Tarih: Eylül 10, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Eş'im için.

 Karım için;





Gülyüzlüm....Gülsün yüzün...



Ankara'ya 88 yılında geldim. O zamanlar liseyi yeni bitirmiş üniversiteyi kazanmıştım.
İlk kez İzmir dışında bir yere gelmiştim.
Benim için Türkiye sadece İzmir'den ibaretti.

Liseyi ilk bitiren erkekler ne yapar,
Ya bıyık ya sakal bırakırlar..


Herhalde benimde bıyıklarım vardı. Tam hatırlamıyorum. Sonra da hiç bırakmadım. Her sabah traş oldum. Şimdileri cumartesi pazarları da traş oluyorum.

Ben seni kaç kere sevdiğimi unuttum..

Lise yıllarımda -İzmirdeyken- troleybüslere binerdim. Ankarada yoktu. Her yokuştan sonra karşıda denizi görürdüm. O da yoktu. Ortaokul zamanımda Fahrettin Altay-Üçkuyular ve Üçkuyular-Montrö hattında çalışan uzun taksi dolmuşlar vardı. Öne üç kişi otururduk. Onlar Mithatpaşa Caddesinden giderdi. İnönü caddesinde büyük dolmuşlar vardı. Mithatpaşa caddesinde en çok Vali Konağı, Köşk, Güzelyalı, Göztepe ve Sinema durağını severdim. Ankara'da onlardan da yoktu. İzmirde dolmuşa şortla binerdik. Ankarada.....

Susuz Dede boş bir tepeydi. Uçurtma uçururduk. Ankara'da Susuz Dede yoktu.

Konaktan Üçkuyulara yürürdüm. Üşenmez bir de geri giderdim. Ankara'da Konak yoktu...

O zamanlar Fuar'ın 5 kapısı vardı. Şimdi kaç tane bilmiyorum. Ankara'da Fuar yoktu.

Kordon'da yürürdüm. 15 yaşındaydım. Rüzgar, dalgalardan küçük damlacıkları havaya kaldırır yüzüme vururdu. Ankara'da dalga yoktu.

Ben yağmuru gözlerinde, günahı bedeninde tanıyıpta sevmişim. Şarabı dudağından içip öyle sevmişim...Gülyüzlüm...

İzmir'de hep güneş vardı. Meltem vardı. Ankara güneşte yoktu meltemde..

Sen bu kalbin bir tanesisin.Gülyüzlüm.



Bazıları şarkı sözü bazıları içimin sözü...Ama Ankara'da sen vardın gülyüzlüm...


Tamamını oku
Tarih: Eylül 09, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bir garip Orhan Veli - Müşfik Kenter

 1987 yılıydı. İzmir Atatürk Lisesi ikinci sınıftaydım. Bir akşam Atatürk Kültür Merkezi' ne götürmüşlerdi bizi. İlk kez o zaman gitmiştim tiyatroya. Müşfik Kenter' in "Bir Garip Orhan Veli" tiyatrosunu izlemiştim. Daha sonrasında da yine aynı yerde Suna Kan' ı dinlemiştik sınıfça.


Sonrasında harçlıklarımla aşağıdaki kaseti almıştım. Sonra da hemen şiir kitabını.




O kadar çok sevmiştim ki Orhan Veli' yi onu taklit eden şiirler yazmıştım o günlerde. Hatta Müşfik Kenter'i taklit eder tarzda kendi sesimden şiilerini kaydetmiştim kasete.

Genelde geçmiş günlerle ilgili cümle kurarken devrik cümle kurmayı seçtiğimi fark ettim. Ne de olsa geçmiş günler, devrik günler...

İstanbul'da Boğaziçi'nde
Bir garip Orhan Veli'yim
Veli'nin oğluyum
Tarifsiz kederler içindeyim

Urumeli Hisarı'na oturmuşum
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum

İstanbul'un mermer taşları
Başıma da konuyor martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım...
Senin yüzünden bu halim.

İstanbul'un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşurmuş, görüşürmüş bana ne

Sevdalım...
Boynuna vebalim

İstanbul’da, Boğaziçi’ndeyim
Bir garip Orhan Veli’yim


En çok sevdiğim şiiri ise;

Mektup alır, efkarlanırım;
Rakı içer, efkarlanırım;
Yola çıkar, efkarlanırım.
Ne olacak bunun sonu, bilmem.
"Kazım'ın" türküsünü söylerler,
Üsküdar'da;
Efkarlanırım.

Buyrun dinleyin şiirleri,


Tamamını oku
Tarih: Eylül 08, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bunca yıl sonra nasılsın?

 Lise yıllarındaydım. Genellikle o yıllara ait anılarım bölük pörçük. Birçok şeyi tam olarak hatırlayamıyorum. Arkadaşlarımla otururken bazıları küçüklük anılarını anlatır, ben ise öylece bakar dururum. Dalar gider bir şeyler hatırlamaya çalışırım ama doğru düzgün bir şey gelmez aklıma. Ama size birazdan anlatacağım anı aklımın bir köşesine kazınmış ender hatırladıklarımdan biri.




İzmir' in eski halini bilen bilir. 1986 yılıydı. Güzelyalı Mithatpaşa Caddesi'nden sabahın erken saatlerinde o meşhur amerikan dolmuşlarına binmiştim. Bu dolmuşların önüne iki kişi arkasına ise dört kişi oturabiliyordu. Her zaman tercih ettiğim ön taraf dolu olduğu için arka tarafa oturdum. Eski Göztepe Açık Hava Sineması' nın durağında iri yarı kilolu biri daha bindi. O kadar kiloluydu ki üç kişi oturduğumuz halde bile arka tarafta oturacak yer kalmadı. Sıkış tepiş Konak'a gelir gelmez kendimi dolmuştan attım. Önce Kemeraltı'nda sonra da Kordon'da gezinip tekrar geri dönme zamanı geldiğinde geliş yolculuğum aklıma geldiği için yürüyerek dönmeye karar verdim. Daha önce de defalarca Göztepe Konak arasını yürümüştüm. Mithatpaşa Caddesi' ni çok seviyordum. Bu caddeyi boydan boya yürümek o zamanlardaki en büyük eğlencelerimden biriydi.

O gün güneşin altında Küçükkuyu' ya kadar hızlıca yürüdüm. Yorulunca yolun sol tarafında merdivenle çıkılan ve bir tepe üzerine kurulmuş olan parkta dinlenmeye karar verdim. Bu park benim ilk kez herkesten gizlice bira içtiğim parktı. Merdivenleri hızlıca çıkarak parktan denizin görüldüğü banka oturup dinlenmeye başladım. 
Her zamanki gibi parkta kimse yoktu. Hani çok yorulduğunuzda oturur dinlenirsiniz ve bir ağırlık çöker yerinizden kalkamazsınız ya, işte öyle bir durumda tekrar yola koyulmaya üşenmiş çökmüş kalmıştım parkta. Soluğum halen daha hızlıydı ve aldığım nefes bir türlü yetmiyordu. Göğsüm bir iniyor bir kalkıyor sanki kilometrelerce koşmuşum ve karnıma kramp girmiş gibi hızlı hızlı soluk alıp veriyordum. Kalbim göğsümden çıkacak gibi hızlı çarpıyordu. Bu hiç normal değildi, daha önce hiç böyle olmamıştım.

Acaba dolmuşa mı binsem diye düşünürken bir anne, yanında iki çocuğu ile birlikte parka girdi. O bomboş parkta doğrudan benim olduğum tarafa doğru yürüdüler. Çocuklardan biri annesinin elini bırakıp koluma dokundu ve annesine dönüp,

"Hazır." dedi.

Anne çocuğa bakıp başıyla onayladı.

Neler olup bittiğini anlamadan, çocuk omuzlarımdan tutup beni bankın üzerine yatırdı. Nefes nefeseydim. Çarpıntım daha da artmıştı. Karşılık verecek durumda değildim. Bayıldım bayılacaktım.

En son çocuğun her iki avcunu göğsüme koyduğunu gördüm.

Uyandığımda bankta sırtüstü yatar durumdaydım. Heyecanla yerimden doğruldum. Park halen daha bomboştu. Bir an yanıma gelen anne ve çocuklarını hatırladım ve etrafımda onları aradım ama benden başka kimse yoktu.

Merdivenlerden yavaşça inip, Mithatpaşa Caddesinde yeniden yürümeye başladım. Kendimde bir farklılık hissediyordum. Tam olarak ne olduğunu tarif edemiyordum ama kendimi daha güçlü hissediyordum. Sanki olduğumdan büyüktüm. Sanki zıplasam Güzelyalı'ya varacaktım. Sanki koşsam arabaları geçecektim. Farklıydım. Etrafta yürüyen insanlara bakıp, içimden ben farklıyım diyordum. Yıllarca bu duyguyla yaşadım. Ta ki üniversite yıllarımda "The Doors" filmini izleyene kadar. Filmin başında Jim Morrsion küçük bir çocukken arabanın içinde yolda yatan şamana bakıp "O gün ruhlarımız yer değiştirdi." diyene kadar. Henüz filmin başında yerimden kalkıp dışarı çıktım. Koşarak kaldığım öğrenci yurduna geldim. Yatağa uzandım ve derin bir uykuya daldım. Uyandığımda sırılsıklam ter içindeydim. Kendimi yatağa sıkışmış gibi hissediyordum. Yatağım sanki iki kişilikti. Oda her zamankinden daha büyüktü. Yerimden kalkacak gücüm yoktu. Nefes almakta zorlanıyordum.
Hafifçe doğruldum ve,
"Bunca yıl sonra nasılsın?" dedim kendime.


Tamamını oku
Tarih: Eylül 07, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Gidiyor yanım



Düşünce ile nasıl bir etki üretilebilir? Cevap, düşüncenin zihnin hareketi olduğudur (tıpkı rüzgarın hareket eden hava olması gibi) ve etkisi tamamen "bağlı olduğu düzeneğe bağlıdır."

Yaşamın Kapısını Açan Anahtar / Charles F. Haanel
Tamamını oku
Tarih: Eylül 06, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Sen beni boşuna kalbinin oralara koyma*

 



Bazen kişilerle konuşmak demek yüz yüze konuşmak demek değildir. Bu konuşma şekline istediğiniz adı verebilirsiniz. Telepatik konuşma, kalp yoluyla konuşma, duygularla konuşma ne derseniz deyin.
Genellikle böyle bir konuşma şeklini bilinçli olarak kullandığımızda olumlu bir amaç için kullanırız. Ancak, işin asıl bir de istenmeyen ve kötü sonuçlar doğudan başka bir yönü daha vardır. Bir insan için aklımızda söylediğimiz her türlü eleştiri, kızgınlık, yargılama da aynı şekilde o kişiyle bir konuşma şeklidir.

O yüzden AN’ a dikkat etmemiz, düşüncelerimizi sürekli gözden geçirmemiz gerekmektedir. İyi şeyler  emek gerektirir.

Demli




*Hayat ne ki sanki anlık bir buluşma
Sen beni boşuna kalbinin oralara koyma*
Nil Karaibrahimgil.
Tamamını oku
Tarih: Eylül 05, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Az mıyım? Çok muyum? Var mıyım? Yok muyum?

 Kanada' da 1992 yılında Leonard Cohen ile yapılan bir röportaj'da Cohen'e kim olduğu sorulur?

2016 yılında kaybettiğimiz Cohen;

"Ben bir romancı değilim. Bir şair değilim. Sonunda insan başka bir şey yapmayacağını anlıyor. Sosyal bir harekete liderlik yapmayacaksınız. Neslinizin aydın yüzü olmayacaksınız. Olabileceğinizi düşündüğünüz birçok şeyi olmayacaksınız. Günün güzel zamanlarında masanın önünde oturan ve kötü zamanlarında halının üzerinde yuvarlanan kişi olacaksınız. Yaptığınız bu. Popüler pazar için şarkılar yazıyorsunuz...Belki bir süreliğine kalıcı olacak bir rüyanız var." der.




Bu satırları okurken radyoda çalan bir şarkı, o sözleri buraya yazamama neden olur.

"Az mıyım çok muyum var mıyım yok muyum ben kimim. Masal mıyım gerçek miyim kaç mıyım göç müyüm hiç miyim suç muyum ben kimim" 
Candan Erçetin devam eder,
"Geçimsizim bu günlerde
Kimsesizim bu yerlerde
Değersizim bu ellerde
Çaresizim doğduğum yerde
Gölgesizim her gün her yerde."

Son söz kulağımda tekrar yankılanır. "Çaresizim doğduğum yerde". Halbuki biz insanlar en çok doğduğumuz yerde ölmek isteriz. Kendimizi doğduğumuz yere ait hissederiz. Orada güvenliyizdir.

Şarkı biter, soru zihnimde dolaşmaya devam eder. "Ben kimim?"

Aklıma hiçbir şey gelmiyor. Acaba bu kadar mı kendimi tanımıyorum? Sen Ankara'da yaşayan, İzmir'de doğmuş bir adamsın diyorum kendime. Eeeee. Sonrasında. İşte öyle yaşayıp gidiyorsun diyorum içimden. Başka bir şeyde gelmiyor kendimi tanımlayan.

Sonra Mevlana' nın Ben Kimim şiirini okuyorum.

Toz zerreleriyim ben
 gün ışığında.

 Güneşim 
 yusyuvarlak.

 Toz zerrelerine derim, 
“Kal.”

Güneşe derim, “Hareket et, 
 durmadan.”

Sabah sisiyim ve akşamın
 nefesiyim.

 Bir kavaklığın tepesinde rüzgâr
 ve sarp bir kayalığın üstüne çarpıp kırılan dalgalar.

 Orta direk, dümen, dümenci, 
 ve tekne omurgası,

mercan kayalığıyım aynı zamanda da 
 onların saplanıp kaldıkları.

Bir ağacım ben talimli bir papağanla dallarında.
 Sükut, düşünce, ve seda.

 Bir neyin içinden gelen ahenkli hava,
 bir taştan sıçrayan kıvılcım, bir titreme metalde.

 Hem mum,
 hem de onun etrafındaki deli pervane.

 Gül, 
 ve bülbül kaybolan güzel kokunun içinde.

 Varoluşun bütün sınıflarıyım, ve dönen samanyolu,
 evrimsel akıl.

 Kalkan ve inen.
 Olan ve olmayan.

 Sen
 Celâlettin’i bilen,

 sen 
 hepsinin içinde bir tane,

 söyle 
 ben kimim.

 Söyle
 BEN SENİM.

 (Alıntı: Çeviren: Vehbi Taşar, 31 Aralık, Sayfa 407, “A Year With Rumi, Daily Readings” Coleman Barks  with John Moyne, Nevit Ergan, A.J. Arberry, Reynold Nicolson, and others,
 HarperSan Francisco, 2006) (http://arsiv.mevsimsiz.net/y-6794/SOYLE_BEN_KiMiM._Mevlana)

Bütün bunların ötesinde insan kendisini tanımlamakta zorlanıyor diye düşünüyorum. Herkes hakkında konuşur da insan kendi hakkında konuşmaz bir türlü. Kendisini herkese anlatır da kendisine anlatmaz hiç.

Eski Yunan' da Delphi Tapınağı' nın girişinde "Know Theself" (Kendini Bil) yazmaktadır. Socrattes' ın sözüdür. Platon seni sen yapan şey ruhdur demiş. Descartes ise bilinçdir demiş. Bunu daha da irdelersek birçok eski filozof ve son dönemin ünlü düşünürlerden birçok güzel söz okursunuz bu konuda.
Ama hiçbiri size yardım etmez, sadece onların ne dediğini öğrenirsiniz. Ama bu sözlerin hiç birinde "Ben kimim?" sorusunun yanıtını bulamazsınız. Çünkü o surunun yanıtı dışta değil içtedir.

Mistikler der ki? "Bir şeyin yanıtını öğrenmek istiyorsan, kendine sor!"

Soruyorum.

Ben kimim?


Önder Güngör / Ankara /04.09.2021

Tamamını oku
Tarih: Eylül 04, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Güzel sevmeyene adam denir mi? (*)

 



Barış Manço' nun en bilinen şarkılarından biridir "Sarı çizmeli Mehmet Ağa". Şarkı "Yaz dostum güzel sevmeyene adam denir mi" diye başlar. Ama dikkatinizi çekerim "güzeli sevmeyene" değil "güzel sevmeyene."
Yani adam dediğin güzel sevendir, güzel konuşandır, güzel davranandır. Güzel insandır. Adamlığın tanımı güzelliktir.

Yaz dostum....



Tamamını oku
Tarih: Ağustos 21, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Kazdağları' nın yeni tanrısı Deremitos

Bu yazımı size Akçay Güre’ deki yazlıktan yazıyorum.

Hatta yazımı yazdığım mekanın bir görselini de aşağıya koyuyorum. Saat sabah 07.53.



Yöre halkının meşhur bir sözü vardır.

“Ağustos’ un yarısı yaz, yarısı kıştır.” diye. Ben de bu söze inanmaz hep dalga geçerdim.  ”Hangi yarısı? ilk yarısı mı son yarısı mı diye?” Gerçekten de öyleymiş. Bu yıl tüm Ağustos’u burada geçirmeye karar verdik. 21 Ağustostayız ve bu hafta akşamları kış gibi geçti.

Eğer deniz kenarında bir yerde uzun süre kaldıysanız ve “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından “Hadi girelim” diyorsanız hava gerçekten deniz havasıdır. “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından, “Sen gir ben sonra gireceğim” diyorsanız havalar soğumaya başlamıştır.

Buraların rüzgarı da meşhurdur. Her mevsim olur. Hatta yazlığın bulunduğu sahilin ucunda küçük bir burun vardır. Burnun diğer tarafı Edikoop tatil sitesidir. İki sahilde birbirlerine çok yakın, yürüme mesafesindedir. Yöre insanının meşhur bir sözü vardır. Bu sahilde rüzgar varsa Edikoop’ ta rüzgar yoktur. Edikoop’ ta rüzgar varsa burada rüzgar yoktur. Hangi plajda denize gireceğinize rüzgara göre karar verirsiniz.

Güre’ de meşhur İda Dağı’ nın (Kaz Dağları) hemen eteğindeyken, burayla ilgili bir hikaye yazmadan duramazdım. Tabii ki de yazdım. İşte aşağıda.

Yıllar yıllar önce, Zeus Kaz Dağları’ nda bir ağacın altında öğle saatlerinde uyuyormuş. Yarı tanrı yarı insan bir adam Zeus’ u uyandırmaya cüret etmiş. Zeus bu işe çok sinirlenmiş. “Ne diyorsun be adam.” diye haykırmış. Adam sakin bir sesle tekrarlamış.” “Tanrıların tanrısı Zeus, İda Dağı’ na yeni bir tanrı gelmiş. Herkes onu görmeye gidiyormuş. Sen de duy istedim.” demiş. “Yeni tanrı da kimmiş be adam.” diye uykulu uykulu haykırmış Zeus. Adam “Bilmiyorum, ama söylenene göre bundan sonra buranın tek tanrısı o olacakmış.” Zeus hışımla yerden kalkmış. Göğe doğru haykırarak kollarını kaldırmış. Kolları aniden kocaman kanatlara dönüşmüş. Hızlı hızlı kanatlarını çırpmış. Gözünü açtığında bugün Mersin olarak bilinen Zephyrion sahillerinde uçuyormuş. Hızla geri, adamın olduğu Kaz Dağları’ na geri dönmüş. “Nerede bu yeni tanrı denen adam, göster bana demiş.” Adam, “İda’ nın zirvesinde herkesi oraya çağırmış.” demiş. Zeus bir kanat çırpışıyla İda’ nın tepesine ulaşmış. Diğer bütün tanrılar, yarı tanrılar ve köylüler orada toplanmış. Tam o sırada gökte şimşekler çakmış, ışıklar parlamış. Bir ışık topuna sarılı halde yeni tanrı yeryüzüne inmiş. Zeus’ un beklediğinin aksine yeni tanrı erkek değil güzeller güzeli, zarif bir kadınmış. Zeus şaşkınlığını gizleyerek, yeni tanrıya, “Sen de kimsin? Benim dağımda ne arıyorsun?  Ben burada gördüğün her tanrının tanrısıyım.” demiş.

Kadın sakin ve zarif bir sesle, “Ben Deremitos. Birlik tanrısıyım.” demiş.

Zeus “Geldiğin yere geri dön. Burada istenmiyorsun.” demiş.

Deremitos, “Artık BİR olmanın zamanı geldi Zeus.” demiş.

Zeus, öyle bir öfkelenmiş ki tüm gücünü Deremitos üzerinde kullanmaya ve onu yok etmeye çalışmış. Ama hiçbir gücü ona kadar ulaşamamış. Karşısındaki tanrı gerçekten çok güçlü bir tanrıymış. Onunla baş edemeyeceğini anlayan Zues hızla kanatlarını çırpıp dağdan aşağıya inmiş. Yere yakın o kadar hızlı uçmuş ki yer gök sallanmış ve Assos’ tan Karadeniz’e kadar toprak yarılmış. Bugünkü Çanakkale ve İstanbul boğazları oluşmuş. Deremitos’ un yanına gelen Zeus “Bu deniz sınır olsun. Karşı tarafa git. Orada hüküm sür.” demiş. Ancak Deremitos sakin bir sesle “Olmaz Zeus. Artık BİR’ lik zamanı.” demiş. