Expedition Happiness
Bir gezi belgeseli. Netflix öyle diyor. Ben pek kafamda bir
yere oturtamadım. Gezi mi? Evet. Belgesel mi? Ehh.. Gezi sırasında çekilmiş
doğa görüntüleri var, manzara görüntüleri var, ayı görüntüleri var ama kumandanın
düğmesine bassam BBC Earth, National Geograghic, Love Nature vb.. tüm kanallarda
bu görüntülerin yüzlerce kat daha kalitesi ve bilgi yüklüsünü izleyebilirim.
Özetle;
İki Alman sevgili, Amerika’da bir öğrenci servisi otobüsünü internetten
alıyorlar ve New York’a gidiyorlar. Yanlarında köpekleri de var. Rudi. Orada 90
gün boyunca bu otobüsü karavana çeviriyorlar. 90 günlük vizeleri bitince
otobüsle Kanada’ya gidiyorlar. Oradan Alaska’ya daha sonrada Amerika ve Meksika’
ya seyahat ediyorlar. Olay bu.
İzleyen birçok gence heyecan verdiğini düşünüyorum. Hatta yine
birçoğunun ben de böyle bir şey yapacağım diye içinden geçirdiğine de bahse
girerim. İşte orada bir ANCAK kelimesi söylemek istiyorum.
Alman sevgililer ABD’ de 90 günlük vize alabiliyorlar, 90
gün boyunca orada kalıyorlar ve otobüsü karavan çeviriyorlar. Ne para var… Düşünsenize
Ankara’dan İstanbul’a gidiyorsunuz. Bir tane eski bir Ducato alıyorsunuz.
Paranız var ya… Onu da karavana çeviriyorsunuz. Bu arada İstanbul’da akrabanız
yok, 90 günde İstanbul’ da yatıp kalkıyorsunuz. Bu açıdan bakınca bana zor
geliyor. Üstelik oradan Kanada ve Alaska. Sadece Alaska sınırına kadar 10.000 km yol yapıyorsunuz. Ben sadece Ankara’
dan Antalya’ ya gideyim, biraz da orada gezeyim, kredi kartı ekstrem benzinle
doluyor. 1 haftalık Antalya tatilimde konaklama kadar benzine para verdiğim zamanlar
olmuştur. Diyeceksiniz ki Amerika’ da benzin ucuz. Pek de öyle değil, Hele de Euro
kazanmayıp, TL kazanan bizler için. Yani bizim gençlerimiz heveslenip, böyle
seyahatler yapıp belgeseller çeker mi? Çeker. Ama bir Alman kadar rahat değil.
Adamlar Amerika’dan çıkmadan Alaska’ya vize alabiliyorlar. Yine Amerika’dan
çıkmadan vizeleri bitmiş, uzatma almalarına rağmen yeniden -zor da olsa-
Amerika’ ya vize alabiliyorlar. Bir de bir Cezayirli’ nin bu seyahati yaptığını
düşünsenize. Tutuklanır valla.
Neyse gelelim Expedition Happiness’ a.. Heyecan uyandıran
bir gezi belgesel bekliyorsunuz. Karavanı yapmaları, yolda olmaları, otobüsün
üstünde kahve içmeleri zevkle izliyorsunuz ama belgeselin büyük bir çoğunluğunda
Rudi’ nin (Köpekleri) yaşadığı sağlık sorunları, vize sorunları, seyahat
sorunları vb.. belgeseli bir nevi drama çeviriyor. Hatta yolculuğu sorgulamaya
başlıyorsunuz. Köpek evde kalsa daha iyi olmaz mıydı diyorsunuz? Bir dağ köpeğini
40 derece sıcak Amerika ve Meksika çöllerine götürüyorlar. Köpek bu çöellerde
gezerken diğer hayvanların dışkılarını kemiriyor ya da benzeri şeyleri ağzına
alıyor. Sıcaktan etkilenen köpek bir de giardiazis oluyor. Amerika’ya tekrar
giriş vizesini köpekleri sayesinde alıyorlar. Seyahati de onu bahane ederek
sonlandırıyorlar.
Belgesel de birçok konu çok detaylı anlatılmıyor. Her şey
çok yüzeysel geçirmiş. Bir bölümlük olduğu için belki de. Gezi facebook
üzerinden günlük hatta anlık paylaşımlarla takipçilerle paylaşılmış. Köpeği
bahane edip geri dönmeleri belki de buradan gelen yorumlardan kaynaklanabilir. Belki
de yoruldular ve eve dönmek istediler, köpeği de bahane ettiler. Çünkü sonlara
doğru gezi heyecanlarını kaybettikleri çok net görülüyor. Rutine dönmek
istediklerini kız birkaç defa tekrarlıyor.
Peki ben böyle bir gezi yapar mıydım.? Canlandırma yapayım. 25
yaşımdayım. Yanımda sevgilim var. Bu seyahati karşılayacak finansal durumum da
mevcut.
Bilmiyorum.
Ben biraz daha garantici bir adamım. Alaska’ da yol
kenarındayım. 5 saattir bekliyorum, yanımda sevgilim var, bir tane bile araba
geçmiyor. Arabam arızalansa tamir edebilecek bilgim yok. Hastalansan en yakın
hastaneye 15 saatte varamazsın. Biraz zor…
Belgesel’ de belki bir şey dikkatiniz çekmiştir. Onlar da
konaklamak için Milli Parklar’ı seçiyorlardı. Çünkü bir şekilde bu parklarda
bekçiler ve ofisler mevcut. Öyle rastgele bir dağda sadece günübirlik konaklamalar
yapıyorlardı.
