Ne olduğunu söylemeyeceğim. Yazının başlığı ile alakası yok.
Başlığı klavyenin başına geçmeden önce dinlediğim “Üç Kalp” şarkısının sözlerinden
çaldım.
…..
Eymir Gölü / ODTU / Ankara 2018
Sabah biraz nefes çalışması yaptım. Yaptığım solunum tekniğinin adı, “Her iki burun
deliğinden sırayla, değişimli olarak solunum yapma.”
Bildiğiniz gibi sağlıklı bir kişide bu değişim, dönüşümlü
olarak siz farkında olmadan gerçekleşir. İki saatte bir dönüşümlü olarak farklı
burun deliklerinden nefes alıp verirsiniz. Eğer ideal bir sağlığa sahip
değilsek, bu süre kişiden kişiye değişir, hatta doğru bir şekilde çalışmaz. Bu
değişim sırasında sorun sağ burun deliğinizde ise, zihinsel ve sinirsel
rahatsızlığınız vardır. Eğer söz konusu değişimdeki sorun sol burun deliğinizde
ise, kronik yorgunluk ve beyinsel işlevlerin azalması söz konusudur. Bu konu
hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak istiyorsanız, “İyileştiren Nefes /
Luis S.R.Vas” ın kitabını okuyabilirsiniz.
Aslında bu ve benzeri kitapları okumayı çok sevmiyorum;
ciddi zihin karıştırıyorlar. Bazı teknikler fazla ritüele sahip gibi anlatılıyor,
bu da öz’ ü kaçırmanıza neden oluyor. Örneğin, üniversite yıllarımda birçok meditasyon
kitabı almıştım. Akla ziyan teknikler anlatılıyordu. Adam bir lotus oturuşunu
beş sayfada anlatıyordu. Hele meditasyon oturuşu sırasında dilini damağın neresine
değdirmen gerektiğini anlatmaya başladığında kitabı bırakmıştım. O sıralar okuduğum
bir kitapta bir yogi ile öğrencisi arasında geçen bir diyalog vardı. Öğrenci soruyordu.
“Ustam en iyi meditasyonu nasıl yapabilirim.” Utsa cevaplıyordu. “Meditasyon
yaparak”. Bu söz beynime kazınmıştı. “En iyi meditasyon yapmanın yöntemi,
meditasyon yapmaktı.” Ondan sonra bir daha bu konuda hiçbir kitap okumadım.
Küçükken…Yıl daha 1970’ li yıllardayken.. Evde siyah beyaz
televizyonlarınız varken. O da sadece mahallede sayılı insanların evindeyken.
Televizyonda seyrettiğiniz insanların gerçekten televizyonun içinde olduğuna
inandığınız oldu mu? Televizyon kapandığında bu insanlar buraya nasıl giriyor
diye televizyonun arka kapağına baktığınız oldu mu?
Benim olmuştu.
Şimdi çocukların elinde telefonlar, tabletler, duvarlarda
kocaman LCD’ler. Şu an itibarı ile söylüyorum, hiçbir çocuk elindeki telefonu
çevirip, acaba bu insanlar bunun içine nasıl giriyor diye zerre kadar
düşünmediğine kalıbımı basarım. Toplumsal zeka nasıl da gelişiyor değil mi? Ne
alakası var sen küçükken salakmışsın, ben hiç de öyle düşünmemiştim diyen
akranlarım varsa onlara saygılar.
Bir mağazanın TV reyonlarının olduğu yerde asılı onlarca LCD
TV’de farklı kanalları gördüğümde aklıma hep Einstein’ ın zaman ile ilgili teorisi
aklıma gelir. Einstein tüm zamanın aynı anda geçekleştiğini savunmuştur. Yani
1071 ile 2021 aynı anda yaşanıyor. Önemli olan odaklandığımız zamandır der. Einstein’
a göre bizim odağımız 2021 olduğu için bu zamanı hissediyoruz. Yani TV
reyonunda bulunan yüzlerce faklı TV’den hangi kanalı seçersek ona odaklanırız.
Hangisini seyredersek o dur.
Daha önce ondergungorblog.blogspot.com’ da yazdığım yazıdan
bir bölümü aşağıya aldım:
1954 yılında genç bir fizikçi olan Hugh Everett çoklu
dünyalardan bahseder. Dünyada yaşadığımız büyük tarihsel olayların farklı
sonuçlarının farklı evrenlerde yaşanmış olabileceğini ve buna benzer paralel
evren senaryolarını ilk kez gündeme getirir. Paralel evren hakkındaki tezleri
ilk okuduğumda bu adlandırmanın eksik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü paralel
evreni ya da paralel dünyaları arkadaşlarımla tartıştığımda şunları fark ettim.
İnsanlar paralel evrenin/dünyanın varlığına inanıyor ancak bu olayların sınırlı
sayıda ve farklı dünyalarda gerçekleştiği düşüncesine kapılıyorlardı. Yani farklı
bir evrende farklı hayatlar yaşanabileceğine inanıyorlardı. Ben ise paralel
evren/dünya yerine paralel hayatların olduğunu bunun farklı bir mekan ya
da faklı bir zamanda ve sınırlı sayıda olmadığını hayal etmelerini söylüyordum.
Ancak evrenin sınırsız olduğu ve sürekli büyümekte olduğu yönündeki bilimsel
görüşler, farklı dünyalar ya da farklı evrenlerde paralel/çoklu yaşamları daha
olası kılıyordu.
Bu yıl okuduğum bir yazı ise yüzümde tatlı bir gülümseme
oluşturdu. Makale şöyle diyordu:
“Hertog ve Hawking'in yeni makalesinde, uzayın farklı fizik
kanunlarının geçerli olduğu 'cep evrenleriyle dolu olduğu' teorisi yerine, bu
alternatif evrenlerin birbirinden çok da farklı olmayabileceğini ortaya
koyuldu.”
Yani alternatif evrenler, aynı zaman ve mekanda olabilir
diyordu makale.
Sınırsız depolama kapasitesine sahip bir bilgisayara ne
kadar film kaydederdiniz? Tabii ki sınırsız. Açıklamaya çalıştığım şey tam
anlamıyla şu. Dünyada 8 milyar insan olduğunu düşünün. Bu 8 milyar insanın
hayatı boyunca yaşadığı birçok olayın, farklı sonuçlarla ve farklı bir hayatta
yaşanmaya devam ettiğini ve bunun sayısının da milyarlarca olduğunu düşünün. 8
milyar insanın milyarlarca çoklu hayat yaşadığını düşünün. Bunun da sınırsız
sayıda olduğunu hayal edin. Unutmayın evren sınırsız bir depolama kapasitesine
sahip. Daha da ileri gidelim. Her bir dakikanızda milyarlarca farklı sonuçları
olan ayrı bir paralel evren yarattığınızı hayal edin. Bir saat içinde
yaşadığınız her dakika için milyarlarca çoklu/paralel hayat…Ve bingo. Bu
hayatların her birinde yarattığınız düşünceleri, duyguları…Aklınızın
sayamayacağı kadar düşünce…Bilginin büyüklüğüne, evrenin kudretine bak!
“Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar
Kalbimde sevgin oldukça
Zenginlik mal mülk para neye yarar
Yanımda sen olmayınca”
Melodisini severim dedim ama sözlerini değil. Şarkının
içinde zenginlik var ama sen yoksun. Ben ikisini de isteyenlerdenim.
Maalesef bizim gibi ekonomik açıdan geri kalmış toplumlar,
yıllarca bu “azlık” felsefesiyle yetişti. Ya da bu bize bilinçli bir şekilde
öğretildi. Alın yazımız oldu.
“İki güzel şeyi yan yana getiremedik hiç!”
Parayla mutluluğun aynı anda olamayacağı, parayla huzurun bir
arada olamayacağı, çok paramız olunca sağlığımızı kaybedeceğimiz korkusu,
paranın hayır getirmeyeceği ve daha sayısız felsefi sözler beynimize kazındı.
Yeni oluşan nöronlarımız hep bu düşünceyi destekledi. Sonra da genlerimizle
aktarıldı.
