Önder Güngör
*Başlık
Hayat ne ki sanki anlık bir buluşma
Sen beni boşuna kalbinin oralara koyma*
Nil Karaibrahimgil.
Doğa en hayran olduğum yerdir. Hatta doğa bir kişi olsaydı en hayran olduğum kişi olurdu.
Dağ omum, ova onun, nehir onun, deniz onun, ağaç onun, orman onun, hayvanlar onun......şehirler onun...hatta insanlar onun...
Hiç bir şeyi kafasına takmıyor.
İstediği kadar sert rüzgarlarla dövüyor dağları, ovaları, şehirleri.
Fırtına oluyor. Ağaçları öyle eğiyor ki köklerinden sökülüp uçması umurunda değil.
Don oluyor. Kar oluyor. Donmamız, çığ altında kalmamız umurunda değil. Ağaçlar, tarlalar, çiçekler donmuş. Umurunda değil.
Yağmur oluyor. Şehirlerimizi, evlerimizi önüne alıp giden sel umurunda değil.
Güneş oluyor. Ormanlar yanmış, nehirler kurumuş. Kuraklık gelmiş. Umurunda değil.
O sadece kendi işine bakıyor.
Hiç bir şeyi dert etmiyor.
Umurunda değil.
Bölük pörçük okuyorum kitapları bu aralar. O kitaptan bu kitaba atlıyorum. Beğenmediğim bölümleri hızlıca geçiyorum. Bazı yerleri ise defalarca okuyorum.
Bazı yerleri not alıyor bazı yerleri de buraya yazıyorum.
Görüyorsunuz. mahcup olmak duygusundan da epeyce uzak. çalakalem yazıp duruyorum. Hem de mavi tüylü kamış kalemle ... Mürekkep hokkasına bana bana ... Daktilo makinasından nefret ediyorum.
Sonra kağıtları koca masaya yayıp, yazıyı bir nefeste okuyorum. Çukur veya tümsek varsa belli oluyor. Bunlara, kontrolu gereken bilgilere, işaret koyup, kağıtları zımbalıyorum. Bu işler hep, tek damla içki içilmemiş gecelerin, yarılarında oluyor. Yazı ertesi gece yarısı, kendi sansürümden geçiyor. Düzeltiliyor, benden kopuyor.
Bereket versin yazı, okur huzuruna, cok sonra çıkıyor. Anında çıksa, belki de dilim dolaşacak, edep endişesi yüzünden şaşıracağım. Oysa yazarken, nasılsa düzeltirim deyip, hafiften ayıp şeyler ve argo sözcükler yazmaya korkmuyorum. Ama bir de bakıyorum ki, bunları düzeltmemişim... Okuyunca mahcup oluyorum dersem, inanır mısınız ki? (Sahiden biraz oluyorum).
Dostlarıma hep söylüyorum. Yaşayışın zorluklarından kurtulmanın güvenilir çaresi, onun felsefesini yapmak ... Diyorum ki: «Ben hayatın ne olduğunu, lakerda yerken anlıyorum ... Ama balığın tadından değil, yanındaki yumruklanmış kuru soğandan ... Hayat da kuru soğan gibi . . . Tabakaları kalktıkça küçülüyor ve arada bir göz yaşı dökülüyor . .
Aldanmak / Aydın Boysan
![]() |
Tom Robbins' in Parfümün Yolculuğu adlı bir kitabı var.
Eski kral Alobar' ın, eşi Kudra ile birlikte ölümsüzlüğü arama serüveni anlatılır.
Alobar ve Kudra sonunda ölümsüzlüğü bulmuşlardır.
Bunun için dağlarda Bandaloop Doktorlar' ını ararlar. Onları bulduklarında Alobar' la aralarında geçen bir diyalog vardır kitapta.
"Bulamadın mı o Bandaloop'ları?"
"Yoo, buldum bulmasına. Kolay olmadı ama buldum. Öyle güzel taş evleri falan yoktu. Samye' de olduğu gibi değildi. Anayoldan çok içerde bal peteğine benzeyen mağaralarda yaşıyorlardı."
"Ama onları buldun, ha?"
