde bir cep telefonu vardı. Telefon benim değildi. Hemen oradan Gamze'nin telefonunu aradım. Gamze'nin sesi...

- Alo aşkım nasılsın? 

-Buyurun kimsiniz? 

-Aşkım ben. 

-Siz kimsiniz beyefendi?

Bu da ne demek ya...

-Gamze'cim neredesin? 

-Beyefendi siz kimsiniz? 

-Aşkım benim. Önder.

-Kardeşim sapık mısın nesin? Bir, bana aşkım deme. İki, ben evli değilim. Önder diye birini de tanımıyorum. Yanlış aradınız?

Çat! Telefon kapandı.

Herhalde dün akşam burada kaldığım eve gitmediğim için bana çok kızgın diye düşündüm. 

AMA BENİM BU EVDE NE İŞİM VAR?



Gamze'nin annesini aradım?

- Alooo damadınız konuşuyor? 

- Ne damadı evladım? 

- Ben Önder? - Önder. Hangi Önder. Tanıyamadım. Oğlum yanlış aradınız galiba benim kızlarım bekar? Önder diye birini de hatırlayamadım.

Acaba yanlış mı aradım? 

- Büyük kızınız Gamze değil mi? 

- Evet. 

- İşte ben onun kocasıyım. 

- Tövbe estağfurullah. Oğlum yanlış aradın. Kızımın ismi Gamze ama benim kızım hiç evlenmedi.

Aman allahım neler oluyor? Çıldırdım herhalde diye düşündüm. Evi biraz dolaştım. Evin her yerinde benim fotoğraflarım vardı. Üstelik fotoğraf çektirdiğim kişilerin hiç birini tanımıyordum ve bu fotoğrafları nerede çektirdiğimi de hiç hatırlamıyordum. Daha önce hiç gitmediğim yerlerde fotoğraflarım vardı. Bu evde ne işi vardı o fotoğrafların? Asıl benim ne işim vardı?

Mutfak dağınıktı. Masanın üstünde bir adet tabak vardı. Kirlilerin hepsi lavabodaydı.

Kapı çaldı.

- Ekmek ister misiniz Önder Bey? 

Aaa bu adam beni tanıyordu. 

- Beni tanıyor musunuz? -

 Anlamadım? Kaç ekmek vereyim?

Bu adamdan ben niye buradayım, ne oldu vb.. şeyler öğrenmeliydim.

- Baksanıza siz bu apartmanda görevlisiniz değil mi? 

- Önder Bey şaka mı yapıyorsunuz. Ben 5 yıldır bu apartmandayım. Siz iyi misiniz? 

Siz iyi misiniz lafını siz manyak mısınız? der gibi sordu ama...onunla uğraşacak halde değildim. 

- Sana bir şey soracağım ben bu apartmanda kaç yıldır oturuyorum.? 

- Vallahi ben bilmem abi siz daha iyi bilirsiniz? Ben geldiğimden beri burada oturuyorsunuz?

Yuhhh. Demek ki burası benim evim. Ben kesin kafayı yedim.

- Peki Gamze Hanım'ı gördün mü? Galiba biraz erken çıkmış? 

- Gamze Hanım da kim abi?

Yok bir şey tamam deyip kapıyı kapattım. Allahım çıldıracağım galiba. Sabah bilmediğim bir evde uyanıyorum. Karım beni tanımıyor. Annesi beni tanımıyorum. Ömrümde ilk kez gördüğüm bir adam beni 5 yıldır tanıdığını söylüyor. Ne koydunuz benim içkime.....

Aklıma bizimkileri aramak geldi. 

- Anne naber? 

- Buyurun evladım Kkmi aradınız? 

- Anne ben Önder? 

- Evladım yanlış aradın?

Gamze'nin kardeşini denedim.

- Arzu'cum ben Önder Abi'n nasılsın? 

- Kim anlamadım. 

- Enişten len manyak. 

- Pardon yanlış oldu. Benim ablam evli değil ki? Siz yanlış Arzu'yu aradınız galiba. Hem manyak sizsiniz?

Telefon kapandı. Hayret. Onlarda beni tanımıyorlar. Çok ilginç. Hangi boyuttayım ben. Hayatımdaki hiç kimse beni tanımıyor ama hepsi yerli yerinde. Telefonları aynı,sesleri aynı, isimleri aynı , akrabalıkları aynı. Yerinde olmayan bir tek benim herhalde.

Nasılsa benim evim. Buzdolabını açtım. Ayak üstü kahvaltı yapıp, işe gideyim diye düşündüm.

Benim olmayan ama bana ait olduğunu düşündüğüm elbiseleri giydim. Hepsi tam uydu.

Montu giydikten sonra aklıma bir şey takıldı. Peki işe neyle gidecektim. Arabam yerinde duruyor mu acaba?

Holde bir çanta vardı. Benim çantam olmalıydı. Ön gözünde bir araba anahtarı buldum. Kesinlikle benim arabama ait değildi. Apartmandan çıktım. Otoparkta, anahtarın üzerine bastım. Biip diye bir ses, ışıklar yanıp söndü. Vaayyyyy . Zevkli adammışım bu arabayı beğendim.

İşe doğru yola koyuldum. İş yerime geldiğimde kapıdaki çocuklar beni tanımadılar. Odamda ve masamda başkaları vardı. Burası benim iş yerim değildi artık. Koridorda Gamze'yle karşılaştık.

- Merhaba aşkım dedim? - Bana tuhaf tuhaf bakıp. Telefondaki sapık sen miydin? deyip koşarak yanımdan uzaklaştı.

Arabaya geri döndüm. Holde bulduğum ve yanıma aldığım arka koltuktaki çantayı açtım. Gözlerini karıştırdım. Bir işyeri kimliği buldum. Kimlik benim adımaydı adını daha önce defalarca duyduğum bir şirkete aitti. Kimlik üzerinde proje departmanı yazıyordu. Vayy ne projesiymiş bu böyle? Belki bütün sorularımın cevabını burada bulabilirdim. Şirketin önüne geldim otopark bariyerle kapalıydı, görevli beni görünce hemen bariyeri kaldırdı. Arabayı park edip, kapısını kilitledim. Görevli arkamda bağırdı.

-Çıkacak mısınız Önder Bey. 

- Yooooo? 

- Peki o zaman niye yerinize park etmediniz? Vaybe otopark yerim bile varmış.

