Kendi alanımın dışında bir teori kurma riskini alacak olursam; bedenimde yavaş yavaş belli miktarda toksik ajanlar birikiyor ve bunun sonucunda üstüme mahmurluk çöküyor ve tam tamına yarım saat uyuyorum. Uyandığımda, uykudan önceki olayların üstünden çok zaman geçmiş gibi bir hisse kapılıyorum. Önceden aklımdan geçen düşünce dizisine devam edecek olursam sahici bir zihin bulantısı yaşıyorum. Sonra istemeden başka işlerle meşgul oluyorum ve şaşarak, daha önce beni zorlayan problemleri kolaylıkla aştığımı, zihnimin berraklaştığını fark ediyorum. Haftalar ya da aylar sonra geçici olarak bıraktığım icadıma olan tutkum tekrar canlanıyor ve hiç çaba harcamadan, beni daha önce zorlayan sorunlara cevap buluyorum.
Nikola Tesla / İcatlarım
(*)
UYKU
Üzerinde beni uyutan minder
Yavaş yavaş girer ılık bir suya.
Hind’e doğru yelken açar gemiler,
Bir uyku âleminden doğar dünya…
Sırça tastan sihirli su içilir,
Keskin Sırat koç üstünde geçilir,
Açılmayan susam artık açılır
Başlar yolu cennete giden rüya…
Nobel ödüllü ekonomist Milton Friedman gelişmekte olan bir Asya ülkesine 1960' larda danışmanlık veriyormuş. Friedman' ı büyük çaplı bir kamu projesi sahasına götürmüşler. Friedman manzarayı görünce şaşırmış: Bir sürü işçi ellerinde kürekle harıl harıl çalışmasına rağmen buldozer veya traktör gibi iş makineleri neredeyse hiç yokmuş. Sebebini sorduğunda, yetkili memur, "Çünkü bu bir istihdam programı," demiş. Frieadman'ın nükteden cevabı meşhurdu: " E, o zaman ellerine kürek yerine kaşık verseydiniz ya?"
Robotların Yükselişi / Martin Ford
Robotların Yükselişi kitabının önsözünün ilk cümlelerini yukarıya yazdım. Bu satırları okurken, yıllar önce seyrettiğim bir belgesel aklıma geldi. Belgesel, Hitler' in iktidarının ilk yıllarıyla ilgiliydi. Hitler' in seçim vaadlerinden biri her Alman ailesini bir otomobil sahibi yapacağı yönündeydi. Hitler seçimi kazandıktan sonra otomobil üreticileri ile görüşmeler yapmış, şimdi tam hatırlayamıyorum ama Alman ailelerin, 2 yada 3 aylık maaşlarının toplamıyla bir otomobil sahibi olabilecekleri fiyata bir otomobil üretmelerini talep etmişti. Ancak firmalar yaptıkları çalışmalarda bu fiyata otomobil üretemeyeceklerini Hitler' e bildirmişlerdi. Bunun üzerine Hitler, işsizlik fonu parasına el koyup, otomobil fabrikası kurulması talimatını vermişti. Ancak bütün Almanlar' ı otomobil sahibi yapmanın dışında başka bir sorun daha vardı. O da otoban sorunu. O yıllarda Almanya, otomobillerin kullanılacağı otobanlara sahip değildi. Hitler, kurmaylarına şehirleri birbirine bağlayan yolar yapılması talimatını verdi. Ancak talimatta, yapılacak yollarda makineler çalışmayacak, istihdamı arttırmak için sadece Alman gençleri çalıştırılacaktı. İlk başlarda bu proje çok destek gördü ve Alman gençlerinin büyük bir çoğunluğu gönüllü olarak katıldılar. Ancak ilerleyen zamanlarda, ihtiyacın artması üzerine gönüllük esasından vazgeçilerek, gençler zorla ve ağır şartlarda çalışmaya zorlandılar. Savaşın başlaması ile birlikte Alman gençlerinin büyük bir çoğunluğu cepheye gönderildiği için, otoyol yapımında mahkumlar ve esirler çalıştırılır. Sonuç olarak Alman vatandaşları, fabrikalarda üretilen otomobillerin sahibi olamazlar, çünkü üretilen otomobillerin hepsi askeri amaçla kullanılır.