Sevgililerden biri müzisyen. Tüm seyahat boyunca gittiği
yerler için şarkı besteleyip albüm yapmış. Diğeri de film yapımcısı. Gezi
boyunca birisinin online olarak işinde çalışmaya devam ettiği söylendi ama
hangisiydi hatırlayamadım. Film yapımcısının amacı ise bu geziyi zaten belgesel
yapmaktı. Bana göre her ikisi de bu geziye uygun insanlar değildi. Hani
dağcılar kampçılar der ya. O sertlik onlarda yoktu.
Sonuç olarak belgeseli izlemek isteyenlere önerim. Detaylı
bir karavan ve doğa yaşam anlatımı yok, detaylı bir yol serüveni yok, ayrıntılı
bir günlük yaşantı paylaşımı yok ama…..İzleyin. Çünkü yolda olmak güzeldir.
Not: Belki geziyi facebooktan anlık takip etmiş olsaydım
daha keyif alırdım. Ya da dizi şeklinde daha uzun bölümler halinde çekilseydi
daha başarılı olabilirdi. Her ikisine de teşekkürler. Pardon üçüne.
Bir kaç ay önce BBC Earth' de yine otobüsü karavana çevirmiş yanında da küçük çocukları olan ve anlık sosyal medya paylaşımları ve bağış alarak gezi yapan bir çift daha izlemiştim.
Önder Güngör / Ankara / 11 Ağustos 2021
Ankara'ya 88 yılında geldim. O zamanlar liseyi yeni bitirmiş üniversiteyi kazanmıştım.
İlk kez İzmir dışında bir yere gelmiştim.
Benim için Türkiye sadece İzmir'den ibaretti.
Liseyi ilk bitiren erkekler ne yapar,
Ya bıyık ya sakal bırakırlar..
Herhalde benimde bıyıklarım vardı. Tam hatırlamıyorum. Sonra da hiç bırakmadım. Her sabah traş oldum. Şimdileri cumartesi pazarları da traş oluyorum.
Ben seni kaç kere sevdiğimi unuttum..
Lise yıllarımda -İzmirdeyken- troleybüslere binerdim. Ankarada yoktu. Her yokuştan sonra karşıda denizi görürdüm. O da yoktu. Ortaokul zamanımda Fahrettin Altay-Üçkuyular ve Üçkuyular-Montrö hattında çalışan uzun taksi dolmuşlar vardı. Öne üç kişi otururduk. Onlar Mithatpaşa Caddesinden giderdi. İnönü caddesinde büyük dolmuşlar vardı. Mithatpaşa caddesinde en çok Vali Konağı, Köşk, Güzelyalı, Göztepe ve Sinema durağını severdim. Ankara'da onlardan da yoktu. İzmirde dolmuşa şortla binerdik. Ankarada.....
Susuz Dede boş bir tepeydi. Uçurtma uçururduk. Ankara'da Susuz Dede yoktu.
Konaktan Üçkuyulara yürürdüm. Üşenmez bir de geri giderdim. Ankara'da Konak yoktu...
O zamanlar Fuar'ın 5 kapısı vardı. Şimdi kaç tane bilmiyorum. Ankara'da Fuar yoktu.
Kordon'da yürürdüm. 15 yaşındaydım. Rüzgar, dalgalardan küçük damlacıkları havaya kaldırır yüzüme vururdu. Ankara'da dalga yoktu.
Ben yağmuru gözlerinde, günahı bedeninde tanıyıpta sevmişim. Şarabı dudağından içip öyle sevmişim...Gülyüzlüm...
İzmir'de hep güneş vardı. Meltem vardı. Ankara güneşte yoktu meltemde..
Sen bu kalbin bir tanesisin.Gülyüzlüm.
Bazıları şarkı sözü bazıları içimin sözü...Ama Ankara'da sen vardın gülyüzlüm...
1987 yılıydı. İzmir Atatürk Lisesi ikinci sınıftaydım. Bir akşam Atatürk Kültür Merkezi' ne götürmüşlerdi bizi. İlk kez o zaman gitmiştim tiyatroya. Müşfik Kenter' in "Bir Garip Orhan Veli" tiyatrosunu izlemiştim. Daha sonrasında da yine aynı yerde Suna Kan' ı dinlemiştik sınıfça.
Sonrasında harçlıklarımla aşağıdaki kaseti almıştım. Sonra da hemen şiir kitabını.
O kadar çok sevmiştim ki Orhan Veli' yi onu taklit eden şiirler yazmıştım o günlerde. Hatta Müşfik Kenter'i taklit eder tarzda kendi sesimden şiilerini kaydetmiştim kasete.
Genelde geçmiş günlerle ilgili cümle kurarken devrik cümle kurmayı seçtiğimi fark ettim. Ne de olsa geçmiş günler, devrik günler...
İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim
Urumeli Hisarı'na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum
İstanbul'un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım...
Senin yüzünden bu halim.
İstanbul'un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne
Sevdalım...
Boynuna vebalim
İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim
Bir garip Orhan Veli’yim
En çok sevdiğim şiiri ise;
Mektup alır, efkarlanırım;
Rakı içer, efkarlanırım;
Yola çıkar, efkarlanırım.
Ne olacak bunun sonu, bilmem.
"Kazım'ın" türküsünü söylerler,
Üsküdar'da;
Efkarlanırım.
Buyrun dinleyin şiirleri,
Lise yıllarındaydım. Genellikle o yıllara ait anılarım bölük pörçük. Birçok şeyi tam olarak hatırlayamıyorum. Arkadaşlarımla otururken bazıları küçüklük anılarını anlatır, ben ise öylece bakar dururum. Dalar gider bir şeyler hatırlamaya çalışırım ama doğru düzgün bir şey gelmez aklıma. Ama size birazdan anlatacağım anı aklımın bir köşesine kazınmış ender hatırladıklarımdan biri.