Oysa Avrupa’ lı öyle mi. Kendisine hem zenginliği, hem
mutluluğu, hem sağlığı, hem huzuru hem de paranın getirdiği her türlü konforu
layık gördü.
Bize, iki tane güzel şeyin aynı anda olamayacağı kodlanmış.
Çok gülersek ağlayacağımıza, çok sevinirsek kötü bir haber alacağımıza inandırılmışız.
Yeşilçam filmlerinde de öyle değil miydi? Esas oğlan fakir
ama gururlu, aşık olduğu kız zengin ama şımarık, babası ise parasıyla caka
satan kötü adam.
Neyse. Bugün yazmak istediğim konu parayla ilgili ama
yukarıdaki anlattıklarımla ilgili değil.
Gençler soruyorlar. Abi, hangi mesleği seçelim? Hangi bölümü
yazalım diye? Onlara diyorum ki, hangisinde para çoksa onu yazın.
Abi sen böyle deme bari diyorlar?
Saatlerce onlara paranın ne kadar önemli olduğunu
anlatıyorum. Onlarsa ergenliğin verdiği hormonlarla, felsefi konulara
dalıyorlar. Aşktan, gönülden, samanlıktan bahsediyorlar. Ütopik bir dünyada
yaşıyorlar. Gençler. Heyecanları var.
Peki para günümüzde niye bu kadar önemli diye soruyorlar. Eskiden
de önemliydi ama günümüzde daha da önemli diyorum. ve başlıyorum anlatmaya. Çünkü arzularımız var. Sahip olmak
istediğimiz nesneler var. Eskiden bunların sayısı sınırlıydı. Daha çok
somuttular. Arzuladığımız şeylere az sayıda insan sahipti ve bunu onların da
kabul etmesiyle rahat bir şekilde alabiliyorduk. Alamasak da arzular şelale
değildi. 😊 Günümüzde ise arzulanan şeylerin sayısı somut
ve soyut olarak son derece fazla. Üstelik sadece birilerinin elinde değil. Her
yerde. Kafanızı çevirdiğiniz her şey arzu yaratabiliyor. Cep telefonunuzun
içindekiler, bilgisayarınızın ekranındakiler, sokaktakiler, vitrindekiler,
arkadaşınızdaki.
Onlar da haklı. İstedikleri mesleği yapmak, ideallerinin peşinde koşmak istiyorlar. Ama hayat tecrübelerim, bunları başaran insanların sayısının çok az olduğunu söylüyor. Niye paradan bahsediyorum onlara, çünkü daha yolun başındalar, daha tercih aşamasındalar, ilk adımlarını atacaklar. Ben de ilk sözü söylüyorum. Yani Ankara'ya gelmiş bir insan nereden ev alayım diye sorarsa bir fikir veririm, ama henüz hangi ilde yaşayacağına karar vermemişse bu insana daha farklı bir tavsiyede bulunabilirim. Bunun gibi. Onlar daha yolun en başındalar.
Napolyon’ a atfedilen bir hikaye var:
Napolyon'un esir olarak aldığı bir general “Siz para için
savaşıyorsunuz biz ise şerefimiz için savaşıyoruz!!” deyince Napolyon
"Doğru, herkes kendisinde olmayan şeyler için savaşır." demiş. Bunun
çok değişik versiyonları da var.
Ünlü bir şarkıcıyla röportaj yapan spiker;
“Efendim sizin için dünyada en önemli şey nedir? Para mı?
Dürüstlük mü?” diye sorunca:
Şarkıcı “Para” diye cevap veriyor.. Spiker “Sizden hiç
beklemediğim bir cevap, ben olsam dürüstlük derdim.” derdim. Bunun üzerine
şarkıcı, “Haklısın, herkes kendisinde olmayanı ister.” der.
Yıllardır hep şunu iddia ederim. Para insanlık tarihinde her
dönem önemli olmuştur. Bazı dönemler lüks bir hayat için bazı dönemler ise
sadece yaşayabilmek için. Antik kentlere bakın. Kazılarda çıkan evlerin
neredeyse tamamı zenginler için yapılan evler. Para hakkında söylenmiş ve sizi
paradan soğutmaya çalışan saçma sapan felsefik sözlere de inanmayın. Sizler
Aristo’ nun, Sokrates’ ın fakir olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya da imrenerek
okuduğunuz geçen yüzyılın varoluşçularının, felsefecilerinin yoksul mu olduğunu düşünüyorsunuz? Parası
olmayan insanların müzikle, sanatla uğraştığını mı sanıyorsunuz? Bir iki
istisna olabilir ama…diğerleri? Antik kentlerde bulunan kütüphanelere,
tapınaklara fakirlerin gittiğini mi sanıyorsunuz.
Kimseye para hayatınızın en önemli odağı olsun demiyorum ama
onu görmezden gelmeyin diyorum. Yoksa o sizi hiç görmez.
Çok paradan da bahsettiğim yok, sadece paradan bahsediyorum.
Para önemli değil, zenginlik önemli diyorsanız. O çoook
farklı bir tartışma. Şu andaki yazımın konusu değil. Onu da bir gün tartışırız.
Eğer mutlu olmaktan bahsediyorsanız. O da farklı bir şey. Aristo’ya göre
mutluluk bir amaçtır, hedeflenmesi gereken tek şeydir. Zaten buna hiç itirazım yok. Sadece şu andaki
konumun dışında. Para istemiyorum mutluluk istiyorum diyorsanız yolunuz açık olsun.
Ama yazımın ana konusu da bu zaten. Niye ikisini istemiyorsunuz? İkisinin bir
arada olamayacağını kim söylüyor?
Ama para konusunu konuştuğum gençler
genlerindeki kodlara uygun davranıyorlar. Kurdukları güzel hayallerin yanına
parayı yakıştıramıyorlar. Sanki para olursa hayallerindeki büyü bozulacakmış gibi
davranıyorlar. Ancak birçoğu kurduğu hayalleri için paraya ihtiyaçları olduğunu
kavrayamıyorlar. Bu onların suçu değil. Bize aktarılan genleri biz de onlara
aktardık. Zenginliği, bolluğu hiç kendimize
yakıştıramadık.
Sabah Netflix’ de Karışık Kaset filmini izledim. 2014 yapımı
film. Sarp Apak ve Özge Özpirinçci oynuyor. Genelde filmler hakkında çok yazı
yazmam. Bugün de film hakkında yazmak istemiyordum ama birkaç sahnesine kısaca değinmek
istiyorum. Filmin bir yerinde sevgililerce terk edilme ile ilgili bir konu geçiyor.
Özge Özpirinççi’ nin söylediği sevgilime, “İbne Fener” dedim kısmı hiç hoşuma
gitmedi. Gereksiz bir söz. Filme kasıtlı olarak yerleştirilmiş bir diyalog. Yarın
Fenerbahçeli bir yönetmen ya da senarist çektiği filme, geçenlerde arkadaşıma “İbne
Cimbom” ya da “İbne Beşiktaş” dedim diye bir diyalog yerleştirse iyi mi olur? Diyeceksiniz
ki çok gereksiz bir yere takılmışsın. Doğru. Ama inanın bir çok kişi takılmıştır
bu ayrıntıya. Olsa ne olur, olmasa ne olur diyorsanız size de bir şey diyemem. Filmin
sonlarında ise karışık flash disk sahnesi, espri bile olamayacak derecede kötü
olmuş. Ayrıca, Ulaş’ın ruhsal yapısı bilinçsizce işlenmiş. Her türlü kişilik
yapısına rağmen, bir şekilde sosyal hayatın içinde olan Ulaş, birden şizofren
bir kimlik sergiliyor ve evin içinde ölmüş babasıyla konuşuyor. Hem de bir sahnede
değil, birçok sahnede. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi yine normal hayatına
dönüyor. Birden şizofrenik kimlik kayboluyor. Neyse işte öyle bir film.
Film, adı gibi (Karışık Kaset) karışık olmuş.
Filmde hoşuma giden sahnelerde vardı. Lunapark sahnesi.