Yukarıdaki isim ve onun yanındaki sıfat yıllarca birbiri ile aynı anda anılmıştır. Evet Audrey Hepburn ve zarafet kelimeleri birbiri ile özdeşleşmiştir ama bugün benim bahsedeceğim konu Audrey Hepburn ve Capucine ile birlikte onların vefasıdır.
Google' da Audrey Hepburn ve zarafet yazdığımda toplam 17.900.000 sonuç çıkarken Audrey Hepburn ve vefa yazdığımda ise sadece 10 sonuç çıkıyor ve bu çıkan sonuçların ise "vefa"nın kelime anlamıyla hiç ilgisi yok. Demek ki çok saçma bir konuya değineceğim.
Tabii, Audrey Hepburn ve Zarafet kelimelerinin bu kadar çok görüntülenmesinin (indekslenmesinin) en büyük nedeni, Audrey Hepburn' un hayatını anlatan kitabın isminin "Zarafet" olmasıdır.
Geçenlerde internette dolaşırken Mimar Levent Civelekoğlu' nun bloguna rastladım. Bu blogda Capucine hakkında yazılmış yazıyı okuyunca Audrey Hepburn' un Zarafet kitabında okuduğum bir bölüm aklıma geldi. Yazının geri kalan kısmını okumadan önce bu yazıyı okumanızı öneririm.(http://lcivelekoglu.blogspot.com/2018/03/17-mart-28-yil-once-bugun-capucine.html)
59 yaşındaki Capucine, kendisini apartman boşluğuna bırakarak intihar etmişti. 1940 yılında tanıştığı Audrey Hepburn ile arkadaşlıkları bu ana kadar sürmüştü.(Her ikisi de zarafetleriyle anılırlardı. Belki de bu özelliklerini bir şekilde birbirlerine bulaştırmışlardı.) Capucine daha önce de intihar girişiminde bulunmuştu. O yüzden vasiyeti de hazırdı. Vasiyetinde tek mal varlığı olan evinin satılmasını, yarı yarıya Kızılhaç' a ve Unicef' e bağışlanmasını, bu bağışı da Audrey Hepburn' un çalışmalarının onuruna verildiğinin belirtilmesini istemişti.
"Audrey'in en yakın arkadaşları arasında Capucine diye bilinen güzel ama kötü kaderli film yıldızı da vardı. Asıl adı Germaine Lefebvre ' ydi. Gençken başından kısa bir evlilik geçmiş, sonra da aralarında birlikte iki film çevirdiği William Holden' ın da bulunduğu sayısız erkeği büyülemişti. Ama Audrey ile Capucine' in tek ortak noktası Holden değildi. İkisi de depresyona meyilliydi ve birbirlerinin dertlerini dinliyorlardı. Audrey çareyi çalışmakta ya da aşkta bulurken Capucine sık sık intiharın eşiğine geliyor ve Audrey' nin sempatik dostluğuna fazlasıyla güveniyordu. Genç yıldız 1960'larda Lozan' da -La Paisible' ye yakın- yaşıyordu ve Audrey'in güvenebileceği kadar hassas ve şefkatli bir dosttu." Zarafet (Audrey Hepburn'un Hayatı) -Donald Spoto
Eskilerin meşhur bir lafı vardır. "Allah çirkin şansı versin" derler. İki tane güzel kadın. Aşkları da, oyunculuk kariyerleri de inişli çıkışlı.
"Robert Wagner sevilen ve sayılan bir aktördü. Audrey' le dostlukları ikisinin de genç birer oyuncu olduğu Paramount yıllarına dayanıyordu. "O sadece çalışması harika biri değildi", diye anlatıyor Wagner, Audrey ve Rob'la La Paisible' de geçirdikleri günleri. "Audrey'le ilgili her şey o kadar muhteşemdi ki. evi, mobilyaları, tabloları, çiçekleri, hatta köpekleri bile bunu yansıtıyordu. Öylesine iyi bir insana az rastlanırdı. Yalnızca bana değil, yapımdaki herkese karşı nazik ve sevecendi. Ve tabii çok sadık bir arkadaştı, zor zamanları geçiren Capucine' in daima yanında oldu." Zarafet (Audrey Hepburn'un Hayatı) -Donald Spoto
Yukarıdaki başlık Nikola Tesla' dan bir alıntı değildir. Bu yazıma hangi başlığı atacağıma karar veremediğim için iki başlığı da aynı anda kullanmak istedim.