Düşünce ile nasıl bir etki üretilebilir? Cevap, düşüncenin zihnin hareketi olduğudur (tıpkı rüzgarın hareket eden hava olması gibi) ve etkisi tamamen "bağlı olduğu düzeneğe bağlıdır."
Yaşamın Kapısını Açan Anahtar / Charles F. Haanel
Demli
*Hayat ne ki sanki anlık bir buluşma
Sen beni boşuna kalbinin oralara koyma*
Nil Karaibrahimgil.
Kanada' da 1992 yılında Leonard Cohen ile yapılan bir röportaj'da Cohen'e kim olduğu sorulur?
Barış Manço' nun en bilinen şarkılarından biridir "Sarı çizmeli Mehmet Ağa". Şarkı "Yaz dostum güzel sevmeyene adam denir mi" diye başlar. Ama dikkatinizi çekerim "güzeli sevmeyene" değil "güzel sevmeyene."
Yani adam dediğin güzel sevendir, güzel konuşandır, güzel davranandır. Güzel insandır. Adamlığın tanımı güzelliktir.
Bu yazımı size Akçay Güre’ deki yazlıktan yazıyorum.
Hatta yazımı yazdığım mekanın bir görselini de aşağıya koyuyorum.
Saat sabah 07.53.
Yöre halkının meşhur bir sözü vardır.
“Ağustos’ un yarısı yaz, yarısı kıştır.” diye. Ben de bu
söze inanmaz hep dalga geçerdim. ”Hangi
yarısı? ilk yarısı mı son yarısı mı diye?” Gerçekten de öyleymiş. Bu yıl tüm
Ağustos’u burada geçirmeye karar verdik. 21 Ağustostayız ve bu hafta akşamları
kış gibi geçti.
Eğer deniz kenarında bir yerde uzun süre kaldıysanız ve “Hadi
denize girelim” cümlesinin ardından “Hadi girelim” diyorsanız hava gerçekten
deniz havasıdır. “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından, “Sen gir ben sonra
gireceğim” diyorsanız havalar soğumaya başlamıştır.
Buraların rüzgarı da meşhurdur. Her mevsim olur. Hatta
yazlığın bulunduğu sahilin ucunda küçük bir burun vardır. Burnun diğer tarafı
Edikoop tatil sitesidir. İki sahilde birbirlerine çok yakın, yürüme mesafesindedir.
Yöre insanının meşhur bir sözü vardır. Bu sahilde rüzgar varsa Edikoop’ ta
rüzgar yoktur. Edikoop’ ta rüzgar varsa burada rüzgar yoktur. Hangi plajda
denize gireceğinize rüzgara göre karar verirsiniz.
Güre’ de meşhur İda Dağı’ nın (Kaz Dağları) hemen
eteğindeyken, burayla ilgili bir hikaye yazmadan duramazdım. Tabii ki de
yazdım. İşte aşağıda.
Yıllar yıllar önce, Zeus Kaz Dağları’ nda bir ağacın altında
öğle saatlerinde uyuyormuş. Yarı tanrı yarı insan bir adam Zeus’ u uyandırmaya
cüret etmiş. Zeus bu işe çok sinirlenmiş. “Ne diyorsun be adam.” diye haykırmış.
Adam sakin bir sesle tekrarlamış.” “Tanrıların tanrısı Zeus, İda Dağı’ na yeni
bir tanrı gelmiş. Herkes onu görmeye gidiyormuş. Sen de duy istedim.” demiş. “Yeni
tanrı da kimmiş be adam.” diye uykulu uykulu haykırmış Zeus. Adam “Bilmiyorum,
ama söylenene göre bundan sonra buranın tek tanrısı o olacakmış.” Zeus hışımla
yerden kalkmış. Göğe doğru haykırarak kollarını kaldırmış. Kolları aniden
kocaman kanatlara dönüşmüş. Hızlı hızlı kanatlarını çırpmış. Gözünü açtığında
bugün Mersin olarak bilinen Zephyrion sahillerinde uçuyormuş. Hızla geri,
adamın olduğu Kaz Dağları’ na geri dönmüş. “Nerede bu yeni tanrı denen adam,
göster bana demiş.” Adam, “İda’ nın zirvesinde herkesi oraya çağırmış.” demiş.
Zeus bir kanat çırpışıyla İda’ nın tepesine ulaşmış. Diğer bütün tanrılar, yarı
tanrılar ve köylüler orada toplanmış. Tam o sırada gökte şimşekler çakmış,
ışıklar parlamış. Bir ışık topuna sarılı halde yeni tanrı yeryüzüne inmiş. Zeus’
un beklediğinin aksine yeni tanrı erkek değil güzeller güzeli, zarif bir
kadınmış. Zeus şaşkınlığını gizleyerek, yeni tanrıya, “Sen de kimsin? Benim
dağımda ne arıyorsun? Ben burada gördüğün
her tanrının tanrısıyım.” demiş.
Kadın sakin ve zarif bir sesle, “Ben Deremitos. Birlik
tanrısıyım.” demiş.
Zeus “Geldiğin yere geri dön. Burada istenmiyorsun.” demiş.
Deremitos, “Artık BİR olmanın zamanı geldi Zeus.” demiş.
Zeus, öyle bir öfkelenmiş ki tüm gücünü Deremitos üzerinde
kullanmaya ve onu yok etmeye çalışmış. Ama hiçbir gücü ona kadar ulaşamamış.
