Tarih: Eylül 26, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

İhtiyaçlar Kitabı (İhtiyaçlar Değişir)

 



Büyük bir iç sıkıntısıyla uykusundan uyandı. Atletle yattığı halde sırılsıklam ter içindeydi. Yatağında doğruldu ve atletini çıkardı. Nefesi hızlıydı. Karnı bir iniyor bir çıkıyordu. Gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı ama hatırlayamadı.
Dünkü yaşadığı olayların sıkıntısını hala üzerinden atamamıştı.
Hemen komidinin üzerindeki kitabına uzandı.
Kitabın beyaz bir kabı vardı. Siyah büyük harflerle adı yazılıydı. "İHTİYAÇLAR KİTABI". Başlığın altında küçük harflerle "İhtiyaçlar değişir." yazılıydı.
Kitabın kırkıncı sayfasını açtı. Her ihtiyaç duyduğunda, kırkıncı sayfayı okurdu.
"Bir şey yok. Hayata devam..."
Kitabı kapattı ve yerine koydu.
Odadan çıktı.
Bir daha ihtiyaç duyduğunda yine kitabın kırkıncı sayfasına bakacaktı. Daha önce binlerce kez bakmıştı ve her baktığında kırkıncı sayfada başka bir şey yazıyordu.


Önder Güngör/ 2009 yılında yazmıştım./
Tamamını oku
Tarih: Eylül 25, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

İçimizdeki Şaman / Nil Gün

 

Foça 2009 / Önder Güngör


Küçük bir alıntı,

"Bazen yaşananları düşündükçe uyku uyuyamaz ya da çok uyur, yemek yiyemez ya da çok yer, kabuslar görebilir, vücudumuzda hayali ağrılar yaratabiliriz. Aslında tüm bunlar orijinal korku yaratan olguyla bağlantımızı tamamlamak ve özgürleşmek içindir. Kabuslar bu deneyimden öğrenmemiz gereken ve kaçırdığımız bazı verileri bize sunmak içindir. Kabusları bilinçlice aşmak için uyanık halde olayı hayalimizde yeniden yaşamak gerekir. Bilinçle yaşanan bir olaya bilinçaltı artık müdahale etmez."

Nil Gün

Tamamını oku
Tarih: Eylül 19, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Kimyasal dinlenme

 

Tatili iple çekeriz. 
Tatile gideriz. 

Bir süre sonra eve dönüp dinlenmek isteriz. Çünkü yorulmuşuzdur.

Bedenen değil. 

Zihnen.
Eve gidip kabuğumuza çekilmek isteriz.

Küçük bir alıntı:

"Düzenliliğin sağlığın ilk adımı olduğunu söyleyen Hipokrat idi. O, birçok çağdaş şifacının da inandığı gibi, ikinci adımın dinlenme olduğuna inanırdı; sadece fiziksel dinlenme değil faka daha da önemli sayılan kimyasal dinlenme. Ancak onun tavsiye ettiği kimyasal dinlenme, bedeni yiyip içmekten alıkoyarak, onun kendi kendini arıtmasına ve içinde birikmiş artık nesneleri atmasına izin vermekti."

Ruhsal Şifa Teknikleri / Keith Sherwood


Tamamını oku
Tarih: Eylül 18, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

İstersen vur yerden yere

 

Bilmeniz gereken en önemli şey, iyi şeyler düşünürken insanın kendisinin kötü hissetmesinin imkansız olduğu. Bunun aksi, duygularınızın nedeninin düşünceleriniz olduğunu belirten yasaya aykırı düşer. Kendinizi kötü hissediyorsanız, aklınızdan size kendinizi kötü hissettiren düşünceler geçiriyorsunuz demektir.

S E C R E T / Rhonda Byrne
Tamamını oku
Tarih: Eylül 11, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Expedition Happiness

 


Expedition Happiness

Bir gezi belgeseli. Netflix öyle diyor. Ben pek kafamda bir yere oturtamadım. Gezi mi? Evet. Belgesel mi? Ehh.. Gezi sırasında çekilmiş doğa görüntüleri var, manzara görüntüleri var, ayı görüntüleri var ama kumandanın düğmesine bassam BBC Earth, National Geograghic, Love Nature vb.. tüm kanallarda bu görüntülerin yüzlerce kat daha kalitesi ve bilgi yüklüsünü izleyebilirim.

Özetle;

İki Alman sevgili, Amerika’da bir öğrenci servisi otobüsünü internetten alıyorlar ve New York’a gidiyorlar. Yanlarında köpekleri de var. Rudi. Orada 90 gün boyunca bu otobüsü karavana çeviriyorlar. 90 günlük vizeleri bitince otobüsle Kanada’ya gidiyorlar. Oradan Alaska’ya daha sonrada Amerika ve Meksika’ ya seyahat ediyorlar. Olay bu.






İzleyen birçok gence heyecan verdiğini düşünüyorum. Hatta yine birçoğunun ben de böyle bir şey yapacağım diye içinden geçirdiğine de bahse girerim. İşte orada bir ANCAK kelimesi söylemek istiyorum.