Nikola Tesla
Nikola Tesla hayat hikayesini en sık merak ettiğim, her okuduğumda ise ayrı bir detayı ile karşılaşıp büyülendiğim bir bilim insanı.
Joanneum' daki birinci yılında Tesla çalışkan bir öğrenciydi. "Annemi ve babamı şaşırtmaya kararlıydım." diye yazmıştı. "Eğitimimin ilk yılı boyunca her gün çalışmaya sabah üçte başlayıp gece onbire kadar devam ediyordum. Pazar günleri ve tatiller de buna dahildi. Pek çok sınıf arkadaşım kendilerini çok zorlamadıklarından doğal olarak tüm rekorları kırdım. O yıl boyunca dokuz sınavdan geçtim; profesörlerim en yüksek derecelerden bile daha fazlasını hak ettiğimi düşünüyorlardı."
Babasına başarısını gösterecek olmanın heyecanını taşıyan Tesla, sınav sertifikalarını yanına alarak eve gitti. Gelgelelim Milutin, Tesla' nın başarılarına eleştirel bir tavırla yaklaştı."Bu tavrı neredeyse bütün hevesimi öldürüyordu." diye yazmıştı Tesla, "fakat babam öldükten sonra, profesörlerimin babama gönderdikleri, beni üniversiteden geri çağırmazsa kendimi çalışarak öldüreceğimi bildiren mektupları bulup kahroldum." İkinci oğlunu da fazla yorgunluktan kaybedeceğinden korkan Milutin,genç adamın çalışma hevesini söndürmeye çalışmıştı."
W.Bernard Charlson / Elektrik Çağının Mucidi Tesla
Steve Jobs hakkında filmler, belgeseller yapıldı. İyi kötü herkes konuştu.
Bazı arkadaşlarına göre çok zeki, hatta olması gerekenden daha fazla zeki olduğu söylendi. Bazı arkadaşlarına göre ise, sert, umursamaz, insanları önemsemeyen bir karakteri olduğu söylendi.. Aslında ikinci söylenen beni daha çok ilgilendiriyor ama bu konu hakkında daha sonra bir şeyler yazacağım. Şimdiki konum 2005 yılı Stanford Üniversitesi mezuniyet töreninde yapmış olduğu muhteşem konuşması.
Konuşmanın videosu aşağıda.Bu konuşma hastalığı ile ilgili tedavi gördüğü sıralarda yapılmış bir konuşmadır. O yüzden videoyu bu bilgi eşliğinde dinlemenizi istiyorum. Üçüncü hikayeyi anlatırken ölümden ve hastalığından bahsediyor. Pankreas kanserinden dolayı ameliyat olduğunu söylüyor ama aslında bu ameliyatı hiç olmamış.
Konuşmanın metni de aşağıda:
"Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum.
Ben üniversiteden hiç mezun olmadım.
Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!
Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek birşey değil. Sadece üç hikaye. İlki noktaları birleştirmekle ilgili.
Göbeklitepe' yi gezip gördükten sonra bir arkadaşıma tavsiyede bulundum.
- Göbeklitepe' ye gitmelisin. Ben geçen hafta gittim. Çok güzeldi. Kesinlikle git.
- Nesi güzeldi?
- Ne demek nesi güzeldi. 12 bin yıllık kalıntılar. Görmelisin bence.
- Niye? Etrafına bak. Şu gördüğün dağlar milyonlarca yıllık onları görmeye gidiyor musun?
- Ne alakası var, bunlar insanların yaptığı en eski yapıtlar.
- Ben de onu diyorum ya. Bunlar hem doğal hem de milyonlarca yıl öncesinden.
Evet bu da değişik bir bakış açısı.