Karşısındaki tanrı gerçekten çok güçlü bir tanrıymış. Onunla baş edemeyeceğini
anlayan Zues hızla kanatlarını çırpıp dağdan aşağıya inmiş. Yere yakın o kadar
hızlı uçmuş ki yer gök sallanmış ve Assos’ tan Karadeniz’e kadar toprak
yarılmış. Bugünkü Çanakkale ve İstanbul boğazları oluşmuş. Deremitos’ un yanına
gelen Zeus “Bu deniz sınır olsun. Karşı tarafa git. Orada hüküm sür.” demiş.
Ancak Deremitos sakin bir sesle “Olmaz Zeus. Artık BİR’ lik zamanı.” demiş.
Ancak Zues yeni tanrıya “Eğer gitmezse bütün İda Dağı’ nı ve buralarda yaşayan
herkesi yok edeceği tehditini savurmuş.” Zeus’ un bu hırçınlığı karşısında
Deremitos, “Peki istediğin gibi olsun. Ama yeniden geleceğim. O zamana kadar
yine buralarda olacağım” demiş ve kollarını havaya kaldırınca kocaman bir
buluta dönüşmüş. Bütün körfezi ve dağı kaplamış. Günlerce yağmur yağmış, rüzgar
esmiş. Dereler, göller dolmuş. Güneş yeniden çıkarken İda Dağı’ ndan son kez
Deremitos’ un sesi duyulmuş. “Bu dağların her damla suyunda, her bir tohumunda,
her bir çiçeğinde, her bir rüzgarında beni hatırlayın. Her rüzgarın
fısıltısında beni duyun.” demiş.
Zeus yıllarca boğazlarla ikiye ayırdığı Trakya ve Anadolu’
yu yeniden birleştirmeye çalışmış, ancak deniz bir daha buna izin vermemiş. Deremitos’
un sesi her yağmur yağışında ve rüzgar esişinde hafiften İda Dağları’ nda halen
daha duyuluyorumuş. Yıllar sonra Deremitos, Edremit’e adını vermiş.
Ne uydurdum ama.
Merak etmeyin insanlar uyduruk hikayeleri daha çok
seviyorlar. Geçen yıllarda yine böyle bir hikaye uydurmuştum. Akşam rakı
içiyor, şarkı dinliyordum. Sözlerinden etkilendiğim bir şarkıya uyduruk bir
hikaye yazdım. Blogumdan kopyalayıp aldılar. Facebook’ ta Whatsapp’ ta paylşatılar. Sonra herkes, hikayenin gerçek olduğuna inandı.
Yakında bu uyduruk hikayemi de Yunan Mitolojisi kitaplarında
görebilirsiniz.
Önder Güngör / 21 Ağustos 2021 / Güre Akçay
Geçenlerde Netflix’ de Rüya Satan Adam (O Vendedor de Sonhos) diye bir film izledim. Alt yazı çevirmeni “Rüya Taciri” diye çevirmiş. Senaryosu basit, çoğu kez izlediğimiz senaryo türü daha sıradan bir şekilde ele alınmış. Filmin gelişen olayları arasındaki bağlantı oldukça zayıf. Bu filmin konusu bakımından bir benzeri bizde de var. Mandıra Filozofu. Bence Mandıra Filozofu bir tık yukarıda.
Gelelim Rüya Satan Adam’ a. Çok beğenmesem de filmin bir bölümünden kısa
bir alıntı yapmak istiyorum. Ünlü psikolog, yaşadığı sıkıntılarla baş edemeyince
intihara kalkışır ve bir iş merkezinin 12. katından atlamaya karar verir. Filmin
ileriki bölümlerinde Rüya Taciri olduğunu öğrendiğimiz bir evsiz, polisin ikna
edemediği adamın yanına giderek konuşmaya başlarlar. Aralarında bir takım
konuşmalar geçer. Rüya Taciri, psikoloğa hayatı için bir virgül verebileceğini
söyler. Ünlü psikolog ikna olur ve intihar etmekten vazgeçer. Daha sonra da
evsiz adamla birlikte sokaklarda yaşamaya başlar. Evsiz adam bir çok kişi
tarafından dinlenir, Guru ilan edilir.
Psikolog, oğlu ile ömrü boyunca doğru bir ilişki kuramamış,
onu her alanda mükemmel olmaya zorlamıştır. Bu da oğlunun babadan nefret etmesine
ve onunla iletişimi kesmesine neden olmuştur.
Filmin sonuna doğru psikoloğun oğlu daha fazla bu bunalıma
dayanamaz ve intihar etmek için iş merkezinin üst karlarına çıkar ve pencere
kenarında atlamak üzereyken, bu sefer ikna etmek için babası yanına gelir.
Pencere kenarında otururlar. Baba oğlunu ikna etmekte zorlanır ve eğer atlamaya
karar verirse ondan önce atlayacağını söyler. Ancak oğlunu intihardan
vazgeçiremez. Konuşmalar devam eder ve baba, kendisi intihar etmek üzereyken Rüya
Taciri’ nden bir virgül satın adlığını ve şimdi o virgülü oğluna satmak
istediğini söyler. Oğlan virgülü alır.
Hepimizin hayatımızın her alanında kullanmak için bir
virgüle ihtiyacı vardır.
Önder Güngör / 02 Ağustos 2021 / Ankara
Erich Fromm der ki: ““Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde, yaşanmamış yaşamlar vardır.”
Yaşım ilerledikçe hayatımdan
geriye sortiler yapıyorum. Yaşamak isteyip de yaşamadığım ne var diye. Bir sürü
şey aklıma geliyor. Ne çok yapmak istediğim şey varmış? Aşağıda bir iki örnek
verdim.
Yaşım 50. Çok mu geç acaba? Yoksa
bir sonraki enkarnasyonda mı? Yoksa tam zamanı mı?