Alman sevgililer ABD’ de 90 günlük vize alabiliyorlar, 90 gün boyunca orada kalıyorlar ve otobüsü karavan çeviriyorlar. Ne para var… Düşünsenize Ankara’dan İstanbul’a gidiyorsunuz. Bir tane eski bir Ducato alıyorsunuz. Paranız var ya… Onu da karavana çeviriyorsunuz. Bu arada İstanbul’da akrabanız yok, 90 günde İstanbul’ da yatıp kalkıyorsunuz. Bu açıdan bakınca bana zor geliyor. Üstelik oradan Kanada ve Alaska. Sadece Alaska sınırına kadar  10.000 km yol yapıyorsunuz. Ben sadece Ankara’ dan Antalya’ ya gideyim, biraz da orada gezeyim, kredi kartı ekstrem benzinle doluyor. 1 haftalık Antalya tatilimde konaklama kadar benzine para verdiğim zamanlar olmuştur. Diyeceksiniz ki Amerika’ da benzin ucuz. Pek de öyle değil, Hele de Euro kazanmayıp, TL kazanan bizler için. Yani bizim gençlerimiz heveslenip, böyle seyahatler yapıp belgeseller çeker mi? Çeker. Ama bir Alman kadar rahat değil. Adamlar Amerika’dan çıkmadan Alaska’ya vize alabiliyorlar. Yine Amerika’dan çıkmadan vizeleri bitmiş, uzatma almalarına rağmen yeniden -zor da olsa- Amerika’ ya vize alabiliyorlar. Bir de bir Cezayirli’ nin bu seyahati yaptığını düşünsenize. Tutuklanır valla.




Neyse gelelim Expedition Happiness’ a.. Heyecan uyandıran bir gezi belgesel bekliyorsunuz. Karavanı yapmaları, yolda olmaları, otobüsün üstünde kahve içmeleri zevkle izliyorsunuz ama belgeselin büyük bir çoğunluğunda Rudi’ nin (Köpekleri) yaşadığı sağlık sorunları, vize sorunları, seyahat sorunları vb.. belgeseli bir nevi drama çeviriyor. Hatta yolculuğu sorgulamaya başlıyorsunuz. Köpek evde kalsa daha iyi olmaz mıydı diyorsunuz? Bir dağ köpeğini 40 derece sıcak Amerika ve Meksika çöllerine götürüyorlar. Köpek bu çöellerde gezerken diğer hayvanların dışkılarını kemiriyor ya da benzeri şeyleri ağzına alıyor. Sıcaktan etkilenen köpek bir de giardiazis oluyor. Amerika’ya tekrar giriş vizesini köpekleri sayesinde alıyorlar. Seyahati de onu bahane ederek sonlandırıyorlar.

Belgesel de birçok konu çok detaylı anlatılmıyor. Her şey çok yüzeysel geçirmiş. Bir bölümlük olduğu için belki de. Gezi facebook üzerinden günlük hatta anlık paylaşımlarla takipçilerle paylaşılmış. Köpeği bahane edip geri dönmeleri belki de buradan gelen yorumlardan kaynaklanabilir. Belki de yoruldular ve eve dönmek istediler, köpeği de bahane ettiler. Çünkü sonlara doğru gezi heyecanlarını kaybettikleri çok net görülüyor. Rutine dönmek istediklerini kız birkaç defa tekrarlıyor.

Peki ben böyle bir gezi yapar mıydım.? Canlandırma yapayım. 25 yaşımdayım. Yanımda sevgilim var. Bu seyahati karşılayacak finansal durumum da mevcut.

Bilmiyorum.

Ben biraz daha garantici bir adamım. Alaska’ da yol kenarındayım. 5 saattir bekliyorum, yanımda sevgilim var, bir tane bile araba geçmiyor. Arabam arızalansa tamir edebilecek bilgim yok. Hastalansan en yakın hastaneye 15 saatte varamazsın. Biraz zor…

Belgesel’ de belki bir şey dikkatiniz çekmiştir. Onlar da konaklamak için Milli Parklar’ı seçiyorlardı. Çünkü bir şekilde bu parklarda bekçiler ve ofisler mevcut. Öyle rastgele bir dağda sadece günübirlik konaklamalar yapıyorlardı.

Sevgililerden biri müzisyen. Tüm seyahat boyunca gittiği yerler için şarkı besteleyip albüm yapmış. Diğeri de film yapımcısı. Gezi boyunca birisinin online olarak işinde çalışmaya devam ettiği söylendi ama hangisiydi hatırlayamadım. Film yapımcısının amacı ise bu geziyi zaten belgesel yapmaktı. Bana göre her ikisi de bu geziye uygun insanlar değildi. Hani dağcılar kampçılar der ya. O sertlik onlarda yoktu.

Sonuç olarak belgeseli izlemek isteyenlere önerim. Detaylı bir karavan ve doğa yaşam anlatımı yok, detaylı bir yol serüveni yok, ayrıntılı bir günlük yaşantı paylaşımı yok ama…..İzleyin. Çünkü yolda olmak güzeldir.