"Evet. Daha doğrusu, onlar beni buldu. Bir gün yamaçta dinleniyor, düşünüyordum. Ah, yiyecek bir şeyim olsa ne iyi olurdu, diyordum. Birden kafama bir mısır koçanı çarptı. Hızlı. Hem de çok hızlı. Burnum kanadı, kulaklarım çınladı. Bıçağımı çektim, tepenin yukarısına, mısırin geldiği yere baktım. Üç kıllı adam duruyordu orada, Benim gibi hırpani giyinmişlerdi. Gülüyorlardı bana. Onlara bıçağımı salladım, onlar da, 'Eh, açım dedin ya' diye bağırdılar."
"Ah, büyük Şiva! Düşünceni nasıl işitmişler?"
"Ben de onu anlamaya karar verdim. Mısırı kızartıp yedikten sonra onların izini sürdüm, mağaraların bulunduğu tepe· eteğine geldim. Birkaçı yanıma yaklaştı. Ben, 'Siz herhalde Bandaloop doktorları olmalısınız', dedim. İçlerinden biri, 'Sen de Alobar olmalısın' diye karşılık verdi. 'Adımı nereden öğrendiniz?' diye sordum. 'Sen bizimkini nereden öğrendin?' dediler. 'Samye' de kutsal bir adam söyledi' dedim. Hepsi katıla katıla güldüler."
"Biraz kaba insanlar galiba."
"Kaba mı? Evet, bir hayli kabaydılar. Ama bak, uzun zaman önce, batıda, benim geldiğim yerlerde iki kaba tipe rastlamıştım. Bir tanesi bir Şaman, öteki bir tanrıydı. Başlangıçta her ikisi de bana çok kötü davranmışlardı; ama biri bana özel bir cesaret, öteki de özel bir korku verdi. Bu yolculuğu yapabilmem için bunların ikisine de ihtiyacım olduğunu sonradan anladım. Bilgeliği ellerinde tutanlar, onu her gelen serseme öylece sunamazlar. İnsanın onu alabilmek için hazırlanmış olması gerekir. Yoksa ona yararından çok zararı dokunur. Ayrıca, bilgeliğin o duru sularında yalpa vuran bir sersem suyu bulandırınca, herkese de zararı dokunur. Demek ki bilgiyi arayan insan önce sınanmalı, buna layık olup olmadığı anlaşılmalıdır. İşte bunlardan öğrendiğime göre, öğretmenin kaba davranması o sınavın evrelerinden birincisi oluyor."
"Yani eğer öğretmenin uygarlık dışı davranmasına, sana istediği muameleyi etmesine, gururuna hakaret etmesine izin verirsen, seni kafasındaki düşünceleri dinlemeye değer biri olarak mı görüyor diyorsun?"
"Tam tersine ... Kişilik bütünlüğünü savunman gerek. Tabii öyle bir şeyin varsa. Ama savunurken de soylu biçimde savunman gerek. Onun kendi davranışlarını taklit ederek değil. O katı davrandığında sen yumuşaksan, o kabalık ettiğinde sen naziksen, seni potansiyel olarak öğüde layık görüyor: Görmezse zaten demek ki öğretmen değilmiş. O zaman senin de içinden onun kıçına bir tekme patlatmak gelir."
"İlginç. Bandaloop doktorlarıyla da öyle mi oldu?"
Sabah arabada radyoyu dinliyorum.
Spiker arabalar hakkında konuşuyor. Biliyor musunuz? Adamlar
1990 yılında bile elektrikli araba üretmişler, ancak o zaman menzilleri çok az
olduğu için yeterince ilgi görmemişler diye bilgi kasıyordu.
Oysa ilk üretilen otomobillerin elektrikli üretildiğini
bilse ne yapardı kim bilir?
İlk otomobil 1769 yılında Fransız mühendis Nicolas Joseph Cugnot tarafından buharlı olarak üretilmiş.
Daha sonraları 1834 yılında Davenport elektrikli motoru icat etmiş ve elektrikli tramway üzerine çalışmalar yapmış. Aynı yıllarda Robert Anderson elektrikli otomobili icat etmiş ancak şarj etme özelliği olmadığı için günlük hayatta kullanılamamış. Üstelik çok yavaş bir araçmış.
![]() |
INTERFOTO/Alamy Stock Photo |
Ancak ilk elektirkli otomobilin ise 1894 yılında Pedro Salom ve Henry G.Morris tarafından icat edildiği söylenir. Morrison marka elektrikli araçlar. Bu dönemde üretilen diğer elektrikli araç markaları ise, Baker Electric, Lohner Porsche, Detroit Electric, Edison Ford, Vectress..