Göbeklitepe 12 bin yıl öncesinden kalan yapıtların bulunduğu yer. Bu yapıların birer tapınak olduğu sanılıyor. Oval ya da dairesel şekilde inşa edilmişler. Bugüne kadar 6 tanesi ortaya çıkarılmış. Yerin altında 30 tane daha olduğu bulunmuş. Hepsinin ortak özelliği dairesel 12 tane T şeklinde taşlar ve bu dairenin ortasında 2 tane T şeklinde taş.
Bu yedi tanrı, yedi gün ve yedi dünya -yani Güneş, Ay ve gezginci beş gezegen- koleksiyonu dünyanın her yerinde insanların algılarına girmişti. Yedi sayısı doğaüstü çağrışımlar kazanmaya başladı. Bu dünyaları döndürdüğü düşünülen, Dünya merkezli, yedi kat "gök" şeffaf bir küresel kabuk vardı. En dıştaki -yedinci kat- gök, "sabit" yıldızların bulunduğu düşünülen yerdir. Tanrının dinlenme gününü de katarsak Yedi Yaratma Günü vardır.; kafada yedi delik, yedi erdem, yedi büyük günah, Sümer mitolojisinde yedi kötü şeytan, Yunan alfabesinde (her biri birer gezegensel Tanrı' yla yakın ilişkili) yedi sesli harf, Hermetistlere göre Kaderin yedi hakimi, Manişeizm' in Yedi Büyük Kitabı, Yedi Ayin, eski Yunanistan' ın Yedi Bilgesi ve yedi simyasal madde (altın, gümüş, demir, civa [mercury}, kurşun, kalay ve bakır; altın yine Güneş'le bağlantılıdır;gümüş, Ay'la, demir Mars'la vs..) Yedinci oğlun yedinci oğluna verilmiş doğaüstü güçler vardır. Yedi "uğurlu" bir sayıdır. "Yeni Ahit'in Vahiy Kitabı" nda bir tomarın yedi mührü açılır, yedi boru sesi duyulur, yedi kase doldurulur. Aziz Augustine yedinin mistik önemini pek anlaşılmaz bir şekilde, şu temele dayandırır: Üç "ilk tek tam sayıdır" (bir ne olacak peki?), "dört ilk çift sayıdır" (iki ne olacak peki?) ve "bunlardan ...yedi teşekkül eder." Vesaire. Bu bağlantılar günümüzde de varlığını sürdürüyor. | Carl Sagan / Soluk Mavi Nokta
Oktay Sinanoğlu
Bugün Oktay Sinanoğlu' nun ölüm yıldönümü. Onun anısına Bye Bye Türkçe adlı kitabından bir alıntı paylaşıyorum.
Az ötede bir gazete dergi bayiine rastladım. Amerikan basın hayatında acaba nasıl değişmeler olmuş diye bir
göz attım. Hatırladığım Amerikan dergileri yerine yepyenileri çıkmıştı. Kağıtları daha parlak, renkleri daha canlı idiler, ama garip, galiba hepsi Türk dergileri idiler, çünkü
adlan Güncel, Hareket, Vurgu, Hanım kız, Görüntü gibi
Türkçe adlardı. Birkaç tanesini karıştırdım. Yoo, bunlar
Amerikan, İngiliz dergileri idi. Ancak içlerinde kullanılan
dil çok tuhaftı. Mesela, İngilizce güzelim Media lâfı dururken pek sık Basın-Yayın sözü geçiyordu. Bir de Türkçe
Seçenek lâfına anlamlı anlamsız ne çok rastlanıyordu öyle.
Pek açık seçik, keskin bir sözcük olmamakla beraber, İngilizce Alternative't ne olmuş sanki. Anlaşılan Amerika'da Türkçe sözcükler kullanmak moda olmuş diye düşündüm. Acaba niye? Yoksa kullananlara Anglo-Sakson
oldukları için bir aşağılık duygusu mu gelmişti? Nasıl olur? Daha yüzyıl önce büyük bir devlet olan Amerika'ya,
onun da kökeninde olan eski İmparatorluk İngiltere'sine
nasıl aşa
ğılık duygusu gelirdi. Belli ki bu Türkçe sözcüklerle bazı yazarlar kendilerine bir üstünlük havası vermeye
çalışıyor, bazıları da pek iyi kavramadıkları konularda
halklarının anlamadığı yabancı Türkçe sözcüklerin arkasına
saklanıyorlardı.
Denen, elindeki not defterinin sayfalarını karıştırıyordu. İçinden nerede bu adam diye geçirdi. Bir saattir ihtiyar adamın evinden çıkmasını bekliyordu. Not defterine yazdığı şiiri okudu.
Ah neydi benim gençliğim
Nerede böyle hüzünlenmek o zaman
İçip içip ağlamak,
Uzaklara dalıp şarkı söylemek
Hafta sekiz ben eğlentide
Bugün saz, yarın sinema,
Beğenmedin Aile Bahçesi
Onu da beğenmedin, parka
Sevdiğim dillere destan
Sevdiğim,
Meyil verdiğim
Ben dizinin dibinde elpençe divan,
Samanlık seyran.
Nerde,
Nerde,
Nerde böyle hüzünlenmek o zaman!
Orhan Veli
Oldum olası Orhan Veli'yi çok severdi. Lise yıllarında İzmir Atatürk Kültür Merkezi' nde Müşfik Kenter' in oynadığı "Bir Garip Orhan Veli" tiyatrosuna gitmişti. İlk gittiği tiyatro oyunuydu. O günden beri ne zaman bir Orhan Veli şiiri duysa ya da okusa hemen o tiyatro oyunu gelirdi aklına.
Denen apartman kapısının açılışıyla hemen not defterini cebine koydu ve çıkanın kim olduğuna baktı. Evet bu onun beklediği kişiydi.
İhtiyar adam seksen yaşının üstündeydi. Evinde karısıyla birlikte kalıyor haftada bir iki kere akşamüstüleri bu saatlerde dışarıya çıkıyordu. Genelde markete, pastaneye ve kuruyemişçiye gidiyordu.
Küçük adımları ile apartman bahçesinden çıktı.
Denen cebinden not defterini çıkarıp notlarını almaya başladı. Sayfanın en üstüne başlık attı.
56.Sokaktaki
Nail Amca.
80 yaşında.
Haftada iki yada üç kez dışarıya çıkıyor.
200 metre anca gidebiliyor.
Sonra bugünün tarihini atıp ihtiyar adamla ilgili gözlemlerini yazmaya başladı.
Çok küçük adımlarla ayağını yerden kaldırmadan sanki sürüyerek yürüyor. Her beş altı adımdan sonra biraz dinleniyor. Yürürken başıyla önde ayaklarına bakıyor, durduğunda ise başını kaldırıp etrafını seyrediyor. Yanından geçen her insana yardım talep eder bir bakışla bakıyor. Bastonunu sürekli sağ elinde tutuyor. Ancak bastonuna fazla yük vermiyor. Bastonsuz da yürüyebilir. Markete giderken daha hızlı gidiyor eve dönüş yolunda daha yavaş. Nefessiz kaldığı olmuyor. Molaları aslında dinlenmek için değil etrafı seyretmek için. Durduğunda baston tutan eli titriyor. Diğer elini ceketinin cebine sokuyor. Harekete ederken elini cebinden çıkarıyor. Alışveriş esnasında çok konuşmuyor. Aldığı en ufak bir şeyi bile poşetle taşıyor.
Denen not defterini kapatıp, ihtiyarın eve girmesini beklemeden caddeye çıktı ve hızlıca yürümeye başladı. Bu hafta gözlemleyip not aldığı yedinci ihtiyar adamdı Nail Amca. Bu insanların tüm davranışlarını not edip "ihtiyarların davranışlarını analiz" etmeye çalışıyordu.. Bu sayede ihtiyarladığında, daha güzel bir ihtiyarlık geçireceğine inanıyordu.