Not: Belki geziyi facebooktan anlık takip etmiş olsaydım daha keyif alırdım. Ya da dizi şeklinde daha uzun bölümler halinde çekilseydi daha başarılı olabilirdi. Her ikisine de teşekkürler. Pardon üçüne.

Bir kaç ay önce BBC Earth' de yine otobüsü karavana çevirmiş yanında da küçük çocukları olan ve anlık sosyal medya paylaşımları ve bağış alarak gezi yapan bir çift daha izlemiştim.

Önder Güngör / Ankara / 11 Ağustos 2021

Tamamını oku
Tarih: Eylül 10, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Eş'im için.

 Karım için;





Gülyüzlüm....Gülsün yüzün...



Ankara'ya 88 yılında geldim. O zamanlar liseyi yeni bitirmiş üniversiteyi kazanmıştım.
İlk kez İzmir dışında bir yere gelmiştim.
Benim için Türkiye sadece İzmir'den ibaretti.

Liseyi ilk bitiren erkekler ne yapar,
Ya bıyık ya sakal bırakırlar..


Herhalde benimde bıyıklarım vardı. Tam hatırlamıyorum. Sonra da hiç bırakmadım. Her sabah traş oldum. Şimdileri cumartesi pazarları da traş oluyorum.

Ben seni kaç kere sevdiğimi unuttum..

Lise yıllarımda -İzmirdeyken- troleybüslere binerdim. Ankarada yoktu. Her yokuştan sonra karşıda denizi görürdüm. O da yoktu. Ortaokul zamanımda Fahrettin Altay-Üçkuyular ve Üçkuyular-Montrö hattında çalışan uzun taksi dolmuşlar vardı. Öne üç kişi otururduk. Onlar Mithatpaşa Caddesinden giderdi. İnönü caddesinde büyük dolmuşlar vardı. Mithatpaşa caddesinde en çok Vali Konağı, Köşk, Güzelyalı, Göztepe ve Sinema durağını severdim. Ankara'da onlardan da yoktu. İzmirde dolmuşa şortla binerdik. Ankarada.....

Susuz Dede boş bir tepeydi. Uçurtma uçururduk. Ankara'da Susuz Dede yoktu.

Konaktan Üçkuyulara yürürdüm. Üşenmez bir de geri giderdim. Ankara'da Konak yoktu...

O zamanlar Fuar'ın 5 kapısı vardı. Şimdi kaç tane bilmiyorum. Ankara'da Fuar yoktu.

Kordon'da yürürdüm. 15 yaşındaydım. Rüzgar, dalgalardan küçük damlacıkları havaya kaldırır yüzüme vururdu. Ankara'da dalga yoktu.

Ben yağmuru gözlerinde, günahı bedeninde tanıyıpta sevmişim. Şarabı dudağından içip öyle sevmişim...Gülyüzlüm...

İzmir'de hep güneş vardı. Meltem vardı. Ankara güneşte yoktu meltemde..

Sen bu kalbin bir tanesisin.Gülyüzlüm.



Bazıları şarkı sözü bazıları içimin sözü...Ama Ankara'da sen vardın gülyüzlüm...


Tamamını oku
Tarih: Eylül 09, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bir garip Orhan Veli - Müşfik Kenter

 1987 yılıydı. İzmir Atatürk Lisesi ikinci sınıftaydım. Bir akşam Atatürk Kültür Merkezi' ne götürmüşlerdi bizi. İlk kez o zaman gitmiştim tiyatroya. Müşfik Kenter' in "Bir Garip Orhan Veli" tiyatrosunu izlemiştim. Daha sonrasında da yine aynı yerde Suna Kan' ı dinlemiştik sınıfça.


Sonrasında harçlıklarımla aşağıdaki kaseti almıştım. Sonra da hemen şiir kitabını.




O kadar çok sevmiştim ki Orhan Veli' yi onu taklit eden şiirler yazmıştım o günlerde. Hatta Müşfik Kenter'i taklit eder tarzda kendi sesimden şiilerini kaydetmiştim kasete.

Genelde geçmiş günlerle ilgili cümle kurarken devrik cümle kurmayı seçtiğimi fark ettim. Ne de olsa geçmiş günler, devrik günler...

İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim

Urumeli Hisarı'na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum

İstanbul'un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım...
Senin yüzünden bu halim.

İstanbul'un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne

Sevdalım...
Boynuna vebalim

İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim
Bir garip Orhan Veli’yim


En çok sevdiğim şiiri ise;

Mektup alır, efkarlanırım;
Rakı içer, efkarlanırım;
Yola çıkar, efkarlanırım.
Ne olacak bunun sonu, bilmem.
"Kazım'ın" türküsünü söylerler,
Üsküdar'da;
Efkarlanırım.

Buyrun dinleyin şiirleri,


Tamamını oku
Tarih: Eylül 08, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bunca yıl sonra nasılsın?