![]() |
https://voltla.com.tr/blog/elektrikli-araclarin-gelisimi |
![]() |
https://voltla.com.tr/blog/elektrikli-araclarin-gelisimi |
İçten yanmalı motorlar ise 1850 li yıllarda icat edilmiş olup, ilk benzinli otomobil 1885 yılında Alman Mühendis Karl Benz tarafından icat edilmiş. Benz buna Motorwagen adını vermiş.
1897 yılında ise ABD’ de elektrikli ticari taksiler kullanılmaya
başlanmış. Bu yıllarda benzinli araçlardansa elektrikli araçlara daha hazla bir
talep varmış.
Elektrikli araçların üstünlüğü 1920 li yıllarda son bulmuş ve
yerini benzinli arabalar almaya başlamış. Çünkü artık benzinli araçlar seri
üretime geçmiş, menzilleri artmış, beygir güçleri yükselmiş ve benzine ulaşım daha kolaylaşmış.
Her sabah yaptığım gibi 06.30 alarmıyla uyandım. Gamze uyuyordu. Mevsim kalkmış hazırlanıyordu. Ben de hazırlandıktan sonra 07.10 gibi arabayı ısıtmak için evden çıktım. Mevsim geldikten sonra okul yoluna koyulduk. Her sabahki rutinimiz buydu. Saatlerin geri alınmamasından kaynaklı, kış aylarında okula karanlıkta gidiyorduk.
Uğur Mumcu Caddesi ile Kuleli Sokağın birleştiği köşede trafik ışıklarının orda kırmızı ışıkta orta şeritte durduk. En ön sırada ben vardım. Sağ şerit boştu. Radyoda birkaç istasyonun değiştirdikten sonra ışığa baktım. Halen daha kırmızıydı. O sırada hemen ışıkların yanında duran bir adamı gördüm. Yayalara yeşil yandığı halde öylece duruyordu. Sabah sabah herkes biraz uykulu biraz dalgın oluyor diye düşündüm.
Radyo' da Yaşar çalıyordu.
Beni koyup gitme ne olursun
Durduğun yerde dur
Kendini martılarla bir tutma
Senin kanatlarin yok
Düşersin yorulursun
Bu şarkının sözleri Atilla İlhan' ın, Ağustos Çıkmazı şiiridir
Işık halen daha bizim için kırmızı yayalar için yeşildi Adamda ısrarla kaldırımda, hemen trafik ışıklarının yanında bekliyordu. Aniden kafasını bize doğru çevirdi. Benden genç, 40-45 yaşları arasında beyaz saçlı, bakışları yumuşak, orta boylu bir adamdı. Elinde fötr bir şapka tutuyordu. Göz göze geldik. Parmaklarımı direksiyonda müziğe ritim tutuyormuş gibi oynatarak ışığa baktım. Yeşil yanınca gaza basıp gittim. Sağ aynadan baktığımda arkamızdan baktığını gördüm.
Bir sonraki trafik ışıkları hemen Reşit Galip Caddesinin olduğu yerdeydi. Orada da en ön sırada sağ şeritte durdum. Burası kavşak ışığıdır. Hemen hemen hiç yaya olmaz. Ancak burada da ışığın yanında bir adam duruyordu. O da kendisine yeşil ışık yandığı halde öylece bekliyordu. İlginç bir sabah diye düşündüm. Göz göze geldik. Biraz önce gördüğüm adamla aynı yaşlardaydı. Saçları siyah ve hafifçe seyrekti. Orta boylu zayıf biriydi. Onun da elinde fötr bir şapka vardı. Gözünü benden hiç ayırmıyordu. Yine direksiyondaki hareketimi tekrarlayarak ışığa baktım.
Radyodaki şarkı değişmişti. Kaan Tangöze' den "Bekle dedi gitti." çalıyordu.
Bekle dedi, gitti..
Ben beklemedim, o da gelmedi.
Ölüm gibi bir şey oldu.
Ama kimse ölmedi.
Bu şarkının sözleri ilginçtir. Yukarıda yazılı olan nakarat kısmı Özdemir Asaf'ın, Çizik şiirdir. En başında "Geleceğim bekle dedi, gitti." diye başlar. Diğer sözler Kaan' a aittir.