Girişte proje departmanı 5.kat diye yazıyordu. Masamı bile çok rahatlıkla buldum.

Bir görevli çay bıraktı masama. Yaklaşık on beş kişi kocaman bir odada çalışıyorduk. Herkes işinin başındaydı.

Etrafı izledim. Benim ömrümde ilk kez gördüğüm fakat yıllarımı birlikte geçirdiğim insanlarla birlikteydim. Hiç birini tanımıyordum. 10 yıllık karım beni tanımıyor. Yıllarca çalıştığım arkadaşlarım beni tanımıyor.  Ancak burada yüzlerini ilk kez gördüğüm insanlar beni kırk yıldır tanıyorlarmış gibi davranıyorlar. Ne geçmişteydim ne de gelecekte. Kendi zamanımdaydım ama farklı bir boyuttaydım sanki.

Akşam erken yattım.

Sabah 3 tane veletin üzerime çıkmasıyla uyandım. Gözümü açtığımda Gamze benim üç veletle boğuşmamı seyrediyordu. Bunlarda kim diye bağırdım?

Gamze,

- Ne demek kim? Önder sen iyi misin.? Çocuklar gelin babanız uyanmadı daha.

Bizim hiç çocuğumuz yoktu. Bu sabah üçüz çocuklarımızla uyandım. Gamze beni hatırlıyordu. Hatta bunu sorduğumda tuhaf tuhaf baktı bana.

Ev bizim evimizdi.

Evliliğimizin ikinci yılında dünyaya gelmiş bizim çocuklar. Şimdi sekiz yaşındalar. Bense onlarla bugün tanıştım.



Bunun gibi bir çok farklı sabahlara uyandım. Bütün uyanışlarımda; değişmeyen bir tek şey vardı. O da kendim. Kendi özüm, kendi yaşadıklarım, beni ben yapan her şey yerli yerindeydi. Bundan da önemlisi bunların hepsini hatırlıyordum. 

Tamamını oku
Tarih: Kasım 17, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Al gönlümü diyar diyar dolaş

 



İki saattir kafede kitap okuyordu. Son sayfayı ikinci kez okuduktan sonra bardağın dibinde kalan çayını yudumladı. Kafasını kaldırıp diğer masadaki insanlara baktı. Bütün masalar doluydu. Ortada dolaşmakta olan garsona eliyle işaret ederek hesabı getirmesini istedi.

Okuduğu tüm kitapların son sayfalarını kafelerde okurdu. Bugün de aynı şekilde  sonuna yaklaşmış olduğu kitabının son sayfalarını burada okumuştu.

Yıllardır sayısız kitap okumasına karşın evinde hiç kitaplığı yoktu. İşin doğrusu okuduğu kitap dışında evinde hiç kitabı yoktu.

Hesabı ödedi. Her zamanki gibi kitabı masanın üzerinde bırakıp gitti.

Garson, daha önce defalarca yaptığı gibi, bir sonraki müşterisini masaya oturttuğunda, kitabın bir önceki müşteri tarafından hediye olarak bırakıldığını söyleyecekti.



Önder Güngör/2019 Ankara


Tamamını oku
Tarih: Kasım 07, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Şarkı söyleyen köpek

Bundan 2 yıl önceydi. Ekim ayının sonlarıydı. İş arkadaşım Nedim motorunu henüz yeni almıştı. Keeway. Daha sonradan bu motor küçük olduğu için, yanına bir de Aprilla Caponord eklenecekti.

Keeway 250 cc 'lik bir motordu. Kırmızı renkliydi. Şimdilerde Nedim şehir içinde kullanıyor bu motoru. İlk aldığında şehir dışı gezilere bu motorla gidiyordu.
Demli Hayat
24 Eylül günüydü. Günlerden Pazardı. Nedim' in evinde oturmuş internette klansavaşları oynuyorduk. Dışarıda yazdan kalmak çok güzel bir hava vardı.
Saat 15.00 sıralarında Nedim "Hadi Önder seni motorla gezdireyim" dedi. "Gezdir gezdirmesine de giysilerim yanımda değil" dedim. "Bir üst kata çıkmaya mı üşeniyorsun?" dedi. Israrı üzerine, eve gidip üstümü giyindim. Eski dizliğimi aldım. Birde eski bir kask. Şimdi olsa bir daha asla böyle yola çıkmazdım. Yola çıkmadan önce de rotamızı hazırlamıştık. Ankara'ya 90 km uzaklıkta, Kırıkklale'nin ilçesi olan Karakeçili'ye gidecektik.
 Daha Büyük Haritayı Görüntüle
(Harita ile oynayarak rotamızı öğrenebilirsiniz. )

Ben daha önce hiç gitmemiştim. Yolu bilmiyordum. Gölbaşı'na doğru gittik. 15 km sonra Bala yoluna döndük. Yol sapsarı tarlalarla doluydu.

Bir çay ocağında mola verdik. Birer çay içtik. Genelde motorla gidenler burada hep dururmuş. Nedim' de daha önce bir çok kez burada durmuş.

Karakeçili'ye vardığımızda Nedim' e balık ısmarlayacaktım. Ben de salata yiyecektim. Gezimizin ana amacı buydu.