 Lise yıllarındaydım. Genellikle o yıllara ait anılarım bölük pörçük. Birçok şeyi tam olarak hatırlayamıyorum. Arkadaşlarımla otururken bazıları küçüklük anılarını anlatır, ben ise öylece bakar dururum. Dalar gider bir şeyler hatırlamaya çalışırım ama doğru düzgün bir şey gelmez aklıma. Ama size birazdan anlatacağım anı aklımın bir köşesine kazınmış ender hatırladıklarımdan biri.




İzmir' in eski halini bilen bilir. 1986 yılıydı. Güzelyalı Mithatpaşa Caddesi'nden sabahın erken saatlerinde o meşhur amerikan dolmuşlarına binmiştim. Bu dolmuşların önüne iki kişi arkasına ise dört kişi oturabiliyordu. Her zaman tercih ettiğim ön taraf dolu olduğu için arka tarafa oturdum. Eski Göztepe Açık Hava Sineması' nın durağında iri yarı kilolu biri daha bindi. O kadar kiloluydu ki üç kişi oturduğumuz halde bile arka tarafta oturacak yer kalmadı. Sıkış tepiş Konak'a gelir gelmez kendimi dolmuştan attım. Önce Kemeraltı'nda sonra da Kordon'da gezinip tekrar geri dönme zamanı geldiğinde geliş yolculuğum aklıma geldiği için yürüyerek dönmeye karar verdim. Daha önce de defalarca Göztepe Konak arasını yürümüştüm. Mithatpaşa Caddesi' ni çok seviyordum. Bu caddeyi boydan boya yürümek o zamanlardaki en büyük eğlencelerimden biriydi.

O gün güneşin altında Küçükkuyu' ya kadar hızlıca yürüdüm. Yorulunca yolun sol tarafında merdivenle çıkılan ve bir tepe üzerine kurulmuş olan parkta dinlenmeye karar verdim. Bu park benim ilk kez herkesten gizlice bira içtiğim parktı. Merdivenleri hızlıca çıkarak parktan denizin görüldüğü banka oturup dinlenmeye başladım. 
Her zamanki gibi parkta kimse yoktu. Hani çok yorulduğunuzda oturur dinlenirsiniz ve bir ağırlık çöker yerinizden kalkamazsınız ya, işte öyle bir durumda tekrar yola koyulmaya üşenmiş çökmüş kalmıştım parkta. Soluğum halen daha hızlıydı ve aldığım nefes bir türlü yetmiyordu. Göğsüm bir iniyor bir kalkıyor sanki kilometrelerce koşmuşum ve karnıma kramp girmiş gibi hızlı hızlı soluk alıp veriyordum. Kalbim göğsümden çıkacak gibi hızlı çarpıyordu. Bu hiç normal değildi, daha önce hiç böyle olmamıştım.

Acaba dolmuşa mı binsem diye düşünürken bir anne, yanında iki çocuğu ile birlikte parka girdi. O bomboş parkta doğrudan benim olduğum tarafa doğru yürüdüler. Çocuklardan biri annesinin elini bırakıp koluma dokundu ve annesine dönüp,

"Hazır." dedi.

Anne çocuğa bakıp başıyla onayladı.

Neler olup bittiğini anlamadan, çocuk omuzlarımdan tutup beni bankın üzerine yatırdı. Nefes nefeseydim. Çarpıntım daha da artmıştı. Karşılık verecek durumda değildim. Bayıldım bayılacaktım.

En son çocuğun her iki avcunu göğsüme koyduğunu gördüm.

Uyandığımda bankta sırtüstü yatar durumdaydım. Heyecanla yerimden doğruldum. Park halen daha bomboştu. Bir an yanıma gelen anne ve çocuklarını hatırladım ve etrafımda onları aradım ama benden başka kimse yoktu.

Merdivenlerden yavaşça inip, Mithatpaşa Caddesinde yeniden yürümeye başladım. Kendimde bir farklılık hissediyordum. Tam olarak ne olduğunu tarif edemiyordum ama kendimi daha güçlü hissediyordum. Sanki olduğumdan büyüktüm. Sanki zıplasam Güzelyalı'ya varacaktım. Sanki koşsam arabaları geçecektim. Farklıydım. Etrafta yürüyen insanlara bakıp, içimden ben farklıyım diyordum. Yıllarca bu duyguyla yaşadım. Ta ki üniversite yıllarımda "The Doors" filmini izleyene kadar. Filmin başında Jim Morrsion küçük bir çocukken arabanın içinde yolda yatan şamana bakıp "O gün ruhlarımız yer değiştirdi." diyene kadar. Henüz filmin başında yerimden kalkıp dışarı çıktım. Koşarak kaldığım öğrenci yurduna geldim. Yatağa uzandım ve derin bir uykuya daldım. Uyandığımda sırılsıklam ter içindeydim. Kendimi yatağa sıkışmış gibi hissediyordum. Yatağım sanki iki kişilikti. Oda her zamankinden daha büyüktü. Yerimden kalkacak gücüm yoktu. Nefes almakta zorlanıyordum.
Hafifçe doğruldum ve,
"Bunca yıl sonra nasılsın?" dedim kendime.