Adam halen daha bekliyordu.
Yeşil ışık yanınca kavşağa girdim. Bu sefer daha büyük bir merakla yan aynadan bekleyen adama baktım. Adam yoktu. Daha dikkatli bakmaya çalıştım ama hem yola hem aynaya bakarken görüş açım kaybolup gitmişti.
Artık Atatürk Bulvarı' na girmiş yokuş aşağı iniyordum. Şehit Ersan Caddesi' nin Atatürk Bulvarı' na bağlandığı yerde, hemen Farabi sokağa gelmeden önce bir trafik ışığı daha var. Ne hikmetse orada da kırmızı ışığa denk geldim ve yine en ön sırada sağ şeritteydim. Hemen trafik ışığının orada biri var mı diye baktım. Bu sefer iki kişi vardı. Her ikisinin elinde de fötr şapka vardı. Birbirleriyle konuşuyorlardı. Onlar da karşıya geçmeyi düşünmüyorlardı. Onlara baktığımı fark edince ikisi de aynı anda bana doğru döndüler. Dehşete kapıldım. Az önce gördüğüm iki adam da buradaydı. Panikledim. Ne yapacağımı şaşırdım. Sabah sabah neydi bu böyle. İçimde büyük bit korku hissettim. Sanki beni takip ediyorlardı. Ama niye? Nasıl benden önce buraya geldiler? Kimdi bunlar? Gözlerimi kırmızı ışığa çevirdim. Bir an önce yeşil ışığın yanmasını istiyordum. Hatta kırmızıda geçsem mi diye de düşündüm. Kapının kilidine bastım. Bütün kapıları kilitledim. Mevsim arka koltuktan seslendi.
"Baba ne oldu. Kapıları niye kilitledin?" diye sordu.
"Yok bir şey kızım." dedim.
Tekrar adamlara baktığımda halen daha bana bakıyorlardı. Ama çok garip. Sanki yüzleri değişiyordu. Gözlerim onlardan ayırmak istiyordum ama yapamıyordum. Adamlar aniden yaşlandılar ve yüz hatları tamamen değişti. İçimdeki korku ve panik aniden yok oldu. Onları tanımıştım.
Asım Bey ve Reşat Beydi onlar. Gülümseyerek selam verdim. İkisi de şapkalarını takarak, yaya geçidinden karşıya geçtiler. Arkalarından bakmadım Nasıl olsa yok olmuşlardı. Eski dostlar geri gelmişti. Anlaşılan ilerleyen günlerde bir buluşma daha olacaktı.
Önder Güngör / Ankara / 08.Mart.2023
Okuyucuya not: Asım Bey'le ilk buluşmamı Baston Şemsiye adlı yazımda anlatmıştım. İkinci karşılaşmamı Üç Ben yazımda ve daha sonrakileri de diğer yazılarımda bulabilirsiniz.
Richard Bach gençliğimde çok okuduğum yazarlardan biridir.
Bazı kitaplarını siz de bilirsiniz. Martı' yı bilmeyen yoktur. Oysa ben daha çok Mavi Tüy' ü beğenmiştim gençlik zamanlarımda.
"Bir" kitabında eşi Leslie ile olan hikayealerini okumuştum.
Çok daha sonraları yayımladığı Hipnozcu' da en sevdiklerim arasına girmiştir.
Şimdi size Hipnozu kitabının ilk başlarından küçük bir alıntı yapmak istiyorum.
Jamie Forbes hava araçları uçurur. Zamanında üniversiteyi bırakıp pilot brövesi aldığından beri önemseyerek yaptığı şey budur. Bir şeyin kanatları mı var; o şeyi sever.
Hava Kuwetleri'nde savaş uçakları uçurdu; politik oyunlara., ek görevlere ve arada sırada uçmaya zaman olmamasına fazla aldırmadı. Ordu bir öneri getirince erken emekli oldu.
Sivil havayolları onu almadı. Bir kez başvuru yaptı ve pilotluk sınavındaki sorular elenmesine neden oldu.
1. Bir seçim yapmanız gerekse ağaç mı olursunuz. taş mı?
2. Hangi renk daha iyidir: Kırmızı mı. mavi mi?
Uçmayla ilgili olmadıkları için bunlara yanıt vermedi.