Karakeçili , Keeway'le bir saatlik bir yol. Ancak biz yolda fotolar çektiğimiz için çok daha geç vardık. Oraya vardığımızda güneş ışınlarını iyice sarartmıştı. Biraz nehrin kenarında durduk. Sonra eskiden kalma köprüde fotoğraflar çektirdik. Nedim motorla tur atıyor ben de onu görüntülüyordum.
Küçük bir büfeye gittik. Motorcular genelde burada yiyorlarmış. Yan yana dört beş küçük büfe vardı. Ben ilk kez geldiğim için bilmiyordum. Yolun kenarında masalar vardı. Bu masalardan birine oturduk. Rüzgar ılık bir şekilde esiyordu, bizde motorla yaptığımız yolculuğun keyfiyle siparişlerimizi verdik. Nedim kadife balığı yedi. Bende salata.
 Demli Hayat Demli Hayat  Demli Hayat Demli Hayat Demli Hayat  Demli Hayat Demli Hayat Demli Hayat
Burada çok vakit harcadık. Büfe sahibiyle fotoğraf çektirdik. Artık geri dönme vakti gelmişti. Bu sefer fotoğraf çekmeyeceğimiz için daha çabuk varacağımızı düşünüyorduk Ankara'ya. Virajlı yollardan geçerken güneşin batışı çok güzel göründü bize. Nedim' le ben aynı şeyi düşündük bir anda. Motor kenarda durdu. Nedim geri dönecek , tepedeki virajdan dönüş yapacak ben de daha yüksek bir tepeden bunu görüntüleyecektim. Hiç vakit kaybetmeden tepeye tırmanmaya başladım. Güneş daha da bir koyulaşmış , ışığını iyice azaltmıştı. Görüntüyü kaçıracaktık. Havada birden soğumuştu; bir titreme ile adımlarımı daha hızlı atarak tepeye doğru tırmanmaya devam ettim. Halbuki bugün buraya gelirken hava günlük güneşlikti. Malum karasal iklim, güneş battıktan sonra doğada hava daha soğuk oluyordu. Tepeye vardım ve beklemeye başladım. Nedim benim tırmanabilmem için biraz zaman geçirecek, ondan sonra virajda gözükecekti. Bir yandan üşüyor bir yandan da "Hadi olum nerde kaldın diyordum" . Bir ses..Evet geliyor dedim içimden. Ama o ses uzaktan değil çok yakınımdan geliyordu. Üstelik bir motor sesi de değildi. Bir tane kocaman köpek. Hemde benim boyumun yarısı. Bu sürüleri koruyan köpek olmalıydı. Boynunda kocaman demirden boyunluk vardı. Bunlar kurtla kavgaları sırasında boynundan ısırılmalarını engellemek için koyulmuştu. Ve şimdi bu köpek , üç adım ötemde ve hırlayarak bana bakıyordu. Bu tür durumlarda "yok efendim korktuğunu belli etmeyeceksin", "korkmazsan onlarda senden korkmaz", "kaçarsan ısırırlar". Bunların hepsi hikaye.. çünkü köpekler bunları bilmiyorlardı ve bana doğru yaklaşmaktaydı. Kaçmak imkansızdı. Bir atlasa beni yere yıkabilecek yakınlıktaydı. Korkudan zaten aklıma hiç bir şey gelmiyordu. İçimden acaba yere yatsam, kollarımı yüzüme alsam sadece bacaklarımı ısırabilir diye düşündüm. Ya da yerden bir taş alıp atsam mı acaba diye geçirdim içimden. O kadar yukarı tımanmıştım ki Nedim' in beni fark etmesi mümkün bile değildi. Burada yanlızdım. Zaten havada kararmıştı. Tam korku filmi gibiydi. Hava artık karanlıktı. Köpek sürekli hırlıyordu. Ancak bir gariplik vardı. Korkudan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama bayağı zaman geçtiğine emindim. Gariplik köpeğin çıkardığı sesteydi. Köpek hırlamıyor, bir şarkı söylüyor gibiydi. Evet bu kesinlikle bir hırlama değildi. Şarkı söylüyor ve bana bir şey yapmıyordu. Donup kalmıştım. Kaçmaya korkuyor , çömelmeye korkuyor, hatta başımı çevirmeye bile korkuyordum. Derler ya "köpekle göz göze gelmeyin korktuğunuzu anlar" diye. Gözümü köpeğin gözüne dikmiş buldum kendimi birden. O bana bakıyor , ben de ona bakıyordum. Tek farkla , ben şarkı söylemiyordum. Köpeğin yüzü birden değişti. Ya da korkudan kendimi kaybetmek üzereydim. Evet yüzü bir insanı andırmaya başlamıştı sanki. Yaşlı, ama dinç bir adam gibi gözüküyordu yüzü. Sadece bana bakıyordu. Tatlı, sevimli bir bakışla karşı karşıyaydım. Korkum biraz geçmişti. O yüzden olayları ve karşımdaki köpeği daha iyi detaylandırmaya başlamıştım. Köpek tam benim yarım kadardı. Bembeyazdı. Bıyıkları bile beyazdı. Kocaman bir kulağı , yumruğum kadar da burnu vardı. Ayak patilerinde tüyler biraz daha koyuydu ama karanlıkta tam rengi seçilmiyordu. Sırtı koyun gibi tüylüydü. Yüzü daha da belirginleşti. Yaşlı, güleç, sevecen ve bir o kadar da dinç bir ihtiyar yüzüydü. Yanıma yavaş yavaş yaklaştı. Yere doğru çömeldim. Diliyle elimi yaladı ve bana baktı. Kesinlikle yanılmıyordum , bu ihtiyar bir adamın yüzüydü. Bu yüz bana o zamanlar hiç bir şey ifade etmeyecekti. Ta ki bir gün Sakarya caddesinden İzmir Caddesine geçtiğim o köprüde ihtiyar ,bir baston satıcısıyla karşılaşana kadar.


Önder Güngör/ Ankara / 04 Aralık 2008
Tamamını oku
Tarih: Kasım 03, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Baston şemsiye

 






Bugün işten biraz erken çıktım. Erken dediğim öğleden sonra yoktum. Saat 14.00'de İzmir Caddesinde bir arkadaşımla buluşacaktım. Daha bir saat vardı buluşmaya. Sakarya'da yürürken bir pizzacı gördüm. Hazır zamanım varken bari bir şeyler yiyeyim dedim. Pizzacı görünce hemen dalarım dükkana. Vejeteryan olmak çok zor. Yiyecek hiç bir şey bulamıyorsunuz dışarılarda. Hemen mantarlı bir pizza siparişi verdim.  İnce hamurlu. 

Yemekten sonra yarım saatim vardı buluşmaya. İzmir Caddesi'ne doğru yürüdüm. İş Bankası'nın yanındaki üst geçitten karşıya geçtim. Bu üstgeçidi oldum olası sevmem. Çünkü inenler, çıkanlar, karman çorman. Sanki limandan ayrılan tekneye atlar gibi atlıyorsunuz merdivenlere. Üstü de kapalıdır bu köprünün. Ankara'nın en eski üst geçitlerinden biridir. Kalabalık olmasının en büyük nedeni bir ayağı İzmir Caddesi'ne bir ayağı da Sakarya Caddesi'ne açılır. Aslında Sakarya Caddesi değil ama herkes öyle diyor. Sakarya Caddesi, Atatürk Bulvarı ile Mithatpaşa Caddesi arasındaki caddedir. Ancak biz Ankara' lılar bunu dik kesen sokaklarda dahil olmak üzere , o civardaki her yere Sakarya diyoruz. Barlarıyla, balıkçılarıyla, restoranlarıyla, çiçekçileriyle, dönercileriyle, seyyar satıcısıyla, midyecisiyle, rockçısıyla, serserisiyle, hırsızıyla ve en önemlisi müdavimleriyle araç trafiğine kapalı cıvıl cıvıl bir bölgedir burası.