İzmir Fuar’ ını hatırlattı bana. Benim için iki farklı İzmir Fuar’ı vardı. Birincisi
20 Ağustos- 20 Eylül tarihleri arasında açılan ve Tepeköy’den ailecek gittiğimiz
İzmir Fuar’ ı, ikincisi ise İzmir’de lise yıllarımda kendi başıma yılın her
zamanında gittiği İzmir Fuar’ı. İzmir Atatürk Lisesi, fuarın Montrö ve Lozan
kapıları boyunca uzanırdı. Her iki kapıdan da giriş yapar, saatlerce fuarda
dolaşırdım. Hey gidi fuar.
Bir de gelelim şu karışık kaset olayına.
Küçüklüğüm İzmir-Tepeköy’ de geçti. Şimdilerde, Tepeköy diyen
yok. Torbalı daha çok kullanılan bir isim. Biz yerlileri halen daha Tepeköy
deriz. Atatürk Meydanı’ nda Plakçı Atik vardı. Ortaokul, lise zamanlarımızda, elimizde
şarkı listeleriyle onun dükkanına giderdik. Verdiğimiz listeler birkaç gün
içinde karışık kaset haline gelirdi. Evde kasetçalarda(teyp) dinlerdik. Benim
walkman’ im yoktu. Hiç de olmadı. Bazen
arkadaşlarımdan ödünç alırdım, ancak ona da pil alamazdım. Piller çabuk biterdi.
Hatta kaseti ileri sarmak için ya da geri almak için pil bitmesin diye
yuvasından çıkarır kalemle sarardım.
Üniversitedeyken rock müzik, heavy metal ve 1960’ ların
müziklerini dinlerdik. Henüz CD’ler çıkmamıştı. Windows 3.1 var mıydı
bilmiyorum. 1988-1992 yılları arasıydı. Zafer çarşısının alt katında plakçı
vardı. Oraya gider, istediğimiz şarkıların kasetlerini yaptırırdık. Hepsini
bulmak da mümkün olmazdı.
Peki o kasetler ne oldu? Evlenince eşim hepsini attı. Ben de
itiraz etmedim.
Her şey ne kadar hızlı gelişiyor. Kaset, CD, flash bellek,
telefon hafızası, MP3 derken hepsi tarih oldu. Youtube’ dan istediğimiz şarkıyı
dinliyoruz artık. Üstelik bulamama derdi yok. Her şey var. Eskiden dinleyip de
bir türlü ulaşamadığım şarkılar, şarkıcılar..
Bakalım 5 yıl sonra Youtube’ ın yerini ne alacak.?
Nisan ayında başlayan tam kapanma
sürecinde bayılmak üzere olduğumuz günlerdeyiz. Gerçi dün işe gitmek zorunda
kaldım ve meşhur soruyu kendime sordum “Tek kapanan ben miyim?”
Maalesef sokaklar hiç kapanmamış
gibi. Olan esnafa oldu. Birçok dükkan kapalı ama dışarıda sürüyle insan var.
İnsan profiline baktığınızda dışarıdaki birçok kişinin de çalışmayan/işe
gitmeyen kişiler olduğu belli.(İşe
gidenler zaten işlerinde.) Belki onlar da haklı, evlerine ekmek alacaklar, süt
alacaklar, sebze alacaklar, meyve alacaklar… Herkes evlerde bunaldı. Sonuç;
insanlar dışarıda. Bu durumda kimi dinlerseniz haklı. Maalesef herkesin haklı
olduğu bir durumdayız.
Bugün itibarıyla ülkenin %12,7’
si aşılanmış durumda. Vaka sayıları 20 binlerde.
Pandemi sürecinde en çok özlediğim
şeylerden biri de mekanlar. Mekanların kapalı olması bu süreci zorlaştıran
etkenlerden biri. İnsan bir yerlere gidip oturmak, bir şeyler içmek, müzik dinlemek,
konsere gitmek istiyor.
Aylardır evdeyiz. O yüzden yazacak
çok fazla bir şey yok. Anten kablosunu onarıyorum. Çanağın yönünü çeviriyorum.
Prizleri tamir ediyorum. Balkonları yıkıyorum. Yerlerdeki boya lekelerini
çıkarıyorum.
Okuduğum kitapları tekrar
okuyorum.
Başarının 7 Spiritüel Yasası/Dr.Deepak
Chopra
“Başarının birçok yönü vardır;
maddi zenginlik bunun sadece bir parçasıdır. Bunun öncesinde başarı bir varış
noktası değil, yolculuktur. Kelimenin tam anlamıyla maddi bolluk, bu yolculuğu
en keyifli hale getiren unsurlardan biridir, fakat başarı aynı zamanda sağlıklı
ve enerjik bir bedene sahip olmayı, hayattan zevk almayı, ilişkileri dolu dolu
yaşamayı, yaratıcı özgürlüğü, duygusal ve ruhsal dengeyi, iyi ve huzurlu olmayı
da kapsar.”
İlk kez önümdeki Mayıs 1969 tarihli Varlık Dergisi’ nin 740’
ncı sayısından okuyorum. Ülkü Tamer’ den. Nakıp Ali Öldü başlıklı yazı.
İnternetten araştırıyorum. Hakkında birkaç yazı var. Hepsini
de Ülkü Tamer yazmış. Başka tanıyan da yok herhalde diye düşünüyorum. Ancak
sonrasında Nakıp Ali Sinemaları başlığını görüyorum.
Asıl adı Mhemet Ali Nakıpoğlu. Namı diğer Bombacı Ali. 1
Nisan 1969’ da ölmüş. Ertesi ay yayımlanan Varlık Dergisi’ nde Ülkü Tamer
yazmış. Önümdeki dergide o.
“Yedi-sekiz yıl oluyor. “Yeni Melek” sinemasında bir film
seyrediyordum. Ansızın film koptu, ışıklar yandı. Biraz sonra yeniden başladı.
İki dakika sonra yeniden koptu. O sırada üst balkondan biri bağırdı!
-Nakıp Ali’ yi de geçti.
Yanımdaki arkadaşım.
-Ne dedi? diye sordu.
-Nakıp Ali’ yi de geçti dedi, diye cevap verdim.
-Nakıp Ali’ yi mi?
-Evet, Nakıp Ali’ yi.
Çok olağan bir sesle söylemiştim bunu. “Herhalde çok ünlü
biri bu Nakıp Ali, benim bilmemem ayıp,” diye düşünmüş olacak, kim olduğunu
sormadı Nakip Ali’ nin. Ben de bir şey demedim.”
Böyle bir girişle başlamış yazıya Ülkü Tamer. Bu anısını birkaç
yerde daha yazmış. Yazı devam ediyor.
“Nakıp Ali geçenlerde ölmüş. Güneye sinemayı ilk getiren
adam. “Yılmaz Ali” nin afişinden “King Kong” un afişine kadar bana bir sürü
afiş veren adam. “Parasını babam verecek” deyip, sinemasının kapısından içeri
daldığım adam. Ölmüş.”
“Küçüktüm Nakıp Ali’ nin sinemasındaydım yine. Filmden önce,
“Gelecek Program” gösterilirdi. Güzel bir filmdi. Görmek istiyordum. İki gün
sonra İstanbul’ a gidecektim. O filmi görmemek çok üzecekti beni.
-Ben de şans yok, dedim Nakıp Ali’ ye. Gelecek
hafta yerine bu hafta oynasaydı bu film ne güzel görecektim.
Ertesi gün beni çağırttı. Sabahleyin erkenden benim için
oynattı o filmi. O filmi oynatarak bir çocuğu sevindiren adam ölmüş.”
“Biraz daha büyüdüm. İstanbul’ un sinemalarını biliyordum
artık. İstanbul’ un sinemalarının kapılarına koca koca afişler asılıyordu. Bir
yaz Gaziantep’ e gittiğimde, Nakıp Ali sinemasının kapısına asılsın diye
kocaman bir afiş yaptım. Toprak boyayla. “Zeytikliklerin Altında Sükun Yok” un
afişini. Sonra katlayıp, götürdüm. Ne bileyim ben…Katlayınca bütün boyaları
dökülmüş afişin. Renkler, yazılar birbirine girmiş. Ben üzülmeyeyim diye o
berbat afişi sinemasının kapısına asan adam ölmüş.”