.3. Ayrıntılar önemli midir?"Elbette önemli değildir," dedi. "Önemli olan, yere her seferinde güvenli şekilde ulaşmaktır. Ayakkabılarınızın boyalı olup olmadığını kim önemser?"Sınavı yapan kişi gözlerinin içine bakıp, "Biz önemseriz." deyince yanlış yanıt verdiğini anladı.
Hipnozcu / Richard Bach
Nikola Tesla' nın Buluşlarım kitabından çok küçük bir bölümü aşağıya bıraktım.
"Benim kişisel aydınlanmamın gecikmesinin önemli bir sebebi daha vardı. Çocukluğumda tuhaf bir dertten mustariptim. Gözlerimin önünde çoğunlukla güçlü ve ani ışıkların eşlik ettiği çeşitli görüntüler beliriyordu. Bu görüntüler gerçek objeleri görmemi engelliyor ve düşünce ve hareketlerimi etkiliyordu. Bunlar gerçek hayatta gördüğüm şeylerin ve manzaraların görüntüleriydi. Asla hayali bir görüntü görmüyordum. Bana bir şey söylendiğinde, o objenin görüntüsü gözlerimin önüne son derece canlı bir şekilde geliyordu ve ben bazen gördüğüm şeyin gerçek olup olmadığını anla makta güçlük çekiyordum."
Nikola Tesla / Buluşlarım
Edremit' ten Ankara'ya doğru arabamla gidiyordum. Daha yolun başında, Havran' ı geçer geçmez, sağ ayağımda bir uyuşukluk başladı. Arabayı kenara çekip indim. Hafif ağrı da hissediyorum. Yolun kenarındaki zeytinlik alana girip, bir ağacın dibine oturdum. Daha önce hiç böyle bir şey başıma gelmemişti. Ayağımı uzatıp, uyuşukluğun geçmesini bekledim. Nasıl aniden indiysem, arabanın kapısını açık bırakmış, motoru da durdurmayı unutmuştum. Hafifçe yerimden doğrulup, arabaya geri döndüm, motoru durdurup, kapıyı kapattım ve tekrar ağacın dibine oturdum. Uyuşukluk bir türlü geçmiyordu. Ayağımı toprağın üzerinde uzatıp, kendime doğru çekiyordum. Belki böyle yaparsam uyuşukluk geçer diye düşünüyordum. Bir süre daha bekledim. Yerden bulduğum bir zeytin dalıyla yerlere şekiller çiziyor, uyuşukluğun geçmesini beliyordum. Yok...Uyuşukluk geçmiyordu. Sıkıntıdan ve biraz da panikten olsa gerek elimdeki dalla yerlere yazılar, yazıp şekiller çizmeye başladım. Ancak paniğim arttı ve büyük bir korku hissettim. Aniden büyük bir dehşete kapıldım. Elimdeki çubuğu fırlatıp, ayağa kalktım. Neler oluyordu bana...
Bir süre ayakta bekledikten sonra. Yok canım... deyip, sağ ayağıma hafifçe basarak dalı attığım yerden alıp yeniden ağacın dibine oturdum. Başımı yukarıya kaldırdığımda, kocaman bir zeytin ağacının altında oturduğumu fark ettim. Tarlaya şöyle bir göz gezdirdiğimde, her tarafın zeytin ağacıyla dolu olduğunu gördüm. Ancak altında oturduğum ağaç diğerlerine göre neredeyse üç kat daha büyüktü ve gövdesi hepsinin gövdesinden dört beş kata daha kalındı. Elimde tuttuğum dalda muhtemelen ondan düşmüş bir daldı.
Dalı toprağa sürterek yeniden yazılar yazmayı, şekiller çizmeyi denedim. Büyük bir korkuyla dalı tekrar elimden fırlattım. O da neydi öyle. Acaba bu uyuşukluk... Aman allahım bu bu... beynimden mi geliyordu? Acaba beyin kanaması mı geçiriyordum? Önce uyuşukluk sonra da bilinç bulanıklığı...Evet evet... Kesin beyin kanaması geçiriyordum.