Zengin olmak istiyordum. Harland
Sanders, KFC’ yi kurup başarıya ulaştığında 62 yaşındaydı. Momofuku Ando 48
yaşında başarıya ulaştı. Sam Walton, Wall-Mart’ ı kurduğunda 44 yaşındaydı. Birçok
ünlü zengin 40’ ından 50’ sinden sonra zengin olmuş.
Yazar olmak istiyordum. Tolkien
ilk Hobbit kitabının yayımladığında 45 yaşındaydı. Raymond Chandler’ ın ilk
romanı “Büyük Uyku” 51 yaşındayken yayımlandı. Stan Lee; Spider Man, Daredevil,
Captain America, The X-Man, The Fantastic Four, Iron Man, Thor çizgi
romanlarına hayat veren adam. Ünlenmeye giden ilk çizgi romanlarını 40’ lı
yaşlarından sonra çizdi. İlk romanından sonra, 58'ine dek yeni bir roman
yazmayan Jose Saramago 58’inden sonra romanlarını yazdı. Frank McCourt 66
yaşında yayımladığı Angela'nın Külleri ile Pulitzer Ödülünü kazandı.
Dünyayı adam akıllı keşfetmek
isterdim. Bunu yazınca eski bir gazete haberi aklıma geldi. Lena Teyze. 89
yaşında dünyayı dolaşıyormuş. Kristof Kolomb, Amerika’ ya ilk ayak bastığında
42 yaşındaydı.
Bir de şöhreti geç yakalayanlar
var. Andrea Bocelli, 40’ ından sonra ünlendi. Morgan Freeman, Oscar’ı 57
yaşında aldığında şöhret basamağının tepesine yeni yeni ulaşmıştı. Mark Twain,
onu dünyaya tanıtan eseri “Tom Sawyer’ın Maceraları”nı yayımladığında 41 yaşında,
Amerikan edebiyatının ilk büyük eseri kabul edilen “Huckleberry Finn’in
Maceraları”nı yayınladığında ise 50 yaşındaydı. Samuel L. Jackson ünlü
olduğunda 43 yaşındaydı.
Peki yaşlılık ne o zaman? Kim
yaşlı, neye göre yaşlı?
UNESCO ‘ ya göre yaşlılık tanımı
şöyle: "Bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa yaşlıdır". Diğer
ifadeyle, yeni şeyler öğrenmiyorsa, artık şaşırmıyorsa ve çoğu şeyi bildiğini
düşünüyorsa yaşlıdır.
Geçenlerde bir kitapta okudum.
Hayal kurarak geçmişinizi değiştirebilirsiniz diyordu. Çünkü beyin zihninde
yaratılan görüntünün geçmişte mi olduğu yoksa şimdi olduğu hakkında tam bir
ayırt etme kapasitesine sahip değilmiş. Yani hayal ederek beyniniz dolayısıyla
kendiniz kandırıp, yerine yeni anılar koyabilirsiniz?
Önder Güngör / 01 Ağustos 2021 /
Ankara
Bu dansı bana lütuf eder misiniz?
Youtube’ dan Erol Evgin’ in 50.sanat yılı konserini
dinliyorum.
Erol Evgin şarkı aralarında mini şovlar yapıyor. Birinde,
biz eskiden kadınları “Bu dansı bana lütuf eder misiniz?” diye dansa
kaldırırdık diyor.
Evet öyle yapardık. Şimdilerde bu davet cümlesini kullanan
var mıdır? Bilemiyorum. Aslında gençlerin dans ettiğini de sanmıyorum. O
duygusallıklar geçti artık.
Şu ömrümüzde neler gördük. Eskiden aşk için şiirler
yazılırdı. Akrostiş yapardık aşıklarımıza. Platonik takılmak ayrı bir
eğlenceydi. Evinin önünden geçer,
utangaç şekilde gizlice arkasından yürürdük. Okul sırasında onun yakınına
oturmak için boyumuzu parmak uçlarımızla uzatır, ya da iki büklüm olup,
kısaltmaya çalışırdık. Ya papatyalardan.....Whatsapp kullanmazdık. Tabii ki yoktu da ondan. Ama
olsaydı da, “naber, orda mısın la, uyudun mu la?” gibi mesajlar atmazdık
herhalde.
Erol Evgin hep eskilerden bahsediyor. “Siyah beyaz
televizyonları hatırlar mısınız?” diye soruyor. Solandaki seyircilerin
yarısından fazlası 50 yaş üstünde, en azından 45 yaş üstünde görülüyor. Tabii
ki hatırlarlar.
Bizler siyah beyaz televizyonlardan, 37 ekran renkli
televizyonlara, oradan da kocaman inçli LCD’ lere uzanan bir nesiliz.
Ben küçüklüğümde lambalı radyoları hatırlıyorum. Okul
tatillerinde radyo televizyon tamircisinin yanında çalışırdım. Radyolar
arızalandığında raflardan ona uygun lamba arardım. Transistörlü radyolar için
dirençler, televizyonlar için entegreler yedek parçalardandı. En çok onlar
arızalanır, hep onları değiştirirdik.
Size nasıl kaset doldurttuğumu şu yazımda anlatmıştım.
Karışık Kaset.
Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz telefon bizim ilk
telefonlarımızdandı. Telefonlara yazılır yıllarca evlerinize bağlanmasını
beklerdiniz.
Geleceğin nasıl olacağını hayal etmek bilim adamlarının işi.
Geçmişin nasıl olduğunu hatırlamak ise biz sıradan insanların işi.
Eskileri anmak, geçmişi hatırlamak çoğu insana daha
eğlenceli, daha iyi gelir. Çünkü geçmişte bıraktığı insanlar, evler, hatta
eşyalar vardır. Hep güzel anılar akla gelir. Akla gelen kötü anılar ise zaten
bu zamana kadar baş edebildiğimiz, yendiğimiz ve hafızamızın bir kenarına
koyduğumuz anılardır.