Ülkü Tamer’ in hem bu yazısında, hem de daha sonraları
kaleme aldığı bir çok yazı da Nakıp Ali ile ilgili bir çok anısı var.
Çocuklar kendisine yapılanları hiç unutmuyor. Küçük bir
çocuğu sevindiren adam ölümünden sonra defalarca hatırlanmış ve her seferinde
Ülkü Tamer tarafından hakkında bir şeyler yazılmış.
Nakıp Ali için şunları söyleyebilirim. Daha önce bu blogtaki
yazılarımdan birinde bahsetmiştim. Bir diyabet toplantısındaydım. Bir üniversitenin
diyabetik ayak bakımı için açtığı servisi dolaşmış, ardından toplantıya
katılmıştım. Toplantıda servisi açmak için uğraş veren hoca şunları demişti. “Türkiye’ de iyi
olan bir çok şey kişisel uğraş ve çabalar sonucu yapılmaktadır.” Gerçekten de
öyle. Bir Nakıp Ali, kişisel uğraşı ve emeği ile Gaziantep’e sinema getirmiş, herkesi daha okuma yazma bilmeden sinemayla tanıştırmıştı.
….
Not: Nakıp Ali'yi
anlatan en önemli film Kadir İnanır'ın başrolünde olduğu Memduh Ün filmi
"Bir Mucizedir Sinema"(2005) Ayrıca İz TVtarafından hazırlanmış bir belgesel var.
İkisini de seyretmedim. Seyredince paylaşırım.
………
Küçüklüğümde sokağımızda oturan yaşlı bir adam vardı. Her bayramda
sokaktaki çocukların tamamına leblebi şekeri dağıtırdı. Kese kağıdı ile aldığı
şekerleri gazete kağıdından yaptığı külaha doldurur hepimize eşit şekilde paylaştırırdı.
Adını hatırlamıyorum. Kim olduğunu da bilmiyorum. Ama külahtaki şekerleri
cebime koyduğum anı çok iyi hatırlıyorum.
Gitarı elimize aldığımızda Akdeniz Akşamları’ nı çalarız.
Otobüse binmek istediğimizde bilet nerede satılıyor diye sorarız.
Üniversite sınav sonuçlarının açıklandığını duyduğumuzda gazete almaya gideriz.
Aramızda farklar var.
Tabii ki bunlar işin abartması ancak ben bunları nesil farklılığı olarak yorumlamıyorum. Eskiden bizim zamanımızda, ebeveynler ile çocuklar arasında nesil farklılığı var denirdi. Şimdiki farklılıklarımızı ise nesil farklılığı olarak yorumlamak işin kolayına kaçmak gibi. Hem hangi nesil. Biz mi eski nesiliz. Şimdikiler mi?
Bob Dylan, Blowin in The Wind’ de soruyor:
Evet, ve bir adamın kaç kulağı olmalı?
İnsanların ağladığını duyabilmesi için.
Ya da Jim Morrison dediği gibi.
"Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz” dediği dönem.
Hangimiz yeni, hangimiz eski. Eski/ yeni şeklinde sormak doğru değil. Soruyu daha doğru soralım. Hangimiz daha….?
Pandemi günleri, esnek çalışma mesaisinin olduğu
günlerdeydim.
Sabah erken uyanır, tekrar uyuyabilme umuduyla yataktan
dışarı çıkmazdım. Olan biten sesler kulağımda oynar dururdu. Zihnim dolu dizgin
at gibiydi.
Karşı apartmanın demirden bahçe kapısı açılır, her zamanki
adam kapıyı kapatmadan gider, birkaç saniye sonra kapının çarpma sesini
duyardım. Şişko komşuydu bu. Arabasına binerken arabanın üstüne tutunurdu.
Başka bir komşu arabasının kapısını açar hemen arabasına
binmezdi. Bilirdim, siyah hondası olan adamdı bu. Apartmandan çıkar çıkmaz
sigarasını yakar, yarıya kadar içer, yarısına gelmeden binmezdi arabasına. Geri
kalanının yere atardı. Söndürmeden.
Alt komşulardan biri kapıyı açar daha kapıyı kapatmadan
kontağını çevirirdi. Polo’ su olan komşuydu bu.
Kadın komşularımızda vardı. Arabaya bindikten dakikalar
sonra çalıştırırlardı arabalarını. Bilirdim onları da.
Bir de her sabah 07’ de bir araba geçerdi. Nedense hep bizim
evin önünde egsozu pat pat ederdi. Palioydu.
* Dün gece 02.00’ da Merkez Bankası Başkanı görevden
alınmış.
* Türkiye, ilk ülke olarak imzaladığı İstanbul
Sözleşmesi’ nden çekilmiş.·
* Dün Almanya tarafından, Dr. Özlem Türeci ile Prof. Dr. Uğur
Şahin’ e Almanya’nın en üst düzey devlet madalyası olan Yıldızlı Liyakat Nişanı
verilmiş. Tören’ de Almanya Cumhurbaşkanı ve Merkel hazır bulunmuşlar. Almanya
Cumhurbaşkanı Steinmeier konuşmaya Oscar Wilde’ ın şu sözüyle başlamış: “Gelecek,
henüz belirgin olmadan fırsatların farkına varabilenlere aittir.”
“Gelecek, henüz belirgin olmadan fırsatların farkına
varabilenlere aittir.” Oscar Wilde.
·*Facebook, bilgisayarları beynimizle kontrol
etmenizi sağlayan bir bileklik yapıyormuş. 5 yıldır kullandığım Mi bilekliğimden
3 gün önce ayrıldım ve bir daha takmamaya karar verdim. Oldu mu bu haber?
·* Çok ilginç bir haber: Yeni bir çalışmada,
yıldırımın yaşanabilir ortamlarda organizmalar için temel bir elementi mevcut
hale getirmeye yardımcı olduğu öne sürülmüş.
·* AB'den yeni mülteci planı: Vatandaşlarını geri
almayan ülkelere vize yaptırımı. Tamam da zaten vizesiz gelemiyorlardı. Yaptırım
yapa yapa elinizde yaptırım kalmayacak.
·* Euronews tr’ de “Dünyadaki tüm ülkeleri gezen
'en genç kişi', 22 yaşındaki Lexie ile tanışın” diye bir haber var. “10 Nisan
1998 Kaliforniya doğumlu bu Amerikalı genç kadın henüz 22 yaşında ve geçen sene
196 ülkeyi kapsayan dünya turunu tamamlayarak bu alanda Guinness Rekorlar
Kitabı'na girmeyi başardı.” diyor haberde. Amacı gezmek değil rekor kırmakmış.
Keşke amacı gezmek olsaymış. Ne anladım
o gezmekten.
Bugün neden bahsedelim?
Dün whatsapp ve instagram çöktü. Bir dakika içinde twitterda
30 bin mesaj atıldı. Belki de çok daha fazla. Sosyal medya delisi olduk çıktık.
Ancak bu durum tamamıyla normal. İnsan yaşadığı dönemin tüm özelliklerini yaşar.
Bu dönemde böyle bir dönem. Yadsımak hatadır.
Eğer Cristoph Columbus’ un bilgisayarı, cep telefonu,
interneti, playstation’ ı olsaydı Amerika’yı keşfetmek için uğraşmazdı. 😊
Salvador Dali günümüzde yaşasa “İnfluencer” olurdu.
Salvador Dali deyince aklıma, Varlık Dergisi’ nin Aralık 1975
yılında yayımlamış olduğu “Dehşetli gülerim ben” başlıklı Salvador Dali röportajı
geldi. Geçen hafta okumuştum.
Salvador Dali resmi : Living Still Life (Fransızca: Nature Morte Vivante )
“Dehşetli gülerim ben.” Salvador Dali.
Röportajdan (Varlık Dergisi Aralık 1975 , Sayı: 819 Çeviri
Zeki Kemal);
Soru: Eleştirmenler sizin çoğunlukla ticari kaygılar içinde
olduğunuzu söylüyorlar. Televizyonda bıyığınızı traş ediyor, türlü malların reklamında
adınızın kullanılmasına izin veriyormuşsunuz. Gerçekten ticari kaygılar içinde
misiniz?
Yanıt: Söyledikleriniz tam tamına doğru. Başkaları gibi Dali
de parayı sever. Bana göre altın mistik bir düşündür. Ortaçağ’ da mistiklerde
çamurdan altın yapmak için çalışmışlardı. Dahası ben kalkıp da Gerard Dou’ dan
söz edecek olsam, kimse dinlemez. Halk benim kişiliğimle ilgileniyor.
(Bu arada Gerard Dou, Hollandalı bir ressam)
“Başkaları gibi Dali de parayı sever.” Salvador Dali.
Soru: Öyleyse, şaşırtıcı davranışlarınız yapıtlarınıza ilgi
çekmeye mi yarıyor?
(Bu arada çok ağır bir soru olmuş bu. Hani kapak olmuş
derler ya o cinsten. Ama adamın cevabına bakın siz.)
Yanıt: Üstüne bastınız. 6 yaşımdan beri acayiplikler yaparım;
bir tabutun içine girdim. Başıma gülünç şapkalar geçirdim. Sonuç: kalabalıklar.
Ben de fırsattan yararlandım. İnsanlar hep “Dali reklamı sever” der, ben de “Tabii,
ama asıl reklam Dali’ yi çok sever.” derim.
Soru: Şimdi doğru söyleyin bana, kimi zaman, ama yalnızca
kimi zaman, yaptıklarınızla ilgilenen insanları alaya alıyor musunuz?
Yanıt: İnsanları asla alaya almam. Çok ciddiyimdir; belki de
trajik’ imdir. Çoğu zaman bir şey yaptıktan sonra, başlıyorum gülmeye, başkalarına
değil, kendime. Dehşetli gülerim ben. Bu gülme nöbetleri kimileyin o denli
şiddetlenir ki, yerlere yatmak zorunda kalırım. Bu, acı da verebilir. Ama bütün
bunlar, a posteriori (sonradan) olur. Bu anlarda ben, bütün bunların
gülünç olup olmadığının bilincinde değilimdir.
Soru: Gerçekten büyük bir sanatçı olduğunuza inanıyor
musunuz?
Yanıt: Yok yok. Diyelim ki Velazquez ya da Vermeer’ e oranla
ben pek alçak gönüllüyüm. Ama bugünün yaşayan sanatçılarıyla karşılaştırıldığımda,
onların en iyisiyim. Bunun nedeni benim çok iyi oluşum değil, onların çok kötü
sanatçı oluşlarıdır. Resim, benim, yalnızca küçük bir parçamdır. Matematik konusunda
da bilim konusunda da yazarım. Kişisel olarak şuna inanıyorum ki, sanatımdan
çok, beynimle daha ilgi çekiciyim.
“Kişisel olarak şuna inanıyorum ki, sanatımdan çok, beynimle
daha ilgi çekiciyim.” Salvador Dali
Soru: Şöyle söylemiştiniz daha önce: “Benimle gerçek deli
arasındaki tek fark, benim deli olmamamdır.” Öyleyse nesiniz siz?
Yanıt: Yıllar önce kişiliğimin ruhbilimsel yapısının paranoia
olduğunu kendi kendime buldum. Yaratıcılık sabuklamasaydı ( delirium of interpretation)
bu. Böyleyse, imgelerin öznel sabuklaması için bir bildirişim yöntemi
geliştirdim. Beynimin bu zorlu düzenleme gücü, yaşamımın yapıtıdır.
Sabuklama
“Benimle gerçek deli arasındaki tek fark, benim deli
olmamamdır.” Dali.
Aşağıda Salvador Dali’ nin bıyıkları ve resmi üzerine bir
röportajı var. İyi seyirler.
Röportajda bahsedilen, Sir Laurence Olivier' a ait porte aşağıda.
Dali, Sir Laurence Olivier' ın portresini çizerken.
Dali tarafından çizilen Sir Laurence Olivier' ın portresi
Remzi Kitabevi' nin YOGA kitabı. 1993 yılında henüz evlerde internet tek tük. Çevirmeli bağlantı ile ODTÜ' den internete giriş ver. DOS ekranından. Windows 95' in daha iki yılı var. (Windows 95 çıktığında bizim için devrim niteliğindeydi.) Youtube daha ana karnına bile düşmemiş. CD' lerde YOGA eğitimleri yok. Ashram' lar sayıyla. Anlayacağınız, elinize şarkı listesini alıp, Zafer Çarşısındaki kasetçilere gidip, karışık kaset yaptırdığımız günlerdeyiz. Adlarını kitaplardan okuduğumuz, duyduğumuz rockçıların albümlerinin peşinde koştuğumuz günler. Santana 'nın, U2 'nun, The Doors' un, Pink Floyd' un, Jethro Tull' ın, Jimi Hendrix',in...
Sokaklarda son model Doğan SLX' ler dolaşıyor. Zeki Müren 'i canlı dinliyoruz.
Cem Adrian daha 13 yaşında.
Ankaray ve Ankara Metrosu henüz yok.
Güzel karım Gamze' yle tanışmama daha bir yıl var.
Elimde YOGA kitabı, ardışık hareketlerin nasıl yapılacağını pür dikkat okuyarak öğrenmeye çalışıyorum. Örneğin parsvottanasana' yı doğru bir şekilde yapmaya çalışıyorum.
Bugün 13 Mart 2021.
Sabah saat 07.30. Youtube' da milyonlarca YOGA videolarından birini izledim. King Crimson' un Epitaph şarkısını açtım.
Feza Seyahatleri Ruhlarla Görüşmeye Tesir Eder mi?
Aşağıda kapak resmini koyduğum Ruh ve Madde dergisinin Ekim 1961 sayısından aldığım bir yazı başlığı bu şekilde.
Ruh ve Madde Ekim 1961 Sayı 21
Yazı başlığında Silver Birch' in gözüyle Feza Seyahatleri Ruhlarla Görüşmeye Tesir Eder mi? Two Worlds' dan (Eylül 1961 sayısından) çeviri yazısı diyor. Çeviriyi Jale Gizer yapmış.
"Bir adam roketle fezaya fırlatıldığı zaman bu, ruh aleminde acaba nasıl bir kargaşalık husule getirir?"
Bu sual Hannan Swaffer' in hususi celselerine rehberlik eden Silver Birch' e sorulduğu zaman o şöyle bir cevap verdi.
"Bu bize tesir etmez. Bizim dünyamıza gelmenin yalnız bir yolu vardır. Bunun içinde rokete ihtiyacınız yoktur. Bu, (roket) tamamen fizik plan seviyesindedir. Madde ve ruh alemi arasındaki maniaları yıkabileceğiniz teknik ve ilmi, bir yol mevcud değildir."
Hazirundan biri sordu:"Bize bir çok defa dünya varlıklarıyla temasın zorluğundan bahsetmiştiniz."
Rehber cevap verdi:"Bu tamamile farklı bir durumdur."
Aynı şahıs sordu:"Yakın bir gelecekte atmosferin üstünde, dünya etrafında dönmeğe muvaffak olacağız. O zaman ruhlarla temasımız kolaylaşacak mı?"
Silver Birch:"Hiç bir suretle" diye cevap verdi.
Yazıyı okuduktan sonra ilk olarak Two Worlds dergisinin Eylül 1961 sayısını internetten aradım. Sadece 1961 Ocak ayına ait bir dergi satış ilanı gördüm. Google' da onun dışında dergi hakkında hiç bir şey bulamadım. Ancak Yandex' te arama yaptığımda, Emma Hardinge Britten tarafından İngiltere'nin Manchester kentinde 1887'de kurulan spiritualist haftalık dergi olduğu, uzun yıllar boyunca İngiltere'nin kuzeyindeki spiritualistlerin sesi olduğu ve 1960 yılında rakibi ile birleşerek aylık olarak yayımlanmaya başladığı ile ilgili bilgiler vardı.