Her neyse hop diye kaçmakta olan üstgeçidin merdivenlerine atlayıverdim çarçabuk. Bir kaç omuz darbesi aldım bu arada. Bilmem; belki de ben attım omuz darbelerini. Nehirde yol alma misali kalabalık beni sürükleyerek İzmir Caddesi'ne götürüverdi hemen. Yürüdüğümü hatırlamıyorum. Hani küçük çocukların ellerinden tutup "uçtu uçtu" yaparlar ya aynen öyle karşıya geçiverdim.



İzmir Caddesi oldukça kalabalıktı. Caddede biraz yürüdüm. Oturmak için bir sürü bank koymuşlar ortalığa. Birinde yer bulup hemen oturdum. Etrafı seyretmeye başladım. Şehrin göbeğinde bir yerdeydim ama etrafta serçeler, güvercinler cirit atıyordu. Gamze de burayı çok sever. Bazen öğle aralarında buraya gelip, dolaşır.
Öylece etrafı seyrederken buluşma vaktide gelmiş geçecek neredeyse. Zaten iki dükkan ileride buluşacaktık. Aceleyle oraya gittim. Kimse yoktu. Biraz vitrine, birazda etrafa bakındım durdum. İnsan etrafı seyrederken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyor. Yarım saat geçtiği halde gelen giden yoktu. Tam o sırada telefonum çaldı. Arkadaşımın işi çıkmış, gelemeyeceğim diyordu. Yuhh. Bu saatte mi söylenir. Eşek sıpası..



Büyük bir sinirle geldiğim yoldan geri dönmeye karar verdim ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. Genelde böyle durumlarda biraz daha dalgın yürürüm. Üstgeçidin hemen başında biri koluma yapıştı. İnsan bir anda korkuveriyor böyle anlarda. Döndüm baktım, yaşlı bir satıcı. Üstü başı güzel, üstelik bir sokak satıcısına göre gayet iyi ve temiz giyimli bir ihtiyar adamcağız. Sakalları bugün kesilmiş, belli. Güzel bir de melon şapkası vardı. Takım elbisesinin içinde bir de yeleği vardı. Kravatı gömlek yakasına göre inceydi ama muntazam bağlanmıştı. Yaşlı adamların böyle giyinmesi hep çok hoşuma gitmiştir. İnsan onlara bakıp daha bir enerjik, daha bir yaşam sevinciyle doluyor.
- "Buyur bey amca " dedim.
- "Oğlum bir şemsiye al. 15 liraya satıyorum sana 10 liraya veririm" dedi.
- " Yok amca sağol"
Seyyar satıcılar çok akıllı insanlar. Hemen o anlık ihtiyaca göre satılıcak mal buluyorlar. Elektrik kesintilerinin olduğu günlerde; el feneri, ışıldak vb... suların çamurlu aktığı dönemlerde musluklar için süzgeç vb.. ; yağmur yağdığında şemsiye ; bayramlarda, oyuncak; yurtların önünde elbise askısı, elbise torbası vb... Gerçekten takdir ediyorum adamları. Bir keresinde Konur Sokak'ta yürüyoruz. Birden yağmur yağmaya başladı. Etrafta beş on tane şemsiye satan seyyar satıcı doldu aniden. Helal olsun adamlara...
Tam üstgeçide doğru tekrar yönlendiğim bir sırada satıcı yeniden kolumdan tuttu. O kadar kuvvetle tuttu ki, canım acıdı. Daha sinirli bir şekilde ihtiyara doğru döndüm. Göz göze geldik. "Oğlum 5 liraya al bak hem bunlar büyük..Baston şemsiye.." dedi. İhtiyar bana bakıyor ben ihtiyara bakıyorum. Çok ilginç..İhtiyar bayağı genç gözüktü bu seferki bakışımda. Sanki ilk yüzyüze geldiğimizden 20 yaş daha gençti. Dalgınlık herhalde diye düşündüm. Dedim ya sinirli olduğum durumlarda yolda daha dalgın yürürüm diye.

Adama doğru biraz daha eğilerek "Yok amcacım almayacağım çok sağol." dedim.

Hava, şemsiye almayı bırakın içinizden bin tane eşya adı söylesiniz asla onu aklınıza getirmeyeceğiniz bir güzellikteydi . "Amcam da saf bir seyyar satıcı" diye içimden geçirdim.
Biraz acıyarak tekrar baktım adama. Alıp almama arasında bir tereddüt yaşadım. Ama almayacaktım . Çünkü şemsiyeye ihtiyacım yoktu. Hep böyle kandırmazlar mıydı bizi? Girersin bir dükkana "50 lira ama sen 30 lira ver yeter"derler. Biz de hemen bayılıp veririz 30 lirayı, geliriz işyerine. Arkadaşın der ki "Aaaa ben 15 liraya aldım az önce" Zort diye ağzın açık bakakalırsın. Satıcıya mı küfür etsen..., kendine mi sövsen... düşünür durursun. Üstelik de aldığın şeye hiç ihtiyacın yoktur. Neyse, bu sefer kesin kararlıyım. İhtiyar bedavaya da verse almayacağım şemsiyeyi..


Nitekimde öyle oldu. İhtiyar arkamdan bağırdı " Oğlum gel 1 lira ver. Eli boş gönderme beni.."
Bu sefer daha da sinirlendim. Yuhh dedim içimden. 10 lira verseydim 9 lira kazık yiyecektim. İyi ki de almamışım. Kimi yakalarlarsa onu kazıklıyorlar diye düşündüm. Ancak ne zamandır da baston şemsiyelerden almak istiyordum. Geçen yıl aldığım bir de fötr şapkam var..Oh ne güzel olurdu ikisi. 