Bizler başından beri hep gezgindik. Yüzlerce kilometre boyunca her ağaç koruluğunu bilirdik. Meyveler ya da cevizler olgunlaştığı zaman orada olurduk. Hayvan sürülerinin yıllık göçlerini takip ettik. Kurnazlıkla, hileyle, pusuyla ve bedensel gücümüzle saldırarak, birkaçımızın işbirliğiyle, çoğumuzun tek başına avlanarak yapamayacağını başarıp taze etin keyfine vardık. Birbirimize bağımlı hale geldik. Bu işi kendi başımıza yapmanın, bir yere yerleşmek gibi, düşüncesi bile saçma bir şeydi.
Birlikte çalışarak çocuklarımızı aslanlardan ve sırtlanlardan koruduk. Çocuklarımıza gerek duydukları becerileri öğrettik. Ve aletleri. Teknoloji, o zaman da, şimdiki gibi, varlığımızı sürdürmenin anahtarıydı.
....
Türümüz var olduğundan beri geçen zamanın %99,9' unda bizler avcı ve toplayıcıydık, savanların ve steplerin gezginleriydik. O zamanlar sınır muhafızları, gümrük memurları falan yoktu. Her yer açıktı. Bizi sınırlayan Dünya ve okyanuslar ve gökyüzü vardı sadece....
İki ayağını yan yana getirdi. Biraz daha yaklaşırsa uçuruma yuvarlanabilirdi. Hemen önünde büyük bir kanyon uzanıyordu. Karşı tarafla arasında yaklaşık 150 metre mesafe vardı.
Daha önce defalarca yapmıştı. Sorun yok, yine yapacaktı. Etrafına baktı. Görünürde hiç kimse yoktu. Sıçramak için geriye doğru açıldı.
Koştu koştu koştu...
Tam uçurumun ucunda iki ayağını yere vurarak zıpladı. Ilıkça bir rüzgar saçlarını uçuruyordu. Bir martının kanatlarını kaldıran hava sanki onun kollarını kaldırıyordu. Dalgaya binmiş gibiydi. Bu hazzı çok iyi biliyordu.
Uçtu..uçtu..uçtu
Uçurumun diğer tarafında iki ayağının üzerine düştü.
Bir kez daha karşı tarafa atlamayı başarmıştı.
Gözlerini açtı.
Kollarının yardımıyla vücudunu sürükleyerek, yatağının yanındaki tekerlekli sandalyeye oturdu.
Belden aşağısı tutmuyordu. Yıllardır yatalaktı.
Her gözünü kapattığında 150 metre genişliğindeki bu kanyonun bir ucundan diğerine defalarca atlayarak geçmenin hayalini kuruyordu. Tabii ki başka hayallerde. Bildiği bir şey vardı.
Beyin gerçekle hayali ayıramazdı.
O, bugün yine çok uzak mesafelere atlamıştı.
Peki ya sen.
İki bacağını da kullanabiliyorsun.
Kaç kere gözünü kapatıp 150 metre atladın.
Hiç mi?
Kapat gözünü.
Haydi sıçra...
Her gün bir mucize oluyor. Sadece uzak ülkelerin köylerinde ya da dünyanın öteki ucunda bulunan kutsal bölgelerde değil, burada, kendi hayatlarımızda oluyor. Birdenbire gizli kaynaklarından çıkıveriyor, bir anda etrafı fırsatlarla donatıyor ve tekrar kayboluyorlar. Onlar günlük hayatımızın parlayan yıldızı adeta. Belki de azlıkları sihirli gözükmelerini sağlıyor; ama aslında onlar, gökyüzünde hızla geçip gidiyorlar hep. Onları, güneş ışığı gözlerimizi kamaştırdığı için, gündüz fark etmiyoruz; geceleri üstelik de sadece temiz, karanlık gökyüzünde doğru yere bakmayı bildiğimizde karşımıza çıkıyorlar. Onların ne kadar olağandışı olduğunu düşünsek de , mucizeler, her gün bilincimizden hızla geçip gidiyorlar.
"Elmalı turta yapmak için, önce
evreni icat etmeniz gerekir."
Carl Sagan
Herkes onu gökbilimci olarak tanır. Wiki’ de
astrobiyolojinin kurucusu olduğu yazıyor. Aynı zamanda Dünya Dışı Akıllı Varlık
araştırmacısı olduğu da yazılı.