Silver Birch ile ilgili arama yaptığımda ise ülkemizde yayımlanmış iki kitabı olduğunu öğrendim. Büyük Ruh'un Habercisi-1 ve 2. Silver Birch büyük ihtimalle takma adı.
Yazıyı okuduktan sonra niye bunları araştırdım?
Çünkü seans sırasında sorulan sorular pes artık dedirtti. Öncelikle böyle bir seansın yapılıp yapılmadığını, böyle bir derginin varlığı ve kişiler hakkında bende kuşku uyandırmıştı.
Çünkü, eskiden ruhçuluğun şu ana göre daha ileride olduğuna inanan kişilerdenim.
Roketle ruh arasında bağlantı kurmaya çalışan bir kişinin böyle bir seansta yer alması beni çok şaşırttı.
Bugün 06 Mart 2021. Geçen yıl bu zamanlarda kapanmıştı
Türkiye.
Haber başlıklarına bakıyorum.
Euronews.tr’ de bir haber. “BM: 2019'da dünya genelinde
931 milyon metrik ton gıda israf edildi”
Haberin detayı şu şekilde:
Birleşmiş Milletler Çevre Ajansı'nın (UNEP), gıda atığı
ve plastik kirliliğine karşı çalışmalarıyla bilinen WRAP isimli sivil toplum
kuruluşuyla birlikte yayınladığı 2021 gıda israfı endeksine göre, 2019'da dünya
genelinde 931 milyon metrik ton (1,03 milyar ton) gıda israf edildi.
Bu, peş peşe sıralanan 23 milyon kamyon dolusu israf
edilmiş gıda anlamına geliyor.
İşin kötü yanı, bu israfın toplam üretimin yüzde 17'sinin
daha insanoğlunun damağına değmeden çöpe atılmış olması diyor.
Birleşmiş Milletler' e göre, atığın çoğu (yüzde 61) evlerde
yaşanıyor. İsrafın yüzde 26'sı gıda hizmetleri sektöründe ve yüzde 13'ü de
perakendecilerin elinde yaşanıyor.
Dünya genelinde üretilen gıdaların %17'si insan damağına ulaşmadan atılıyor.
Gıda israfının;
%61’ i evlerde,
%26’ sı hizmet sektöründe,
%13’ ü perakendecilerde,
meydana geliyor.
Gıdaların büyük bir çoğunluğu evlerden atılıyor.
Gıdaların %26' sı hizmet sektörü tarafından atılıyor.
Bu kabul edilebilir bir şey değil. Düşünsenize üretilen
gıdanın neredeyse daha 5’ te 1 i insan tarafından tadılmadan yok oluyor.
Yukarıdaki tabloya göre ise herkes bu işten sorumlu.
Elon Musk Mars’ta su arayacağına Afrika’ da su arasın,
insanlığa daha büyük hizmet eder diye.
Anlayacağınız dünya bildik dünya. Hiçbir zaman değişmeyecek.
Buradan da anlaşılacağı gibi önemli olan toplumların değil bireylerin
yaratacağı fark. Diyeceksiniz ki bu ne kadar etkili olur. Yıllar önce bir
üniversitede diyabetle ilgili bir konferansa katılmıştım. Bir profesör üniversitede
yaptıklarını anlatıyordu. İyi de övünüyordu. Haklı bir övünmeydi ama. Şu sözü
beni çok etkilemişti. “Türkiye’ de üniversitelerdeki ya da Kurumlardaki birçok
iyi gelişmenin nedeni Kurumsal bir anlayıştan kaynaklanmaz, idealist bir
kişinin kişisel çalışmalarından kaynaklanır.” Bunu uzunca düşündüm. Hatta
birçok yerde bu sözün doğruluğu defalarca gözlerimin önüne serildi. Gerçekten tıp
fakültesi üniversite hastanelerinde birçok özel tedavi bölümü o konuda idealist
hocaların çalışmaları ve uğraşları sonucu oluşmuştu. Sanat, müzik, tiyatro, belediyecilik,
şehircilik, doğa ve daha aklınıza hangi konu geliyorsa “şu kişinin zamanında”, “şu
kişinin büyük uğraşları sayesinde” gibi cümleleri çok sık kurarız. Lafı
uzatmayayım, bu anlattıklarımdan şuraya gelmek istiyorum. Bir bireyi küçümsemeyin.
Birçok bireyin hayatını değiştirecek, birçok kişinin hayatına dokunacak büyük
eserler o bir birey tarafından gerçekleştiriliyor.
Haberlere devam….
Nature Dergisi’ nden bir haber. Makalenin yazarlarından biri
de Türk. Haberin başlığı: Egzersiz
kemikte bağışıklık hücreleri oluşturur.
Kemik iliğinde özel bir kemik hücresi öncüsü türü
tanımlanmıştır ve harekete yanıt olarak lenfosit adı verilen bağışıklık
hücrelerinin oluşumunu desteklediği gösterilmiştir.
Geçenlerde Euronews.tr’ de bir haber daha okumuştum. Her
şeyin yavaşladığı 2020’de küresel ısınma hız kesmedi diye.
“Küresel Karbon Projesine göre karbondioksit emisyonları
da, sadece %7 oranında olsa bile düşüş kaydetti. Nature’da yakın zaman önce
yayımlanan bir çalışmaya göre 2020’nin ilk yarısında karbon emisyonlarında
görülen düşüşün ardındaki neden, sanayide ve havacılıkta yaşanan daralmadan
ziyade kara taşımacılığının ve enerji üretiminin sekteye uğraması olmuş.
Sınırlamaların hafifletilmesiyle beraber eski emisyon seviyelerine geri
dönüldü.”
Yazımın ilk başındaki haberde gıda israfı haberini okumuştunuz.
Gıda israfı, su israfı, çevre kirliliği, dünya karbon salınımı vb.. haberler
bir milyon defa yapılsa, iki milyon kamu spotu çekilse de bu konularda toplumsal
algının yaratılamayacağını düşünenlerdenim. Çaba yukarıda da anlattığım gibi bireysel
ve kişisel olacaktır. Bilgilendirme ve kamu spotlarıyla bu bireylerin sayısı
artar o kadar. Daha fazlası olmaz. Çünkü günümüzün toplumu egoist-bencil- bir toplumdur.
Değişmesi onlarca yıl alır. Herkes, herkesi şikayet eder ama başkasını eleştirdiği
her türlü davranışı kendisi yapar. Günümüzün hastalığı.
Sonuç.
Dünya 5 kez yok olmuş. 6. (Altıncı) yok oluştayız. Bu demek
ki daha önce 5 kere yok olmuşuz ve onların hiçbirini engelleyememişiz. Altıncısı
yolda. Zaten bu sürecin engellenemeyeceğini düşünenler şu sıralar Mars’ a olan
ilgilerini arttırmış durumdalar.
Bugünkü yazımı Elizabeth Kolbert’ in “Altıncı Yok Oluş”
kitabından alıntı yaparak sonlandırmak istiyorum.
Crutzen görüşünü Nature dergisinde yayınlanan “İnsanoğlunun
Jeolojisi” başlıklı kısa bir makalede yazdı. “Günümüzün, pek çok yönden insan
egemenliğindeki jeolojik devresine “Antroposen” adını vermek uygun görünüyor.” Gözlemini
aktarıyordu. İnsanların etkiledikleri jeolojik ölçüdeki pek çok değişiklik arasında
şunları sayıyordu.
• İnsan faaliyetleri gezegenin toprak yüzeyinin üçte biri
ile yarısı arasında bir bölümünde dönüşüm yarattı.
• Dünyanın büyük nehirlerinden çoğu üzerinde baraj
kuruldu ya da yatakları değiştirildi.
• Gübre fabrikaları tüm karasal ekosistemlerin doğal
olarak açığa çıkardığından daha fazla nitrojen üretiyor.
• Balık çiftlikleri okyanusların kıyı sularının birincil
üretiminin üçte birinden fazlasını ortadan kaldırıyor.
• İnsanlar dünyanın ulaşılabilir tatlı su kaynaklarının
yarısından fazlasını kullanıyor.