Önder Güngör / 31 Temmuz 2021 / Ankara
Milas’ ın küçük bir köyündeydik. 8 ya da 9 yaşındaydım
henüz.
Büyükler kendi aralarında konuşurlarken duydum. Bu akşam
Giritli Hatçe’ nin evine gideceklerdi. Annem, Melahat Teyze, Perihan Teyze,
Hatice Teyze kendi aralarında konuşuyorlardı. Giritli Hatçe Melahat Teyze’ nin
kocası için büyü yapacaktı. Evinde fazla kalsın dışarılara gitmesin diyeymiş. O
zamanlar bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Meğerse adam başka
kadınlara gidiyor, evine gece geç vakitte geliyor, parayı pulu etrafta
yiyormuş.
Mahalledeki çocuklara haber verdim. Hepimiz gece boyunca Giritli
Hatçe’ nin evinin önünde oynadık. Ta ki bizimkiler gözükene kadar. Oyundan sıkılmış
gibi, Giritli Hatçe’ nin avlusuna daldık. Tabii ki bizi kovaladılar. Siz
dışarda oynayın dediler. Bir şekilde olan biteni duvarın üstüne tırmanıp
izlemeyi başardık.
Giritli Hatçe önce, Melahat Teyze’nin bir tülbente sarıp
getirdiği eşyaları yere serilmiş beyaz bir çarşafın üstüne koydu. Uzaktan
gördüğümüz kadarıyla birkaç tane saç, bir tane tıraş fırçası, bir gömlek ve bir
çift ayakkabıydı. Bunlar Melahat Teyze’ nin kocasına aitti. Giritli Hatçe, saçları
elinde tutup, dualar okuyup, Melahat Teyze’ ye bakarak bu saça bir daha senden
başka hiç kimse dokunmasın diyerek, elindeki kibritle yaktı. Yüzüne senin elin
ve bu fırça dışında kimsenin eli değmesin diyerek fırçayı tenceredeki suyun
içine attı. Gömleği yere serdi ve Melahat Teyze’ nin ellerini gömleğin üzerine
koyup, dualar okuduktan sonra, kocan hep elinin altında olsun dedi. En son
olarak ayakkabıları birbirine bağladı ve onları da Melahat Teyze’ nin
ayakkabılarına doladı, dualar okudu ve kocan ayaklarının dibinden ayrılmasın
dedi.
Hepimiz şaşkınlıkla olup bitenleri izledik. Çocukluk ya her şeyi
taklit etme alışkanlığımız vardı. Ertesi gün mahallenin çocukları bir araya
geldik. Biz de büyü yapacaktık. Bizden iri yarı hiç sevmediğimiz bir çocuk
vardı. Bazen bize çok kaba davranıyor, zorbalık yapıyordu. Aramızdan bazılarını
da dövmüştü. Büyüyü ona yapacaktık. Ama bize saç, tıraş fırçası, gömlek ve
ayakkabı lazımdı. Bunları bulmamız imkansızdı. Zaten Ünsal da çocuktu. Tıraş
fırçası niye olsundu ki. Gömlek de giymezdi. Saçını nasıl alacaktık ki. En sonunda
evinin önündeki ayakkabılarını çalmaya karar verdik. O iş benimdi. Kimseye gözükmeden
Ünsal’ ın ayakkabılarını çaldım. Yere bir tane çuval parçası koyduk.
Ayakkabıları üzerine bıraktık. Tam olarak nasıl bir büyü yapacağımızı
bilmiyorduk. Birden aklıma bir fikir geldi. Biz onu eve bağlamaya çalışmıyorduk
ki, bizim oyun alanımızdan uzak tutmak istiyorduk. O yüzden ayakkabılarını
alıp, uzaklara fırlatmaya başladık. Yüksek sesle anlamsız sözler söyleyip
ayakkabılarını uzağa fırlatıyor, bir daha buraya gelme Ünsal diye bağırıyorduk.
Bunu her birimiz birkaç kez tekrarladık. Sonra da gülüşerek evlerinin önüne gidip,
ayakkabılarını evinin kapısına fırlattık. Hep burada kal dedik.
Öğleden sonra Ünsal oyun alanımıza geldi. Etraftakileri
itekleyip oynadıkları topu alarak oyunlarını bozdu. Sonra da topu atıp, siz maç
yapın ben hakem olacağım dedi. Ağaçtan sizleri izleyeceğim diyerek tırmanmaya
çalıştı. Ancak yüksekte ince bir dalı tutunca dal kırıldı ve yüksekten yere
düştü. Hepimiz onun sert bir şekilde yere düşüşünü görünce kaçıştık. Çocukluk
bu işte. Hiçbirimiz ona yardım etmedik. Gürültüleri doyan büyükler gelerek onu
hastaneye götürdüler. Beli ve ayağı kırılmış. Aylarca evde alçılı bir şekilde
yattı. Daha sonra da taşındılar gittiler. En son onun ağaçtan yere düşüşünü görmüştüm.
Daha sonra hiç görmedim.
Bir daha da kimsenin ayakkabılarına elimi sürmedim.
Önder Güngör/ 15 Temmuz 2021 / Ankara
Duygusal Özgürlük Teknikleri
Bob Doyle’ un Power kitabından bir bölümü aktarmak
istiyorum. Duygusal Özgürlük Teknikleri başlıklı bu bölümde yazar, yüz
bölgesindeki belirli noktalara yapılan küçük dokunuşlarla ruhsal durumunuzu
dengeleyebileceğinizi savunmaktadır. Aslında bu tekniğin sahibi değildir.