Tamamını oku
Tarih: Eylül 07, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Gidiyor yanım



Düşünce ile nasıl bir etki üretilebilir? Cevap, düşüncenin zihnin hareketi olduğudur (tıpkı rüzgarın hareket eden hava olması gibi) ve etkisi tamamen "bağlı olduğu düzeneğe bağlıdır."

Yaşamın Kapısını Açan Anahtar / Charles F. Haanel
Tamamını oku
Tarih: Eylül 06, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Sen beni boşuna kalbinin oralara koyma*

 



Bazen kişilerle konuşmak demek yüz yüze konuşmak demek değildir. Bu konuşma şekline istediğiniz adı verebilirsiniz. Telepatik konuşma, kalp yoluyla konuşma, duygularla konuşma ne derseniz deyin.
Genellikle böyle bir konuşma şeklini bilinçli olarak kullandığımızda olumlu bir amaç için kullanırız. Ancak, işin asıl bir de istenmeyen ve kötü sonuçlar doğudan başka bir yönü daha vardır. Bir insan için aklımızda söylediğimiz her türlü eleştiri, kızgınlık, yargılama da aynı şekilde o kişiyle bir konuşma şeklidir.

O yüzden AN’ a dikkat etmemiz, düşüncelerimizi sürekli gözden geçirmemiz gerekmektedir. İyi şeyler  emek gerektirir.

Demli




*Hayat ne ki sanki anlık bir buluşma
Sen beni boşuna kalbinin oralara koyma*
Nil Karaibrahimgil.
Tamamını oku
Tarih: Eylül 05, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Az mıyım? Çok muyum? Var mıyım? Yok muyum?

 Kanada' da 1992 yılında Leonard Cohen ile yapılan bir röportaj'da Cohen'e kim olduğu sorulur?

2016 yılında kaybettiğimiz Cohen;

"Ben bir romancı değilim. Bir şair değilim. Sonunda insan başka bir şey yapmayacağını anlıyor. Sosyal bir harekete liderlik yapmayacaksınız. Neslinizin aydın yüzü olmayacaksınız. Olabileceğinizi düşündüğünüz birçok şeyi olmayacaksınız. Günün güzel zamanlarında masanın önünde oturan ve kötü zamanlarında halının üzerinde yuvarlanan kişi olacaksınız. Yaptığınız bu. Popüler pazar için şarkılar yazıyorsunuz...Belki bir süreliğine kalıcı olacak bir rüyanız var." der.




Bu satırları okurken radyoda çalan bir şarkı, o sözleri buraya yazamama neden olur.

"Az mıyım çok muyum var mıyım yok muyum ben kimim. Masal mıyım gerçek miyim kaç mıyım göç müyüm hiç miyim suç muyum ben kimim" 
Candan Erçetin devam eder,
"Geçimsizim bu günlerde
Kimsesizim bu yerlerde
Değersizim bu ellerde
Çaresizim doğduğum yerde
Gölgesizim her gün her yerde."

Son söz kulağımda tekrar yankılanır. "Çaresizim doğduğum yerde". Halbuki biz insanlar en çok doğduğumuz yerde ölmek isteriz. Kendimizi doğduğumuz yere ait hissederiz. Orada güvenliyizdir.

Şarkı biter, soru zihnimde dolaşmaya devam eder. "Ben kimim?"

Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Acaba bu kadar mı kendimi tanımıyorum? Sen Ankara'da yaşayan, İzmir'de doğmuş bir adamsın diyorum kendime. Eeeee. Sonrasında. İşte öyle yaşayıp gidiyorsun diyorum içimden. Başka bir şeyde gelmiyor kendimi tanımlayan.

Sonra Mevlana' nın Ben Kimim şiirini okuyorum.

Toz zerreleriyim ben
 gün ışığında.

 Güneşim 
 yusyuvarlak.

 Toz zerrelerine derim, 
“Kal.”

Güneşe derim, “Hareket et, 
 durmadan.”

Sabah sisiyim ve akşamın
 nefesiyim.

 Bir kavaklığın tepesinde rüzgâr
 ve sarp bir kayalığın üstüne çarpıp kırılan dalgalar.

 Orta direk, dümen, dümenci, 
 ve tekne omurgası,

mercan kayalığıyım aynı zamanda da 
 onların saplanıp kaldıkları.

Bir ağacım ben talimli bir papağanla dallarında.
 Sükut, düşünce, ve seda.

 Bir neyin içinden gelen ahenkli hava,
 bir taştan sıçrayan kıvılcım, bir titreme metalde.

 Hem mum,
 hem de onun etrafındaki deli pervane.

 Gül, 
 ve bülbül kaybolan güzel kokunun içinde.

 Varoluşun bütün sınıflarıyım, ve dönen samanyolu,
 evrimsel akıl.

 Kalkan ve inen.
 Olan ve olmayan.

 Sen
 Celâlettin’i bilen,

 sen 
 hepsinin içinde bir tane,

 söyle 
 ben kimim.

 Söyle
 BEN SENİM.