"Daha da önemlisi, insanlar atmosfer kompozisyonunu
değiştirdi" diyordu. Fosil yakıtların yanması ve ormanların yok olması bir
araya gelince, havadaki karbondioksit konsantrasyonu son iki yüzyılda yüzde
kırk yükselirken, daha etkili bir sera gazı olan metan konsantrasyonu iki
kattan fazla arttı. Crutzen, küresel iklimin "İnsan kökenli bu emisyonlar
nedeniyle önümüzdeki birkaç bin yıl boyunca doğal davranışından önemli ölçüde
uzaklaşması olasıdır" diye yazmıştı.
Crutzen çok iyi niyetli bir öngörüde bulunmuş. Önümüzdeki
birkaç bin yıldan bahsediyor.
NY Times' ta okuyorum. 100 kelimeyi geçmeyen okuyucu aşk hikayeleri diye bir bölüm var. Adı aşk hikayeleri ama her konuda yazı var.
Bazı katılımcı blog sitelerinde de bu küçük hikayelere denk gelmeye başladım. Küçük küçük hikayeler.
Uzun işlere gelemiyoruz. Biri uzun uzun bir şey anlattığında boşver onları sadete gel diyoruz.
Biliyorsunuz twitter niye çok tutuldu. 140 karakter sınırlaması var diye. Şimdilerde arttı galiba. Neyse sonuç olarak uzun yazıları okumayı sevmiyoruz. O yüzden de blogların yerini twitter, instagram ve youtube aldı. Hatta uzun videoları bile izlemeyi sevmediğimizden youtube' ın popülerliğini Tik Tok aldı.
Şip şak.
Ben de bugün size 80' lerden kalan bir anımı anlatacağım. 100 kelimeyi geçmeden.
1980'ler.
1989 yılı.
Üniversitede hazırlık okuyorum. Dört arkadaş akşam tiyatroya gitmeye karar verdik. İki erkek iki kız.
Biz sizi akşam evden alırız dedik. Alırız dediysek arabayla değil. Daha yemek yiyecek paramız yok.
Maltepe'de bir eve gittik. Kız arkadaşlarımızın kapısını çaldık. Kapıyı anneanne açtı.
Yüzünde bir telaş.
Kızlar süslenmiş püslenmiş.
Kızlar kapıdan çıkarken kadıncağız telaşlı.
Sakın geç kalmayın diyor.
Biz de "Korkma teyze yanlarında bir varız diyoruz."
Kadın sakin bir sesle:
"Zaten siz varsınız diye korkuyorum"
Önder Güngör / Kısa anılar / 80'lerden anılar./ Ankara / 24 Şubat 2021
Kar yağmıyor ama kuru ayaz var. Hafif
bir rüzgar gözünüzden damlaları alıyor.
Ekrana düşen bir haber.
Ford, 2030 yılından sonra sadece
elektrikli araba üretecekmiş. Açıkçası bu sürecin daha önce olmasını
bekliyordum. 2020’ li yıllarda elektrikli arabalara tamamen olmasa da kısmen
geçeriz sanıyordum. Bu işte asıl sorun pil. Pil sorunu çözüldükçe elektrikli
arabalar hem daha ucuzlayacak hem de daha çok yaygınlaşarak, dünya atmosferine
katkı sağlayacak. Yalnız Ford’un bu haberini 2030 yılında elektrikli araba
üretecekmiş gibi yorumlamayın. Ford zaten elektrikli ve hibrid arabalar
üretiyor. 2024 yılında bu üretime hız verecek ve artık karbon emisyonu sıfır
olan araçlar üretecek. 2030 yılından sonra ise tamamen elektrikli araba
üretecekmiş. Belki süreç beklenmedik bir şekilde hızlanabilir. Diğer firmaların
bu konuda tavrı ile hükümetlerin alacağı kararlar bu konudaki akışı
değiştirebilir.
2020 Model Elektrikli Ford Mustang
Ancak benim aklıma takılan başka
bir sorun var.
Şu anda 1960 model bir arabayı
alıp Ankara sokaklarında dolaşabilirsiniz. Daha önlere gelelim. Hayalimdeki
aşağıdaki arabanın aynısı ile Tunalı’ dan geçip, Bulvar’ dan aşağıya
süzülebilirsiniz.
Olmazsa olmazım Anadol.
Hatta bir tane T1, T2 alıp, Ege ve Akdeniz’ de
cirit atabilirsiniz.
Şu güzelliklere bakın.
Peki elektrikli arabalar çıkınca
ne olacak?
Zaten şu anda, içten yanmalı
motoru olan otomobillerin, yani fosil yakıt kullanan arabaların Avrupa’ nın
birçok şehrinde kullanımı yasak. Hele de bu içten yanmalı motoru olan
arabaların üretimi durduğunda yani sadece elektrikli otomobil üretildiğinde bu
süreç çok daha da hızlı ilerleyecek. Eski nesil arabaların kullanımı her yıl
daha çok ülkede yasaklanacak. Yıllar içerisinde herkes arabasını mecburen
değiştirmek zorunda kalacak. Yani daha basit bir dille, benzinli, mazotlu
arabaların tümü yasaklanacak. Çünkü karbon salınımıyla atmosferi kirletmesi
istenmeyecek. Ya da başka bir deyişle size elektrikli araba satmak
isteyecekler.
Gelelim konumuza.
Ben şöyle bir antika araba alayım
dolaşayım hayali gerçek bir hayal olacak. Klasik araba ya da antika araba
tutkunları için en klasik, başka bir deyişle en antika araba ilk elektrikli
arabalar olacak.
Benim için, elveda Anadol, elveda
Hacı Murat, elveda Tospağa.
Sana nasıl veda ederiz?
Bir başkaları için elveda Chevy
Belair, elveda Chevrolet, elveda 1956 Mercedes-Benz 300 SL
Vay beee.
Bir de o gazı köklediğinizde
çıkan motor sesini artık duyamayacaksınız.
Bu konuyla ilgili başka bir
gözlemim daha var. Otonom arabalar. (Otonom kamyonlar, otonom tırlar, otonom
otomobiller. Bu konudaki gelişmeleri android ve ios telefonlar çıktıktan sonra
aynı anlarda raflarda yer alan mp3 çalarlar, dijital müzik çalarların sonuna
benzetiyorum. Yeni nesil telefonlar; mp3 çalarlar, arabalardaki navigasyon
cihazları, küçük oyun konsolları dahil hemen hemen her şeyi bir anda çöp etti.
Otonom elektrikli araçlar belki
ileride birçok taşıma sistemlerini ve meslekleri de çöp edecek. Otonom tırlar,
trenlerin yerini alabilecek, otonom arabalar şoförlerin ve taksilerin yerini
alacak. Hatta arabanıza bineceksiniz, Antalya’ da bir otel ismi söyleyeceksiniz
ve ondan sonra ailecek kitap okuyarak ya da film izleyerek, direksiyona hiç
dokunmadan otele gideceksiniz. Eeee bunlar zaten ileride olacak diyorsunuz. Ben
ileride değil, çok ama çok yakın biz zamanda olacak diyorum. Yani biz ilk elektrikli
otomobilimizi almak için galerilere gittiğimizde bazı ülkelerde otonom araçlar
kullanılmaya başlayacak.
Ford' un ürettiği otonom kamyonlar.
Belli mi olur. Belki Hacı Murat’
a elektrikli motor taktırırız. Çek Bodrum’ a deriz. 😊
İstanbul’ a kar yağacak tahminleri tutmadı. Belki akşama
doğru yağar.
İki gün önce Alaçatı ve Ayvalık’ ı hortum vurdu.
Ankara’ da soğuk ama güneşli bir hava var.
Twitter’da bugünkü gündem konuları, futbolcular ve bugünün
maçları. Demet Akalın’ ın korona testi pozitif çıkmış, Hakan Ünder, Hamit
Altıntop, Ozan Kabak
İllustratorde yaptığım çalışmalar
Esnek Çalışma
Neredeyse bir yıla yakın zamandır evlerde dönüşümlü
çalışmadayız.