Üstgeçidi aynı şekilde "uçtu uçtu" şeklinde geçtim. Sakarya'dan Yüksel Caddesi'ne doğru yürüdüm. Ama iş yerine bu saatte gitmenin bir faydası yoktu, nasıl olsa beni idare edeceklerdi. Bari eve gideyim diyerek hemen Gamze' yi aradım. O da annesiyle buluşmuş alışverişe çıkmışlar.
Bulvara doğru yürüyerek bir taksiye atladım. Evi tarif ettikten sonra arkaya şöyle bir yaslandım. İçimden keşke şu ihtiyardan bir şemsiye alsaydım diye geçirdim. Hem de 10 liraya. Bir kitapta okumuştum. "Herhangi bir şeye para verip aldığınızda asla para harcadığınızı düşünmeyin, karşınızdaki insanın geçimine yardımcı olduğunuzu düşünün. Sizi kazıklasa bile ailesine o parayla ekmek götüreceğini ve sizin de buna yardımcı olduğunuzu düşünün" diyordu. Keşke ihtiyarın aile geçimine faydam olsaydı diyerek üzüldüm. Ama yapacak bir şey yoktu.. Bu arada, ihtiyar benim kolumu bayağı güçlü sıkmış. Acısını halen daha hissediyordum. Ancak birden küçük bir ayrıntı gözümde canlandı. İhtiyarın bir eli kolumdayken diğer elinde bir şey yoktu. Şemsiye filan yoktu. Zaten tam üstgeçidin ağzındaydık. Orada tezgahta yoktu. Acaba yankesici miydi? diye düşünüp hemen ceplerimi araştırdım. Cüzdanım, anahtarım yerindeydi. Zaten az önce telefonla Gamze' yi aramıştım. Cep telefonumda yerinde..Oh diyerek geriye yaslandım tekrar.

O kadar dalmışım ki sapacağımız sokağı kaçırıyordum az kalsın.

Evin kapısını açtım. Kilidi bir kez kilitlemişim çıkarken. Hemen oturma odasına yöneldim. Biraz kanepede uzanıp televizyon seyretmek istiyordum. Kanepede kocaman siyah bir poşet vardı. "Hoppala...Gamze hani annesiyle buluşmuştu, ne çabukta gelmiş" diye düşünerek odalara daldım. Bir yandan da Gamze diye bağırıyorum. Ne ses var ne de Gamze var. Tekrar oturma odasına girip siyah poşeti açtım.

Bir tane baston şemsiye.......

Heyecanla hemen kapıya koştum. Kapı zorlanmamıştı. Az önce evi dolaşmış fakat hiç bir şey dikkatimi çekmemişti. Geçen yıl biz Antalya'dayken eve hırsız girmiş, Gamze' nin bütün takılarını çalmıştı. Hemen yatak odasına koştum. Her yer, yerli yerindeydi. Zaten çalacak bir şey de kalmamıştı. Salon ve diğer odalarda normaldi.

Aceleyle Gamze' yi aradım.
"Alo"
"Efendim canım"
"Nerdesin?"
"Annemle alışverişteyiz canım. Ne oldu?"
"Oturma odasındaki bu baston şemsiye nerden geldi"
"Ne bastonu ne şemsiyesi?"
"Yok bir şey"



Önder Güngör 31 Ekim 2008 /Ankara


.
Tamamını oku
Tarih: Ekim 23, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Sil baştan be dayı.

Konur Sokak' la Olgunlar Caddesi'nin kesiştiği yerde bir bar vardı. Adını şu anda hatırlayamadım.

Bir gece saat 0.30 civarlarında içeride canlı müzik çalıyordu. Masalardan sadece bir kaçı doluydu. Bar ha kapandı ha kapanacaktı.

Gitar eşliğinde bir hanımefendi Ajda Pekkan' dan bir şarkı söylüyordu.

Kıştı. Hava soğuktu.




Kapı açıldı. İçeriye elinde şarap şişesiyle bir adam girdi. Yaşlıydı. Üstü başı dökülüyordu. Evsiz bir ihtiyardı muhtemelen.

Girişin yanındaki masaya oturdu.

Barın sahibi, ihtiyarı uyarmaya giden garsona eliyle "bırak otursun dercesine" işaret etti. Garson yerine geri döndü.

Müzik bitti.

İhtiyar, sarhoş sesiyle ağlamaklı bir şekilde bağırdı.

"Sil baştan."



Masalardakiler dönüp, elinde şarap şişesi, kolu havada olan ihtiyara baktılar.

O sırada hanımefendi şarkıya çoktan başlamıştı.

"Gücün var mı? sevgilim
Derin sularda inci tanesi aramaya
Cesaretin kaldıysa
Hala benle aşktan konuşmaya"

"Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak
Sil baştan sevmek gerek bazen
Her şeyi, unutmak."

"Sil baştan" kısmına ihtiyar bağırarak eşlik etti.

Müzik bitti.

İhtiyar geldiği gibi kapıdan çıktı gitti.


Önder Güngör/Ankara


Tamamını oku
Tarih: Ekim 15, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

7.Cadde' de Tanrı ile sohbet

Bir arkadaşımla Bahçeli 7.Caddede buluşmak için sözleşmiştik. Saate baktım. Buluşmamıza daha bir saat vardı. Kendimi aç hissettiğim için etrafta pizzacı aradım. Vejeteryan olduğumdan dışarıdaki yemek seçeneğim oldukça azdır. Ömrüm boyunca "Ne yemek yersiniz?" sorusuna "Fark etmez. Ne olsa yerim." diyenlere imrenmişimdir. Oysa tüm menüde, benim için bir iki tane seçenek anca bulunur.