Yere sakince oturdum. Ayaklarımı uzattım. Etrafa bakındım. "Edremit' ten Ankara'ya gidiyorum. Arabam yolun kenarında duruyor. Ayağımda uyuşukluk oldu. Dinlenmek için durdum Her şey yolunda." şeklinde bilincimi gözden geçiriyordum. Ayaklarımı hareket ettirebiliyor, kollarımı havaya kaldırabiliyordum. Güç kaybım yoktu. Tüm bunları düşünürken birden başka bir şeyin farkına vardım. Ayağımdaki uyuşukluk geçmişti! Nefesim normale dönmüş, paniğim azalmıştı. ayağa kalkıp yürüdüm. Evet.. Uyuşukluk da tamamen geçmişti. Artık yola devam edebilirdim.
Tam arabaya doğru yönelmişken yerde duran dalı gördüm. Zeytin dalı... Az kalsın aklımı başından alıyordun. Dalı tekrar yerden alıp, çömeldim. Yeniden yere bir şeyler yazmayı denedim. Bu sefer dal elimde yere yığılıp kaldım. Artık tamamen yerde yatıyorum. Gözümün önünde gökyüzünü dallarının arasından gördüğüm kocaman zeytin ağacı vardı. Kaskatı yatıyordum. Sadece dalı tuttuğum elim hafifçe kımıldıyordu. Yerden kalkmayı denedim. Başım dönüyordu. Başımı yere bırakıp gözlerimi kapattım.
Hafif bir rüzgar esintisiyle uyandım. Gözümü açtığımda güneş aynı yerde duruyordu. Zeytin ağacının dalları güneşi bir gözüme değdiriyor bir güneşi saklıyordu. Çok fazla uykuda kalmadığımı düşündüm. Aslında uyudum mu yoksa bayıldım mı tam olarak ayırt edemiyordum. O durumda tek fark ettiğim şey dalı tuttuğum elimin hafifçe kımıldadığıydı. Doğrularak oturdum. Dala baktım ve onu toprağa değdirdim. Tam yere bir şeyler çizecekken, dal yerde bir şeyler karaladı. Sakindim. Ben gayet iyiydim. Bana birşey olmamıştı. Beyin kanaması geçirmiyordum. Ama dalı ben hareket ettirmiyordum. Bunun da farkındaydım. Dal kendi hareket ediyordu. Bu en başından beri de böyleydi. Ama bu sefer paniklemedim. Uyku beni sakinleştirmiş sanki her şeyi olağan karşılamamı sağlamış gibiydi. Yere dikkatlice baktığımda "Yoluna git. Yeni yolcunla." yazıyordu.
Dalı arabamın bagajına kilitledim.
Ankara' ya doğru yola koyuldum. Yeni yolcumla.
Önder Güngör / 26.Ocak.2025
![]() |
Görsel : The Origins of Earthing: Exploring the Practice and Benefits |
"Topraklanmamış insanlar odaklanmakta zorluk çekerler, huzursuz ve stresli olurlar, çevrelerindeki her şeyi kontrol etmeye çalışırlar. Doğal olarak topraklanmış kişiler ise, sade ve dengeli insanlardır, bedenlerinde evlerindeymiş gibi huzur içinde yaşarlar. Topraklama, bedeni sakinleştirdiği; içinde yaşanılacak sıcak ve huzurlu bir yer yarattığı için insanı dengeler. Başkalarını kontrol etmeye çalışmak gereksizleşir çünkü topraklama bedene kendisini kontrol etme yolunu verir; beden, enerjiyi ve duyguları serbest bırakmayı, kendisini an be an arındırmayı öğrenir. Deneyin ve görün."
Auro ve Çakra Kullanma Kılavuzu / Karla Mclaren
Eskiden her yıl kararlar alırdım. Yeni yılda söyle yapacam , böyle yapacam, bunları başaracağım diye....,
Bu yıl da karar alıyorum ama diğerlerinden farklı.
Bu sefer,
Şu kadar kitap okuyacağım, şu kadar spor yapacağım, şunları öğreneceğim, bunları bitieceğim, bunlara başlayacağım türden şeyler yok.
Çünkü belli yaştan sonra insanın ilk hedefi "YAŞAMAK" oluyor.
Yaşamak derken nefes alıp vermekten bahsetmiyorum.
Aynı Nazım' ın şiirindeki gibi,
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
(*) Hande Yener' in şarksısından alıntıdır.
İş çıkışı eve geldim. Kapının önüne iki battal boy torba, çöp çıkarılmış olduğunu gördüm.