Kamudaki adı “Dönüşümlü Çalışma” “Esnek Çalışma”
Yurt dışında “Hybrid Workplace” diyenler var. Hibrit
İşyerleri
Aslında insanların uzun zamandır daha esnek çalışma
istekleri vardı. Pandemi bu süreci hızlandırdı. Özel şirketlerde çalışan bazı
arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla, ofisteki odalarını boşaltmaları istenmiş.
Artık onlar için pandemi şartlarındaki bu esnek çalışma, kalıcı hale
gelecekmiş. Bu zorunlu durum bazı şirketlerin böyle bir senaryoyu test
etmelerine yaradı. Kamuda durum farklı. Kalıcı bir esnek çalışma şimdilik
tartışılır durumda bile değil. PwC'ye göre, ABD çalışanlarının neredeyse dörtte
üçü (% 72) şu anda haftada en az iki gün uzaktan çalışmak istiyor ve üçte biri
(% 32) hiç ofise gitmemeyi tercih ediyor. Benzer şekilde, Gallup Nisan 2020'de
Amerikalıların% 60'ının halk sağlığı kısıtlamaları kaldırıldıktan sonra uzaktan
çalışmaya devam etmeyi tercih ettiklerini söylüyor.
Biliyorsunuz Amerika’da NASA, Google ve Apple çalışanları bir
yıldır işlerini evden yürütüyorlar. Bu kurumlar kapılarına kilit vurmuş
durumdalar. Bir yıl, bu tür şirketler için bazen çok uzun, bazen ise çok kısa
bir süre. Ancak bu uzun sürede verimlilik kaybı yaşamayan bu şirketlerde “Acaba
tamamen uzaktan mı çalışsak?” sorusu gündemde. Spotify’ da bu kervana
katılanlar listesinde. Ancak onların sloganını daha çok beğendim. Work from annywhere.
“İstediğin yerde çalış.” Ofis. Ev. Ya da her ikisi. Ya da başka bir ortak
çalışma alanı.
Benim bu olaylara yaklaşımım şu şekilde. Yeter ki çalış
nerede çalışırsan çalış. Yani Bodrum’da bir ev kirala, işlerini oradan yap. Ya
da tatile çık ama işlerini aksatma. Öğlen havuzuna gir, öğleden sonra otel
odanda işlerini bitir. Nasıl fikir ama? Bazılarınızın karavan dediğini duydum.
O da olur. 😊
Pandemi gündemlerine bakalım biraz.
Pandemi sonrası evlere kapanan insanlarda, teknolojiye
bağımlılık artmış. https://www.technologyreview.com/
da okuduğum bir haberde, “Uygulama analizi şirketi App Annie, Nisan 2020'de
insanların mobil cihazlarda günde yaklaşık 4 saat 18 dakika harcadıklarını
keşfetti. Bu, bir önceki yıla göre% 20'lik bir artışla günlük 45 dakika
fazladan ekrana denk geliyor.
Araştırmalar, ekranlarda daha fazla zaman geçirmenin
doğasında yanlış bir şey olmadığını gösteriyor - özellikle şu anda. Arkadaşlar,
aile ve iş arkadaşlarıyla bağlantı kurmanın faydalarının yanı sıra, teknolojiye
yönelmek zor duyguları yönetmemize ve hatta stresi azaltmamıza yardımcı olabilir
.” yazıyordu.
Bugün aynı sitede bir haber daha okudum. Bunu da sizlerle
paylaşmak istiyorum. Aşağıda linki var. Haberin başlığı:
Hızlı yayılan koronavirüs varyantı ABD kanalizasyonlarında
ortaya çıkıyor
Milyonlarca insanın tuvalet sifonu, covid-19 virüsünün
tehlikeli yeni türlerinin yükselişini izleyebilir.
Yazıdan ilgimi çeken bazı notları aşağıya alıntıladım.
“Kanalizasyon testleri artık bazı şehirlerde bu varyantın
kaç kişiye bulaştığına dair doğrudan bir fikir veriyor.”
“Atık su, varyantı daha geniş çapta ve daha düşük
maliyetle izleme şansı sunar. Bir litre kirli su, bir kanalizasyon sistemini
paylaşan herkesin tuvalete attığı virüs kalıntılarını taşır ve binlerce, hatta
milyonlarca insanın sağlığı hakkında bir bilgi sunar.”
“Geçen bahardan bu yana, kanalizasyondaki koronavirüs
miktarı bir hafta ila 10 gün sonra hastanelerde kaç kişinin ortaya çıkacağını
tahmin edebildiğinden, bazı şehirler kanalizasyon üzerinde moleküler testleri
erken uyarı sistemi olarak kullandı. Kanalizasyon sonuçlarının resmi vaka
sayılarından önce yukarı veya aşağı gitmesinin nedeni, insanların virüsü
kendilerini hasta hissetmeden bir veya iki gün önce tuvalete atmaya başlamaları
ve genellikle bir test sonucunu almanın daha fazla zaman almasıdır.”
Düşünsenize adamlar hastanelerden önce vaka sayısının
artacağını ya da hangi tip virüsle enfekte olduklarını daha erken bir şekilde
öğreniyorlar. Bizimkilerin bunlardan haberi var mıdır acaba?
Yine bugün okuduğum başka bir haberi aktarmak istiyorum
size.
Haber başlığı: InSight Tozlu Mars'ta Kışın Zorluğuyla
Karşılaşıyor.
Bizde havalar kötü olduğunda en fazla üşürüz. Daha kalın
giyiniriz. Kar yağarsa dışarı çıkmayız. Mars’ ta öyle mi? Bu yıl Mars’ ın en
kötü kışlarından biri olmuş. Oluşan tozlar Insight’ ın enerji panellerini
iyiden kaplamış. Tozsuz haline göre %27 civarında enerji üretebiliyormuş Insight.
Üstelik Mars’ ın şu anda bulunduğu yörüngesinden dolayı da daha az güneş ışığı
alabiliyormuş. Peki Insight’ ın niye enerjiye ihtiyacı var. O da bizim gibi,
kendisini ısıtmak istiyor. 😊 Şaka değil. Mars yüzeyinde kalabilmesi ve
faaliyetlerini sürdürebilmesi için ısıya ihtiyacı var. Bu yüzden Isı ve Radyo
haberleşmesi dışında, ileriki haftalarda bazı sensörleri kapatılacak. Bilim
adamları bunlardaki önceliği belirlemeye çalışıyor.
Haber başlığı: Elektrikli Araç (EV) Başarısını
Değerlendirmenin ve Geleceğini Tahmin Etmenin En İyi Yolu Nedir?
Bu haberde elektrikli araç maliyetlerini belirleyen en
önemli etkenlerden birinin arabada kullanılan pil olduğu belirtiliyor. Elektrikli
araç pazarında pil başarısını değerlendirmek için en iyi ölçümün $ /
kilowatt-saat (kWh) değil, $ / şarj oranı veya şarj dakikası başına eklenen mil
menzil olduğunu gösteriyor. Yani şarj dakikasına kaç km yol gideceksiniz. Ya da
pili kaç kere şarj edeceksiniz. Pilinizin ömrü ne kadar olacak.
Daha fazla haberlerde okudum ama şimdilik bu kadar.
Peki niye bu haberleri burada paylaştım.
Yazımın başındaki bizdeki twitter günlüğüne bakın. Bir de
adamların yaptıkları haberlere bakın. Diyeceksiniz ki! Yurt dışında da twitter
gündemleri aynı. Evet haklısınız. Benzer gündemler var. Ancak sorun şu ki biz
onların ulaştığına ulaşmaya çalışıyoruz.
Yani bir hikayeyle anlatayım.
Çok çalışmış, çok zengin olmuş bir adam beş yıldızlı bir
tatil köyünde havuzun kenarında şezlongunda uzanmış yatıyor.
Yanında da dükkanını yeni açmış aynı yaşlarda bir adam, borç
alıp tatile gelmiş.
İkisi de aynı oteldeler ve aynı havuzun kenarındalar.
Birinin daha çok çalışması gerekiyor, diğerinin çalışmaya
ihtiyacı yok.