Garsona vejeteryan pizza siparişi verdikten sonra çantamın içindeki kitaplardan, "Tanrı ile Sohbet-1" i çıkardım. Bu ayki okuma kitabımdı. Nerede kaldığımı bulmak için sayfalara hızlıca göz gezdirdim. Kitap okurken kitap ayıracı hiç kullanmadığım gibi, kaldığım yeri işaretlemek için kitabın ucunu kıvırmam, arasına herhangi bir şey de koymam. Çünkü kaldığım yeri ararken sanki kitabın son bölümlerinin bir özetini okumuş gibi hissederim kendimi. Paragrafların ve sayfaların bir bölümünü okur, atlayarak diğer sayfalara geçer ve kaldığım yeri bulurum. Hatta, okuduğum bazı yerleri yeniden okuyunca, dikkat etmediğim anlamları keşfeder ve orayı yeniden okurum. İşte gözden kaçırdığım bir bölüm daha;
"Bilmek, yoğun şükran duygusunun olduğu yerde olur. Şükran, önceden teşekkür etmektir. İşte bu yaratıcılığın en büyük anahtarıdır; yaratılacak olan için önceden memnuniyet duymak, önceden bilmek. Bu, ustalığın göstergesidir. Tüm ustalar önceden bir şeyin olduğunu bilir.(Olmuş olarak görür.)"
Pizza ve bira benim için güzel ikilidir. Hesabı ödedikten sonra, geri kalan zamanımda da biraz yürümek iyi olur diye düşündüm. Bahçeli 7.Cadde' nin öğrenciliğimde güzel anıları olmasına rağmen, benim için popülerliği azalmış bir caddedir. Öğrenciliğimde, özellikle ılık yaz akşamlarında, gecenin geç saatlerine kadar burada yürüyebilirdiniz. Sanki o zamanlarda Sim'den aldığımız dondurmalar daha bir lezzetliydi. Cadde daha bir havalıydı. İnsanlar daha bir güzeldi. Ben daha bir heyecanlıydım.
Bu düşüncelerle yürürken küçük bir dükkanın vitrini gözüme ilişti. Diğer dükkanların arasına sıkışmış küçücük bir dükkandı. Pencereleri ve kapısı beyaz tahtaydı ve boyayla boyanmış, ancak yıpranmış ve boyası yer yer dökülmüş durumdaydı. Tabelası sökülmüş, camında da "Çok yakında kapanacak" yazıyordu. Dükkana yaklaşıp, camından, şaşkınlık ve tebessümle vitrindeki iki mandoline baktım. Birisi benim, diğeri de ikiz kardeşimin küçüklüğümüzde kullandığımız mandolinlerin aynısıydı. Tahta kapıyı zorlayarak açtım. İçerisi dışarıdan göründüğünden daha küçüktü. Köşedeki sandalyede bir bayan oturuyordu. Siyah saçlıydı, saçlarını her iki yandan örmüştü. Gözleri iriydi, siyah ve parlaktı. Benden yaşlı olduğunu tahmin ediyordum, ancak müthiş bir enerjisi vardı. Böyle aurası olan insanlara çok seyrek rastlardım. Ayağa kalkıp, bana doğru yaklaştı. O zaman bütün betimlemelerim ve düşüncelerim değişti. Ne yaşlıydı, ne gençti, ne güzeldi ne çirkindi...Muazzam bir çekiciliği vardı. 
"Hoş geldin." dedi, doğrudan samimi bir hitap şekliyle. Ben ise temkinli bir şekilde, 
"Hoş bulduk" dedim.
Dükkanın içi bomboştu. Sadece dışarıdan görünen iki mandolin dışında hiç bir şey yoktu. Gerçekten de çok yakında kapanacak izlenimi vardı. 
"Vitrindeki mandolinlerin aynısından benim de var. Bakabilir miyim?" dedim.
"Tabii ki bakabilirsin. Onlar zaten senin." dedi.
Şaşkınlıkla kadına baktım. Benim mi? Ne demek o? Kadının dediğini çok da ciddiye almadım. İçimdeki soruları bastırarak küçükken benim mandolinimin aynısı olan mandolini elime aldım. Aynı benimki gibi Adil İmer yapımıydı. Aman allahım.. Bu mandolin gerçekten de benim mandolinim aynısı idi. Yıpranmış yerleri, rengi atmış tahtası, parmaklarımın kirlettiği nota yerleri, hatta üzerine sıkıştırılmış eski penası...Bu bu benim mandolinimin aynısıydı.
Kadına baktım. Gülümsüyordu.
"Dedim ya senin mandolinin." diye yineledi.
Şaşkınlıkla, "Ama bu benim" dedim." Nasıl buraya gelmiş?" Aklımdan mandolinimin evde nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Daha bir hafta önce görmüştüm. Gardrobun üstünde duruyordu. Acaba eve hırsız mı girmişti? Onu çalıp buraya mı getirmişti? Ama eve hırsız girse haberimiz olurdu. Hem hırsız niye bir tek onu çalsındı ki? .Kadının sesiyle düşüncelerim uçup gitti.
"Tanrı ile sohbet ediyor musun?" dedi.
"Anlamadım" dedim. Aslında kadının ne dediğini gayet iyi duymuştum ama ne diyeceğimi bilemiyordum.
"Tanrı ile sohbet ediyor musun?" diye tekrarladı. Etkileyici bir ses tonu vardı. Ne dediğinden çok nasıl söylediğine, sesine, yüzüne, dudaklarına dikkat ediyordum.
"Hayır." dedim, ne söylediğimin farkında olmadan. Ömrüm boyunca birçok soru ile karşılaşmıştım. Entellektüel toplantılarda, yapmacık, laf olsun diye sorulan yada cevabının dinlenmeyeceğini bildiğim bir çok garip sorularla karşılaşmıştım Hatta ben bile bu tür saçma sapan sorular sormuştum. Ama ilk kez, biri bana tanrı ile sohbet edip etmediğimi sormuştu. Üstelik insanın üzerinde muhteşem bir etki bırakan bir kadın tarafından sorulmuştu bu soru. Birden aklıma az önce okuduğum kitap geldi. Adı bu değil miydi? "Tanrı İle Sohbet".
Soruyu yumuşak bir ses tonuyla tekrar kulaklarımda hissettim.
"Sohbet etmelisin bence." dedi.
"Bununla ilgili bir kitap okuyorum." diyebildim ancak. Garip olaylar içerisindeydim. Küçük bir dükkan, güçlü bir auraya sahip olan bir kadın, elimde buraya nasıl geldiğini bilmediğim kendi mandolinim ve tuhaf sorular.
"Demek bununla ilgili bir kitap okuyorsun. Çantanda taşıdığın tanrı ile sohbet etmenin kitabını yani."
Çantamdaki kitabı nerden biliyordu? Mutlaka kafede okurken görmüştür diye düşündüm.
Kadın devam etti.
"Tanrı ile sohbet etmenin kitabını okumak yerine tanrı ile sohbet etmelisin." dedi. Kapıyı açıp dışarı çıkmamı işaret etti.
Elimdeki mandolini aldığım yere bırakıp verilen emre itaat ettim. Sanki hipnotize olmuş gibiydim.
Aklım karışık, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunu bilemeden dışarı çıktım. Kalabalık bir otobüsten durakta inmiş gibi hızlı adımlarla uzaklaştım. Ama niye gidiyordum ki? Daha içeride kalıp, mandolinimin oraya nasıl geldiğini soramadım. Hem çantamdaki kitabı nasıl biliyordu? Üstelik tanrıyla sohbet et ne demekti? O kadın kimdi? Hızla geri dönüp dükkana doğru yürüdüm. Ama dükkan arkamda yoktu. Ne kadar hızlı yürüdüysem, çoktan mesafeleri aşıp gitmişim. Biraz daha yürüdüm ama dükkanı bulamadım. Defalarca 7.Caddeyi dolaştım ne öyle bir dükkan vardı ne de o dükkan hakkında bilgisi olan biri.