İçeriye girip, mutfaktaki diğer çöpleri de ben çıkardım.
Kapının önü çöp yığını oldu. Apartman görevlisi arkadaş, büyük ihtimalle önce bizim çöpleri götürdükten sonra gelip diğer dairelerin çöplerini götürdü herhalde.
İki gün önce izlediğim youtube videosu aklıma geldi. Şehirden köye göç eden insanlarla ilgiliydi.
Köye göç etmiş arkadaş; ekolojik tarımla uğraştığını, tavuklarını, toprağı vb.. anlatıyordu Bir ara program yapımcısına,
"Düşünsenize haftada sadece iki küçük poşet çöp üretiyorum. İstanbul' da her gün bunun iki katı çöpüm oluyordu." dedi. Köydeki çöp de sadece deterjan ambalajı artığıymış.
Bir arkadaşım "Zenginin çöpü olur. Ne kadar çok çöpün varsa o kadar zenginsin. Fakirin çöpü olmaz." derdi.
Ne doğaya bir katkım var (çöpüm çok) ne de kendime bir faydam var. (zengin değilim.)
Not: Yukarıda görsel, çöp poşeti değildir. İtalyan Bottega Veneta markasının yeni siyah deri çantasıdır. ( Kaynak : ( https://www.haberturk.com/bottega-veneta-nin-cantasi-sosyal-medyanin-diline-dustu-2895795 ) Fiyatı 17.450 TL imiş. (16.11.2024 tarihinde) Tarihi özellikle yazdım. İki yıl sonra bu yazıyı okuduğunuzda çöp poşetlerinin bu fiyata ulaştığını görünce çanta ucuzmuş diyebilirsiniz.
Hayatımda öğrenemediğim en önemli şeylerden biri de “Hayır diyememek!”. Bir türlü “Hayır” diyemedim. Bu özelliğimi bilen arkadaşlarım tarafından göz göre göre de kullanıldım.. Hatta arkadaşlarım, birçok işi üzerime yıktıklarında, yüzüme karşı, senin “Hayır” diyemeyeceğini bildiğimiz için seni biraz kullandık bile diyebilmişlerdir.
Oysa Paulo Colhe ne güzel demiş, "Hayır demek, evet demektir. Yani; kendi önceliklerinize, zamanınıza ve sınırlarınıza 'evet' demektir."
Yine Paulo Colhe’ nin bir sözü daha var. “Bir hayır diyebilmek, bin evetten daha değerli olabilir.”
Ama dediğim gibi bir türlü öğrenemedim “Hayır” demeyi.
“Hayır” diyemeyen insanlar, toplumsal normlar, suçluluk duygusu ve başkalarını hayal kırıklığına uğratma korkusu nedeniyle “Hayır” diyemiyorlarmış. Nasıl bir toplumda yetiştiysem, herkes bana “Hayır” derken ben diyemedim. Ya da hiç kimse suçluluk duygusu hissetmiyorken ben nasıl oldu da hissettim. Ya da hep hayal kırıklığına uğrarken nasıl da başkalarını memnun ettim.
Üniversitede bir arkadaşım vardı. O da benim gibi “Hayır” diyemeyenlerdendi.
İnsanlar ona “Sana bir şey soracağım dediklerinde” daha dinlemeden “Hayır hayır hayır” derdi. Daha bir şey demedik ki dediklerinde ise “Olsun yine de hayır” derdi.
“Hayır hayır hayır”
Sosyal medyaların etkisiyle blog yazıları iyiden iyiye azaldı. Yazmak daha zor.
Resim paylaşmak, video çekmek herkesin kolayına geliyor. Sahiden de kolay. Daha pratik.
Keşke ben de yapabilsem.
Bu aralar ben de bloglar yerine youtube kanallarına takılıyorum.
Son zamanlarda,
Ramble Soul ve
Güneşim Peşinde' yi izliyorum.
Yolcuların Dikkatine' de Cihan çok zeki bir arkadaş. Ebru' da öyle. Zeki insanları izlemek ayrı bir keyif veriyor. Ramble Soul' a göre daha minimalistler.
Diğer arkadaşları da keyifle izliyorum.
Ramble Soul .... Ben beğeniyorum.
Çağdaş Özsarı' da izlediklerim arasında.