Uygulayıcısıdır. Hemen alıntıya başlayayım.
“Kullandığım ve tavsiye ettiğim en etkili teknikler arasında
Gary Craig tarafından yaratılmış olan Duygusal Özgürlük Teknikleri yer
almaktadır.
Bu tekniğin meridyen vuruşu olarak
sınıflandırılabilecek pek çok şekli olmasına rağmen, EFT (Duygusal Özgürlük
Teknikleri) fiili olarak kendi üzerimde büyük bir başarıyla uyguladığım ilk
yollardan biridir.
Bu teknik hakkında bilgi edindikçe, tıpkı benim gibi siz de kendinizi
kuşkucu hissederken bulabilirsiniz. Sonuç olarak, bu süreç özü itibariyle kendi
kendinize konuşurken, vücudunuzun çeşitli bölgelerine hafifçe vurmanızı
içeriyor. Bu teknik hakkında bilgi edindikten sonra yaklaşık bir yıl boyunca
bunu kendi üzerimde ben bile denemedim, çünkü bunun nasıl işleyeceğini aklım
almamıştı.
En sonunda bir iş arkadaşım, kendimi bir daha mutsuz
hissettiğimde bu tekniğe bir şans verme konusunda beni ikna etti. Bu süreci
gerecekten uyguladığımda birdenbire, Çekim Yasası öğretimimi EFT ile entegre
etmenin öğrencilerimin elde ettiği sonuçları çarpıcı bir biçimde nasıl
etkileyebileceğini anladım.
O zamandan beri, hepsinin etkili olduğu, kendine has
tekniklere sahip pek çok EFT uygulayıcısı ile temasa geçtim.
Kendimi bir uygulayıcı olmaktan çok bir EFT hayranı olarak
gördüğümden, sürecin tam anlamıyla açıklanmasını ve uygulanmasını, dahası bu
uygulamanın gerçek uzmanına bırakmanın en uygun olduğunu düşündüm. Bu inanılmaz
derecede güçlü sürecin, tarihçesini ve uyglanmasını size anlatması için
arkadaşım Carol Look’ u seçtim.”
“LCSW, DCH, EFT Uzmanı Carol Look’ un katkılarıyla
Duygusal Özgürlük Teknikleri
EFT, bedenimizde sahip olduğumuz enerji meridyenleri
üzerindeki geleneksel Çin akapunktur noktalarını dürtmek için, iğne yerine
nazik vuruş tekniği kullanılan, psikolojik parmakla akapunktur tedavi şeklidir.
Bu kişisel gelişim tekniği, elektrik akımları içerisindeki enerjiyi bloke eden,
duygusal ve fiziksel semptomlarla sonuçlanan akapunktur teorisinden “alıntı
yapmaktadır.” Vuruş, akapunktur iğnelerinin vücuda sokulmasının vücuttaki
dengesizlikleri temizlemesi gibi, bu enerji tıkanmalarını da ortadan
kaldırabilir.”
Resim
EFT yönteminde genel olarak tedavi, yukarda belirtilen
akapunktur noktalarına;
·
Odaklanma
·
Sözelleştirme
·
Meridyen noktalarına hafifçe vuruşu
kapsamaktadır.
Kitaptan alıntıya devam ediyorum:
“EFT’ nin bu bileşenlerini -odaklanma, sözelleştirme ve
vuruş- kaynaştırmak, enerji sistemini dengeliyormuş, duygusal stres ve fiziksel
acıyı dindiriyormuş gibi görünür. Enerji sistemi dengesini yeniden
canlandırmak, bedenin ve zihnin doğal iyileştirme yeteneklerine devam etmesine
olanak sağlar. EFT güvenlidir, uygulanması kolaydır ve invaziv değildir. EFT
aşağıdaki problemlerde başarıyla kullanılmıştır:
·
Şiddetli stres tepkileri
·
Uykusuzluk
·
Performans korkusu
·
Alerjiler
·
Kısıtlayıcı inançlar/Başarı ve servet yolundaki
engeller
·
PTSD(Travma sonrası stres bozukluğu)
·
Çocukluk travması
·
Acı dindirme
·
Hafif ve şiddetli korkular(Fobiler)
·
Yemek, şeker, sigara ve diğer kimyasallar
·
Ve daha pek çoku….”
…..
“Esas itibarıyle EFT’ nin etkili olabilmesi için yapmanız
gerekenler:
1.
Açık bir hedef belirleyin.
2.
EFT vuruş tedavisini hedef yönlendirin.
3.
Problemin ek açılarına göre vuruşlara devam
edin.”
EFT ile ilgili olarak Bob Doyle’ un kitabından yapacağım alıntılar bu
kadar. Devamını kitaptan okuyabilirsiniz.
Aşağıdaki video da Gary Craig' in Duygusal Özgürleşme Tekniği (EFT) ile ilgili tanıtımını izleyebilirsiniz.
Şimdi size bir çocukluk anımdan bahsetmek istiyorum. Ama çocukluk anım ona göre 😊
Küçükken vücudumda bir düğme arardım. Alemin zorla yapmamı
istediği ya da zorla gitmek istediğim bir yerde aşırı derecede canım
sıkıldığında, o düğmeye basıp sıkıntımı geçirebileceğimi düşünürdüm. Ya da
hastalandığımda o düğmeye basıp her şeyi geride bırakacağıma inanırdım. Vücudumdaki ağrının kaybolacağına, çürüyen ve
ağrıyan dişimin aniden iyileşeceğine inanırdım.
Hatta bazen elimi bacağımın üzerinde gezdirir, o düğmeye
dokunduğumu hayal ederim.
Keşke öyle bir düğmemiz olsaydı.