Önder Güngör / Ankara / 08 Kasım 2015

Tamamını oku
Tarih: Ekim 14, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Bir şairin elinde yeniden yaratıldı. Joan Baez Gracias a la Vida

Bu haftasonu da diğerlerinin aynısıydı. Her zaman yaptığım gibi Tinto Blanco'da çocuklara yemek yedirdim. Yemek sırasında duvara yansıyan barkovizyonda Joan Baez ile Mercedes Sosa, Gracias A La Vida 'yı birlikte söylüyorlardı. Harika bir videoydu. Hemen alta videoyu ekledim.







Tabi bu videoyu izlerken anılarım aktı gitti..1989 yılında Joan Baez' in Ankara Hipodrom'undaki konserini hatırladım. Ankara' nın ılık bir akşamüstüsünde yayılmıştık çimenlere. Başımızda kavak yelleri, elimizde biralar..Joan Baez..

Geçen Temmuz'da Zeynep Oral' ın bu konserle ilgili bir yazısı vardı Cumhuriyet' te.

"Ankara’da Murat Karayalçın belediye başkanı... (1989) Ankara Hipodromu’nda konseri var.(Joan Baez için söylüyor) Tam üniversite sınavlarının bittiği günün akşamı. 50 bin genç Hipodrom alanını doldurmuş. Finale doğru herkes ayakta! Gençler sarmaş dolaş dans ediyor. “Gracias a la Vida” şarkısını finalde beş kez tekrarlatıyorlar.. “Gençler birbirlerinden ayrılsın istemedim” diyor, bir daha söylüyor. Bir de polislere rica ediyor, “Kasklarınız çok parlıyor, acaba çıkarabilir misiniz” diye. Ve evet, evet çıkarıyorlar. Hepimiz polisleri alkışlıyoruz!"




Daha sonralarda Joan Baez' in Türkiye'ye ilk kez 1989 yılında geldiğini Refik Durbaş'ın Sabah Gazetesi'ndeki yazısından öğrendim. Ve ben o ilk gelişinde onu canlı dinlemiştim. 1989 yılında ilk olarak İstanbul'da konser vermiş. Bu konser öncesi Sultanahmet'i gezmiş. Ayasoyfa ve Sultanahmet Caminden etkilenmiş. İstanbul üzerine duygularını bir şiire dökmüş. Refik Durbaş'ın bu güzel yazısının geri kalanını olduğu gibi aktarıyorum. 

"Konseri vereceği gün Sultanahmet'i dolaşır. Ayasofya ile Sultanahmet camisinin kardeşliğine vurulur. Boğaz'ın güzelliği duygularını ayaklandırır ve bu heyecanına bir şiirle hayat vermek ister. İstanbul'un güzelliği karşısında duygularını söylediği şarkılarla birlikte şiiriyle de paylaşmak istemektedir. 
O yıllar "Milliyet Sanat Dergisi"ni yöneten Zeynep Oral, şiiri Türkçe'ye çevirmiştir, buna bir de "şair eli" değsin diye düşünür. 
Akşam, Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı'nda konser başlamak üzeredir.
Sahnede Joan Baez ile Genco Erkal... Ve sürpriz: Genco Erkal şiirin Türkçe'sini, Baez de İngilizce'sini okuduktan sonra şöyle diyecektir: "Ben, İstanbul üzerine duygularımı kelimelere dökmeye çalıştım, ama duygularım Türkiye'nin iyi bir şairi elinde Türkçe'de yeniden yaratıldı. Bu şaire, Refik Durbaş'a teşekkür ederim."" 
(http://www.sabah.com.tr/yazarlar/durbas/2004/07/21/yuregin_sesi_joan_baez)


O günkü konser gününü üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen çok iyi hatırlıyorum. Daha yolun başındaydık...
Tamamını oku
Tarih: Ekim 14, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Narcissus

 "Olağanüstü yakışıklı bir delikalı olan Narcissus kendisine aşık olanlara tepeden bakardı. Tanrılar onu cezalandırmak için bir su birikintisinde gözüne çarpan kendi görüntüsüne aşık olmasını sağladılar. Sadece kendi yansımasına tutulduğunu ve bu yansımasının aşkına karşılık vermeyeceğini anlayan Narcissus intihar etti."

Mitoloji 101 / Kathleen Sears


Tamamını oku
Tarih: Ekim 13, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Mevsim bahar daha kış değil.

 İlk Nilüfer Örer' den dinlemiştim. Bugünlerde Mary Jane' den dinliyorum. Kopya kağıdı gibi olmuş.

İnan bana çok geç değil Mevsim bahar daha kış değil Bir kez daha dayanamam Kalbim nasır ama taş değil Bir deli rüzgar esse bir yerlerden Savurur mu, götürür mü beni bilmem O deli aşık mazide kaldı artık Dönecek mi geriye onu bilmem Hiç zaman olmaz mı, geri gelmez mi Savunmasız duygular Ah o günleri bir daha vermez mi Acımasız şu yıllar

Tamamını oku
Tarih: Ekim 13, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Işınla beni Scotty - Beam me up Scotty

Atılgan'ı  herkes çok iyi bilir. Kaptan Kirk' ün meşhur sözüdür "Işınla beni Scotty."  Kaptan Kirk'ün en zor anlarında bir kurtuluş sözcüğüdür bu. Bütün gemi mürettebatı gemiye ışınlanıverir.

Çocukken biz de bileğimize basar, "Işınla beni Scotty" diye oyun oynardık. Daha büyüdüğümüzde keşke ışınlama diye bir şey olsa şimdi istediğimiz yere gitsek derdik.