Mesaj romanının filminin defalarca izlemiştim. Halen daha
televizyonda denk geldiğinde izliyorum.
Ancak ben yıllar önce onun Cosmos
adlı bir belgeselinin küçük bir bölümünü izledikten sonra, Carl Sagan’ ın
sadece gökbilimci olarak adlandırılmasının doğru olmadığını düşünmüştüm. İnsanlık
üzerine verdiği mesajlar ve yaptığı yorumlar beni çok etkilemişti. Youtube’ da
izlediğim bir çok videoda bilimi insanlar için görselleştirdiğini, anlaşılması
zor olan şeyleri basit ifadelerle anlatarak, gurulara taş çıkarır hayat ve
tekamül dersleri verdiğini gördüm.
İnsanlar uzayı, bilimi, merakı
onun sayesinde keşfetmiş ve sevmiş olabilirler ama benim ondan aldığım mesajlar
çok daha farklıydı. Aşağıdaki fotoğraf, “Pale Blue Dot” (Soluk Mavi Nokta)
olarak adlandırılan, 1977 yılında fırlatılan Voyager 1 uzay aracının tam 13 yıl
sonra 1990 yılında, dünyaya yaklaşık 60.000.000.000 km uzaklıktan çektiği
videonun basında görülen fotoğrafıdır. Carl Sagan bu fotoğraf üzerine, dünya’nın
insanlık için önemine dair bir kitap yazmıştır. Mavi Soluk Nokta. Bu kitaptan
bir bölümü aşağıdaki videoda kendi sesiyle okumuştur.
Küçücük Soluk Mavi Nokta’ dan
ilham alarak söyledikleri, dünyanın ve yaşamın özetidir. İnsanlığın özetidir.
Farkındalığın başlangıcıdır.
“Şu noktaya tekrar bakın. Orası
evimiz. O biziz. Sevdiğiniz ve tanıdığınız, adını duyduğunuz, yaşayan ve ölmüş
olan herkes onun üzerinde bulunuyor. Tüm neşemizin ve kederimizin toplamı,
binlerce birbirini yalanlayan din, ideoloji ve iktisat öğretisi; insanlık
tarihi boyunca yaşayan her avcı ve toplayıcı, her kahraman ve korkak, her
medeniyet kurucusu ve yıkıcısı, her kral ve çiftçi, her aşık çift, her anne ve
baba, umut dolu çocuk, mucit, kâşif, ahlak hocası, yoz siyasetçi, her
süperstar, her “yüce önder”, her aziz ve günahkâr onun üzerinde – bir günışığı
huzmesinin üzerinde asılı duran o toz zerresinde.
Evrenin sonsuzluğu karşısında
dünya çok küçük bir sahne. Bütün o generaller ve imparatorlar tarafından
akıtılan kan nehirlerini düşünün, kazandıkları zaferle bir toz tanesinin bir
anlık efendisi oldular. O zerrenin bir köşesinde oturanların başka bir köşesinden
gelen ve kendilerine benzeyen başkaları tarafından uğradığı bitmez tükenmez
eziyetleri düşünün, ne çok yanılgıya düştüler, birbirlerini öldürmek için ne
kadar hevesliydiler, birbirlerinden ne kadar çok nefret ediyorlardı.
Böbürlenmelerimiz, kendimize
atfettiğimiz önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu hakkındaki
hezeyanımız, hepsi bu soluk ışık noktası tarafından yıkılıyor. Gezegenimiz, onu
saran uzayın karanlığı içinde yalnız bir toz zerresi. Bu muazzam boşluk
içindeki kaybolmuşluğumuzda, bizi bizden kurtarmak için yardım etmeye gelecek
kimse yok.”
Dünya, üzerinde hayat
barındırdığını bildiğimiz tek gezegen. En azından yakın gelecekte,
gidebileceğimiz başka yer yok. Ziyaret edebiliriz, ama henüz yerleşemeyiz.
Beğenin veya beğenmeyin, şu anda Dünya sığınabileceğimiz tek yer.