Daha önceki yazılarımda Taisha Abelar’ ın Büyü Geçişleri
kitabından bahsetmiştim. Kaç kez okudum bilmiyorum.
İşte bu kitap sayesinde vücudumdaki düğmeyi bulmuştum.
Düğme basılacak bir nokta değil yapılacak bir hareketti.
“Clara güldü ve bir yudum su içti. "Değişmek için üç
şartı yerine getirmemiz gerekir," dedi. "Önce, kararımızı yüksek
sesle söyleriz ki istenç bizi duysun, ikincisi, farkındalığımızı uzun bir süre
kullanmalıyız: Bir şeye başlayıp sonra onu cesaretimiz kırılır kırılmaz
bırakamayız. Üçüncüsü, edimlerimizin sonuçlarını ondan tam bir bağımsızlıkla
izlemeliyiz. Bu başarmak ya da başarısız olma düşünceleriyle uğraşamayız
demektir.
Clara beni "Bu üç adımı izleyerek içindeki herhangi bir
istenmeyen hissi ya da isteği değiştirebilirsin," diye temin etti.
Kuşkuyla "Bilmiyorum, Clara," dedim. "Senin
söylediğin biçimiyle öyle basit görünüyor ki."
Ona inanmayı istemiyor değildim, yalnızca her zaman pratik
bir insan olmuştum; ve pratik bir bakış açısından, davranışlarımı değiştirme
görevi onun üç aşamalı programına rağmen tereddüt vericiydi.
Yemeğimizi tam bir sessizlik içinde bitirdik. Mutfaktaki tek
ses bir kireçtaşı filtreden geçen suyun sürekli olarak damlamasıydı.
Bu bana özetlemenin yol açtığı yavaş yavaş temizlenme
işleminin somut bir görüntüsünü anımsatıyordu. Birdenbire içimden bir
iyimserlik taştı. Belki de aynı filtreden geçen su gibi damla damla, düşünce
düşünce, kendini değiştirmek, arınmak olasıydı.
Üstümüzde, parlak ışıklar beyaz masa örtüsünün üstüne
korkutucu gölgeler düşürüyordu. Clara yemek yeme çubuklarını bıraktı ve
parmaklarını sanki masa örtüsünün üstünde gölgeden resimler yapıyormuş gibi
bükmeye başladı. Onun her an bir tavşan ya da kaplumbağa yapmasını bekliyordum.
Sessizliği bozarak, "Ne yapıyorsun?" diye sordum.
"Bu bir iletişim biçimidir," diye açıkladı,
"ama insanlarla değil, istenç dediğimiz güçle."
Clara serçe parmaklarını ve işaret parmaklarını uzattı,
sonra başparmağını kalan iki parmağının ucuna değdirerek bir çember yaptı. Bana
bunun o gücün dikkatini çekmek ve onu parmak uçlarında biten ya da başlayan
enerji hatları yoluyla bedene girmesini sağlamak için yapılan bir işaret
olduğunu söyledi.
Bana hareketi yeniden göstererek "Eğer onları bir anten
gibi uzatırsan enerji işaret parmağı ve serçe parmağı yoluyla gelir," diye
açıkladı. "Sonra enerji diğer üç parmakla yapılan çember tarafından
hapsedilir ve içeride tutulur."
Bunun özel bir el pozisyonu olduğunu, bununla bedenimize onu
sağaltmak ya da güçlendirmek ya da hislerimizi ve alışkanlıklarımızı
değiştirmek için yeteri kadar enerjiyi çekebileceğimizi söyledi.”
Kitabın yazarı Taisha Abelar, don Juan Matus’un
yönlendirmeleriyle, Meksika’daki bazı büyücüler tarafından eğitilen üç kadından
birisidir. Eğer Carlos Castaneda okuduysanız Don Juan hakkında bilginiz vardır
diye düşünüyorum.
Kitaptan bir alıntı daha bırakıyorum aşağıya:
"Daha fazla bilgi almayı çok istiyordum, ama onunla konuşma
başlatana kadar, o bir sonraki yokuşun yarısına varmıştı bile. Ayaklarımı
sürüyerek onu sonunda bir akarsuyun kenarında oturana kadar beş yüz metre daha
izledim. Orada, ağaçların yaprakları o kadar sıktı ki artık göğü göremiyordum.
Botlarımı çıkardım. Topuğumda bir yer su toplamıştı.
Clara yerden sert uçlu bir sopa aldı ve onunla ayağıma,
başparmağımla ikinci parmağımın arasına, vurdu. Hafif elektrik akımı gibi bir
şey baldırlarımdan yukarı bacaklarımın iç tarafına doğru tırmandı. Sonra beni
dört ayak üstünde durdurdu ve, her seferinde bir ayağımı alarak, ayak tabanlarımı
yukarı doğru çevirdi ve ayak başparmağımın altındaki çıkıntının tam altındaki
noktaya vurdu. Ben acıyla bağırdım.
Hasta kişileri tedavi etmeye alışmış birisinin ses tonuyla
“Bu o kadar kötü değildi,” dedi. “Klasik Çin doktorları bu tekniği zayıf düşmüş
olanları canlandırmak ya da eşsiz bir dikkat durumu yaratmak için uygularlardı.
Ama günümüzde bu gibi klasik bilgiler ölüyor.”
“Bu neden böyle, Clara?”
“Çünkü materyalizme verilen önem insanları ezoterik
arayışlardan uzaklaşmaya götürdü.”
İnsanoğlunun bedenini ve ruhunu iyileştirmek için muazzam
bir yeteneği var. Bazıları keşfedildi, bazıları unutuldu, bazıları ise hala
içimizde. Kullanılmayı bekliyor. Basın düğmeye.
Önder Güngör / Ankara / 11 Temmuz 2021