Peki nedir bu ışınlanma...
Yüzyıllardır insanlık ışınlanmanın formülünü aramıştır. Bu konuda birçok deneyler yapılmış ve çok çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. 2006 yılında Niels Bohr Enstitüsündeki bilim adamları ışık ve gaz atomları arasında ışınlanma olayını gerçekleştirdiklerini bildirmişlerdir. Birçok makalede atomların yüzlerce kilometre uzağa gönderildiğine dair yazılar mevcuttur. Hatta yıllar öncesinde Philedelphia Deneyinden bahsedilmektedir. Bu deneye göre bilim adamlarını bir destroyeri 600 km'lik bir mesafeye götürüp, geri getirdiği iddia edilmektedir. Ancak ABD askeri kayıtlarında buna yönelik bir bilgi olmadığını açıklamıştır.

Tüm bu bilimsel deneylerin ve iddiaların ötesinde sizlere başka bir şey anlatmak istiyorum.
Gerçekte hemen yarın ışınlanmanın icat edildiğini düşünün. Hatta bunu telefonlarımıza yükleyeceğimiz basit bir programla yapabileceğimizi hayal edin. Programı çalıştırıyoruz, google maps'i açıyoruz, koordinatları seçiyoruz ve tamama basıyoruz. Hoooooop "Işınla beni Scotty."
Peki hayatımızda neler değişirdi. 


Bayanlar için söylüyorum; sabah kalktınız, işe gitmek için giyinmemiz gerek, ama en çok sevdiğiniz ayakkabınızı bulamıyorsunuz. Cep telefonunuzda programı çalıştırıyorsunuz, arkadaşınızın evine gidiyorsunuz, arkadaşınız uyuyor, uyusun boş verin, ayakkabısını ödünç alıp geri geliyorsunuz, hatta geri gelmiyorsunuz oradan hooop işe.. Aklınıza hırsızler geldi değil mi? :) 
Erkekler için söylüyorum; iştesiniz, patron yok, bas düğmeye, hooopppp Puket Adası, fıstıklarla plajda, hemen biraz yüzün, telefon çalıyor, patron geldi, hooooop işe masaya...Eşiniz mutfakta yemek yapıyor, bas tuşa hatunların yanına, sonra hoooop geri eve.. Erkekler çapkınlığın dibine vurur valla.. Şaka şaka. Hooppp eşinin yanına. Eşin nerde sen orda....
Öğrencileri düşünsenize, istedikleri okula hooopp, dersten kafeyeee hooppp. Teneffüste bas tuşa hooopppp.
İşin şakası bu....
Gerçekte ne olur. Tüm insanlık son bulur. Evet iddiam bu. İnsanlık son bulur. Nasıl mı?
Önce fiziksel çevreden başlayayım. Yollara ihtiyaç yok. Yani şehirlere, şehirler arasına yol yapmaya gerek yok. Çünkü kimse kullanmaz. Arabalara, uçaklara, trenlere hiçbirine ihtiyaç yok. Petrole ihtiyaç yok. Yani seyahat için hiç kimse para harcamayacak. Sonuç olarak şehirlerde yolların sokakların olmadığını düşünün. Çünkü hiç kimse bunları kullanmayacak.
Petrole ihtiyaç yok dedim az önce. Petrole yakıt için ihtiyaç olmadığında dünyanın dengelerinin nasıl altüst olacağını hayal edin. Bütün uluslararası kurallar ve dengeler değişecek.
Otellere ihtiyaç yok. Çünkü kimse otelde kalmayacak İstediğiniz yere ışınlanma imkanı varken otele kim para harcar.
Okullara, ihtiyaç yok. Niye okuyalım ki..
Polise ihtiyaç yok. Bul da yakala adamı....Hırsız hoooppp polis hoooppp. Hırsızlık, kavga, şiddet daha aklınıza ne gelirse hepsi tavam yapar. Kaçmak kolay çünkü. Bas tuşa hoooppppp.
İstanbul' a 200.000 yataklı bir hastane yeter, bütün doktorlar ve hastalar oraya ışınlanır.
Sınırlar yok, pasaport yok. (You may say I am a dreamer. Beatles'ın İmagine şarkısını hayal edin.) 
Mahremiyet yok.

Kısacası, hayatımızda şu an önemli olan birçok maddi şeye ihtiyaç kalmaz..
Her yere aitiz, hiç bir yere ait değiliz.
Duygusal yaşantımıza baktığımızda; aldatmalar, yalanlar, ikiyüzlülük, hırsızlık gibi aklınıza gelebilecek her şey alır başını yürür...
Eğer ışınlanma şu anda gerçekleşse sizin aklınıza gelen neler var onları merak ediyorum...

Tamamını oku
Tarih: Ekim 12, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Daha iyi

 Kendinize şöyle deyin: "Şimdi iyi şeylerin hayatıma daha çok girmesine izin veriyorum."


Eğer bazı şeyler yolunda gidiyorsa ve siz kendinizi, "Her şey gerçek olmayacak kadar iyi; acaba bu ne zamana kadar böyle devam eder?" derken bulursanız, DURUN! Onun yerine, her şeyin daha iyiye gideceğini hayal etmeye başlayın. Hemen şimdi hayatınızda iyi giden bir şeyi düşünün. Onun daha da iyiye gittiğini imgeleyin.

Ruhsal Büyüme / Sanaya Roman



Tamamını oku
Tarih: Ekim 11, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Biking Borders

 Netflix' te Expeditional Happinies' ten sonra izlediğim belgesel.

Bence bisiklet doğaya çok yakışıyor. Hele de güzel amaçlar için kullanıldığında.

Biking Borders ve benzeri belgesellerin tek bir bölüm halinde yayınlanmış olmalarını tamamen yapımcıların hatası olarak değerlendiriyorum.

Biking Borders bu bağlamda güzel olmasına rağmen, güzel bir akşam yemeğinin iki dakikada yenmesiyle eşdeğer olarak görüyorum.



Özellikle Avrupa ve tüm dünya için yabancı olan Anadolu ve İran geçişler başlı başına ayrı bölüm olarak yapılmalıydı. Ayrıca bu tür belgesellerde bisikletin üzerinde kesintisiz bir 15 dakika izlemek isterdim. İran'da ve Türkiye'de yardım aldıkları insanların hayatlarına biraz daha dokunmaları gerekirdi diye düşünüyorum.

Önder Güngör / 10 Ekim 2021





Tamamını oku