 (Alıntı: Çeviren: Vehbi Taşar, 31 Aralık, Sayfa 407, “A Year With Rumi, Daily Readings” Coleman Barks  with John Moyne, Nevit Ergan, A.J. Arberry, Reynold Nicolson, and others,
 HarperSan Francisco, 2006) (http://arsiv.mevsimsiz.net/y-6794/SOYLE_BEN_KiMiM._Mevlana)

Bütün bunların ötesinde insan kendisini tanımlamakta zorlanıyor diye düşünüyorum. Herkes hakkında konuşur da insan kendi hakkında konuşmaz bir türlü. Kendisini herkese anlatır da kendisine anlatmaz hiç.

Eski Yunan' da Delphi Tapınağı' nın girişinde "Know Theself" (Kendini Bil) yazmaktadır. Socrattes' ın sözüdür. Platon seni sen yapan şey ruhdur demiş. Descartes ise bilinçdir demiş. Bunu daha da irdelersek birçok eski filozof ve son dönemin ünlü düşünürlerden birçok güzel söz okursunuz bu konuda.
Ama hiçbiri size yardım etmez, sadece onların ne dediğini öğrenirsiniz. Ama bu sözlerin hiç birinde "Ben kimim?" sorusunun yanıtını bulamazsınız. Çünkü o surunun yanıtı dışta değil içtedir.

Mistikler der ki? "Bir şeyin yanıtını öğrenmek istiyorsan, kendine sor!"

Soruyorum.

Ben kimim?


Önder Güngör / Ankara /04.09.2021

Tamamını oku
Tarih: Eylül 04, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Güzel sevmeyene adam denir mi? (*)

 



Barış Manço' nun en bilinen şarkılarından biridir "Sarı çizmeli Mehmet Ağa". Şarkı "Yaz dostum güzel sevmeyene adam denir mi" diye başlar. Ama dikkatinizi çekerim "güzeli sevmeyene" değil "güzel sevmeyene."
Yani adam dediğin güzel sevendir, güzel konuşandır, güzel davranandır. Güzel insandır. Adamlığın tanımı güzelliktir.

Yaz dostum....



Tamamını oku
Tarih: Ağustos 21, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Kazdağları' nın yeni tanrısı Deremitos

Bu yazımı size Akçay Güre’ deki yazlıktan yazıyorum.

Hatta yazımı yazdığım mekanın bir görselini de aşağıya koyuyorum. Saat sabah 07.53.



Yöre halkının meşhur bir sözü vardır.

“Ağustos’ un yarısı yaz, yarısı kıştır.” diye. Ben de bu söze inanmaz hep dalga geçerdim.  ”Hangi yarısı? ilk yarısı mı son yarısı mı diye?” Gerçekten de öyleymiş. Bu yıl tüm Ağustos’u burada geçirmeye karar verdik. 21 Ağustostayız ve bu hafta akşamları kış gibi geçti.

Eğer deniz kenarında bir yerde uzun süre kaldıysanız ve “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından “Hadi girelim” diyorsanız hava gerçekten deniz havasıdır. “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından, “Sen gir ben sonra gireceğim” diyorsanız havalar soğumaya başlamıştır.

Buraların rüzgarı da meşhurdur. Her mevsim olur. Hatta yazlığın bulunduğu sahilin ucunda küçük bir burun vardır. Burnun diğer tarafı Edikoop tatil sitesidir. İki sahilde birbirlerine çok yakın, yürüme mesafesindedir. Yöre insanının meşhur bir sözü vardır. Bu sahilde rüzgar varsa Edikoop’ ta rüzgar yoktur. Edikoop’ ta rüzgar varsa burada rüzgar yoktur. Hangi plajda denize gireceğinize rüzgara göre karar verirsiniz.

Güre’ de meşhur İda Dağı’ nın (Kaz Dağları) hemen eteğindeyken, burayla ilgili bir hikaye yazmadan duramazdım. Tabii ki de yazdım. İşte aşağıda.

Yıllar yıllar önce, Zeus Kaz Dağları’ nda bir ağacın altında öğle saatlerinde uyuyormuş. Yarı tanrı yarı insan bir adam Zeus’ u uyandırmaya cüret etmiş. Zeus bu işe çok sinirlenmiş. “Ne diyorsun be adam.” diye haykırmış. Adam sakin bir sesle tekrarlamış.” “Tanrıların tanrısı Zeus, İda Dağı’ na yeni bir tanrı gelmiş. Herkes onu görmeye gidiyormuş. Sen de duy istedim.” demiş. “Yeni tanrı da kimmiş be adam.” diye uykulu uykulu haykırmış Zeus. Adam “Bilmiyorum, ama söylenene göre bundan sonra buranın tek tanrısı o olacakmış.” Zeus hışımla yerden kalkmış. Göğe doğru haykırarak kollarını kaldırmış. Kolları aniden kocaman kanatlara dönüşmüş. Hızlı hızlı kanatlarını çırpmış. Gözünü açtığında bugün Mersin olarak bilinen Zephyrion sahillerinde uçuyormuş. Hızla geri, adamın olduğu Kaz Dağları’ na geri dönmüş. “Nerede bu yeni tanrı denen adam, göster bana demiş.” Adam, “İda’ nın zirvesinde herkesi oraya çağırmış.” demiş. Zeus bir kanat çırpışıyla İda’ nın tepesine ulaşmış. Diğer bütün tanrılar, yarı tanrılar ve köylüler orada toplanmış. Tam o sırada gökte şimşekler çakmış, ışıklar parlamış. Bir ışık topuna sarılı halde yeni tanrı yeryüzüne inmiş. Zeus’ un beklediğinin aksine yeni tanrı erkek değil güzeller güzeli, zarif bir kadınmış. Zeus şaşkınlığını gizleyerek, yeni tanrıya, “Sen de kimsin? Benim dağımda ne arıyorsun?  Ben burada gördüğün her tanrının tanrısıyım.” demiş.