Gökbilimin mütevazılaştırıcı ve
kişilik kazandıran bir deneyim olduğu söylenir. Belki de insanın kibrinin ne
kadar aptalca olduğunu bundan daha iyi gösteren bir fotoğraf yoktur. Bence,
birbirimize daha iyi davranma sorumluluğumuzu vurguluyor, ve bu mavi noktaya,
biricik yuvamıza.“
Carl Sagan benim için, bana
geçmişten bugüne ve bugünden geleceğe bir insanoğlu çizelgesi oluşturup, bu
çizelgenin üzerinde bütün tarihsel yaşanmış olayları işaretleyip, evet bunlar
sadece dünya için ama sadece küçücük nokta kadar olan bu dünya için, cosmosda
bunun gibi milyonlarca gezegen var, “neyi paylaşamıyoruz.” diyen insandır.
Bu soluk mavi nokta ise benim için "Hayatın hiçlik ve varlık noktasıdır."
Okur yazarlığı hep tartışırız değil mi?
Aslında yazarlık kısmı hiç yok, okur kısmı ise şüphelidir bizde.
Önce "yazar"lık için bir iki söz söyleyeyim.
Bloglar biraz olsun yazarlık hevesi olanlarımızın deneyim alanı oldu. Günlük tuttuk, gezilerimizi yazdık, yemek tariflerimizi paylaştık, öyle ya da böyle, bir şeyler yazdık. Hatta bazılarımız bu deneyimini daha ileri mecralara bile taşıdı. Kitap yazdı.
Yazmak güzeldir.
Okumak bize ne yapıyorsa yazmak daha fazlasını yapar.
Yazmak deyince herkes yazar olmaktan, şair olmaktan, kitaplar, romanlar yazmaktan bahsettiğimi düşünmesin.
İnsan önce kendisi için yazmalı.
Okumak ise işin en kolayı...Var olanı almak.
Okur yazarlığın "okur" kısmına geri dönelim. Çünkü...
Son günlerde "okur" kavramı da tartışılır oldu. Kaliteli okur, nitelikli okur, sıradan okur gibi tanımlamalar yapılmaya başlandı.
Ben de bu tartışmanın içinde kendime sordum. Nasıl bir "okur" 'um diye..
Bizde adettir bir olayı anlatmaya evveli zamanından başlarız.
İlkokuldayken Kemalettin Tuğcu okuyacaksın dediler. Okudum. Okumaktan nefret ettim. Hayat hep bu kadar mı acıklı olur. Ömer, arkadaşları sokakta oynarken, evde pencere kenarından hep arkadaşlarına mı bakar?
Ortaokul ve Lise yıllarımda klasikleri okuyacaksın dediler. Çok ağır geldi be. Bence o yaş için hiç uygun değildi. Yine okumaktan nefret ettim.
Üniversite yıllarımda ise istediğimi okudum. İşte o zaman istenileni değil istediğimi okuduğum için okur oldum. Okumayı sevmiştim ama geç kalmıştım.
Şimdilerde ise hem istenileni hem de istediğimi okuyorum. Orta karar bir yoldayım yani...
Geçenlerde Stephen Hawking' in bir kitabı elime geçti. "Ceviz Kabuğundaki Evren"
Önsözü' nden bir alıntı yaptım aşağıya, okuyun sonra söyleyeceklerim var.
"Zamanın Kısa Tarihi (A Brief History Of Time) adlı popüler kitabımın böyle bir başarı kazanmasını beklemiyordum. Kitabım Londra "Sunday Times" gazetesinin en iyi satan kitaplar listesinde dört yıldan fazla kaldı, şimdiye kadar hiç bir kitap bu listede bu kadar uzun bir süre kalmamıştı,üstelik bu durum, kolay anlaşılmayan, bilimsel bir kitap için oldukça dikkat çekiciydi. İnsanlar, bunun ardından, ne zaman bir devam kitabı yazacağım sorup durdu."
Stephen Hawking
İngiltere' deki arkadaşlara bak. Bilimsel içerikli bir kitabı dört yıl en iyi satanlar listesinden indirmemişler. Alıp alıp okumuşlar. Vay be. Bu önsözü okuduktan sonra, "okur"luk kavramı üzerine daha fazla birşey söylenemez herhalde. Söyleyeceklerim var dedim ya, yuttum gitti.