Kadın sakin ve zarif bir sesle, “Ben Deremitos. Birlik tanrısıyım.” demiş.

Zeus “Geldiğin yere geri dön. Burada istenmiyorsun.” demiş.

Deremitos, “Artık BİR olmanın zamanı geldi Zeus.” demiş.

Zeus, öyle bir öfkelenmiş ki tüm gücünü Deremitos üzerinde kullanmaya ve onu yok etmeye çalışmış. Ama hiçbir gücü ona kadar ulaşamamış. Karşısındaki tanrı gerçekten çok güçlü bir tanrıymış. Onunla baş edemeyeceğini anlayan Zues hızla kanatlarını çırpıp dağdan aşağıya inmiş. Yere yakın o kadar hızlı uçmuş ki yer gök sallanmış ve Assos’ tan Karadeniz’e kadar toprak yarılmış. Bugünkü Çanakkale ve İstanbul boğazları oluşmuş. Deremitos’ un yanına gelen Zeus “Bu deniz sınır olsun. Karşı tarafa git. Orada hüküm sür.” demiş. Ancak Deremitos sakin bir sesle “Olmaz Zeus. Artık BİR’ lik zamanı.” demiş. Ancak Zues yeni tanrıya “Eğer gitmezse bütün İda Dağı’ nı ve buralarda yaşayan herkesi yok edeceği tehditini savurmuş.” Zeus’ un bu hırçınlığı karşısında Deremitos, “Peki istediğin gibi olsun. Ama yeniden geleceğim. O zamana kadar yine buralarda olacağım” demiş ve kollarını havaya kaldırınca kocaman bir buluta dönüşmüş. Bütün körfezi ve dağı kaplamış. Günlerce yağmur yağmış, rüzgar esmiş. Dereler, göller dolmuş. Güneş yeniden çıkarken İda Dağı’ ndan son kez Deremitos’ un sesi duyulmuş. “Bu dağların her damla suyunda, her bir tohumunda, her bir çiçeğinde, her bir rüzgarında beni hatırlayın. Her rüzgarın fısıltısında beni duyun.” demiş.

Zeus yıllarca boğazlarla ikiye ayırdığı Trakya ve Anadolu’ yu yeniden birleştirmeye çalışmış, ancak deniz bir daha buna izin vermemiş. Deremitos’ un sesi her yağmur yağışında ve rüzgar esişinde hafiften İda Dağları’ nda halen daha duyuluyorumuş. Yıllar sonra Deremitos, Edremit’e adını vermiş.

Ne uydurdum ama.

Merak etmeyin insanlar uyduruk hikayeleri daha çok seviyorlar. Geçen yıllarda yine böyle bir hikaye uydurmuştum. Akşam rakı içiyor, şarkı dinliyordum. Sözlerinden etkilendiğim bir şarkıya uyduruk bir hikaye yazdım. Blogumdan kopyalayıp aldılar. Facebook’ ta Whatsapp’ ta paylşatılar. Sonra herkes, hikayenin gerçek olduğuna inandı.

Yakında bu uyduruk hikayemi de Yunan Mitolojisi kitaplarında görebilirsiniz.

Önder Güngör / 21 Ağustos 2021 / Güre Akçay

 

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 02, 2021 Yazar: Yorum: 4 yorum

Rüya Satan Adam (Rüya Taciri)

 


Geçenlerde Netflix’ de Rüya Satan Adam (O Vendedor de Sonhos) diye bir film izledim. Alt yazı çevirmeni “Rüya Taciri” diye çevirmiş. Senaryosu basit, çoğu kez izlediğimiz senaryo türü daha sıradan bir  şekilde ele alınmış. Filmin gelişen olayları arasındaki bağlantı oldukça zayıf. Bu filmin konusu bakımından bir benzeri bizde de var. Mandıra Filozofu. Bence Mandıra Filozofu bir tık yukarıda.

Gelelim Rüya Satan Adam’ a.  Çok beğenmesem de filmin bir bölümünden kısa bir alıntı yapmak istiyorum. Ünlü psikolog, yaşadığı sıkıntılarla baş edemeyince intihara kalkışır ve bir iş merkezinin 12. katından atlamaya karar verir. Filmin ileriki bölümlerinde Rüya Taciri olduğunu öğrendiğimiz bir evsiz, polisin ikna edemediği adamın yanına giderek konuşmaya başlarlar. Aralarında bir takım konuşmalar geçer. Rüya Taciri, psikoloğa hayatı için bir virgül verebileceğini söyler. Ünlü psikolog ikna olur ve intihar etmekten vazgeçer. Daha sonra da evsiz adamla birlikte sokaklarda yaşamaya başlar. Evsiz adam bir çok kişi tarafından dinlenir, Guru ilan edilir.

Psikolog, oğlu ile ömrü boyunca doğru bir ilişki kuramamış, onu her alanda mükemmel olmaya zorlamıştır. Bu da oğlunun babadan nefret etmesine ve onunla iletişimi kesmesine neden olmuştur.

Filmin sonuna doğru psikoloğun oğlu daha fazla bu bunalıma dayanamaz ve intihar etmek için iş merkezinin üst karlarına çıkar ve pencere kenarında atlamak üzereyken, bu sefer ikna etmek için babası yanına gelir. Pencere kenarında otururlar. Baba oğlunu ikna etmekte zorlanır ve eğer atlamaya karar verirse ondan önce atlayacağını söyler. Ancak oğlunu intihardan vazgeçiremez. Konuşmalar devam eder ve baba, kendisi intihar etmek üzereyken Rüya Taciri’ nden bir virgül satın adlığını ve şimdi o virgülü oğluna satmak istediğini söyler. Oğlan virgülü alır.

Hepimizin hayatımızın her alanında kullanmak için bir virgüle ihtiyacı vardır.

 

Önder Güngör / 02 Ağustos 2021 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 01, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Yaşanmamış yaşamlar




Erich Fromm der ki: ““Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde, yaşanmamış yaşamlar vardır.”

Yaşım ilerledikçe hayatımdan geriye sortiler yapıyorum. Yaşamak isteyip de yaşamadığım ne var diye. Bir sürü şey aklıma geliyor. Ne çok yapmak istediğim şey varmış? Aşağıda bir iki örnek verdim.

Yaşım 50. Çok mu geç acaba? Yoksa bir sonraki enkarnasyonda mı? Yoksa tam zamanı mı?

Zengin olmak istiyordum. Harland Sanders, KFC’ yi kurup başarıya ulaştığında 62 yaşındaydı. Momofuku Ando 48 yaşında başarıya ulaştı. Sam Walton, Wall-Mart’ ı kurduğunda 44 yaşındaydı. Birçok ünlü zengin 40’ ından 50’ sinden sonra zengin olmuş.

Yazar olmak istiyordum. Tolkien ilk Hobbit kitabının yayımladığında 45 yaşındaydı. Raymond Chandler’ ın ilk romanı “Büyük Uyku” 51 yaşındayken yayımlandı. Stan Lee; Spider Man, Daredevil, Captain America, The X-Man, The Fantastic Four, Iron Man, Thor çizgi romanlarına hayat veren adam. Ünlenmeye giden ilk çizgi romanlarını 40’ lı yaşlarından sonra çizdi. İlk romanından sonra, 58'ine dek yeni bir roman yazmayan Jose Saramago 58’inden sonra romanlarını yazdı. Frank McCourt 66 yaşında yayımladığı Angela'nın Külleri ile Pulitzer Ödülünü kazandı.

Dünyayı adam akıllı keşfetmek isterdim. Bunu yazınca eski bir gazete haberi aklıma geldi. Lena Teyze. 89 yaşında dünyayı dolaşıyormuş. Kristof Kolomb, Amerika’ ya ilk ayak bastığında 42 yaşındaydı.

Bir de şöhreti geç yakalayanlar var. Andrea Bocelli, 40’ ından sonra ünlendi. Morgan Freeman, Oscar’ı 57 yaşında aldığında şöhret basamağının tepesine yeni yeni ulaşmıştı. Mark Twain, onu dünyaya tanıtan eseri “Tom Sawyer’ın Maceraları”nı yayımladığında 41 yaşında, Amerikan edebiyatının ilk büyük eseri kabul edilen “Huckleberry Finn’in Maceraları”nı yayınladığında ise 50 yaşındaydı. Samuel L. Jackson ünlü olduğunda 43 yaşındaydı.

Peki yaşlılık ne o zaman? Kim yaşlı, neye göre yaşlı?

UNESCO ‘ ya göre yaşlılık tanımı şöyle: "Bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa yaşlıdır". Diğer ifadeyle, yeni şeyler öğrenmiyorsa, artık şaşırmıyorsa ve çoğu şeyi bildiğini düşünüyorsa yaşlıdır.

Geçenlerde bir kitapta okudum. Hayal kurarak geçmişinizi değiştirebilirsiniz diyordu. Çünkü beyin zihninde yaratılan görüntünün geçmişte mi olduğu yoksa şimdi olduğu hakkında tam bir ayırt etme kapasitesine sahip değilmiş. Yani hayal ederek beyniniz dolayısıyla kendiniz kandırıp, yerine yeni anılar koyabilirsiniz?

Önder Güngör / 01 Ağustos 2021 / Ankara

 

Tamamını oku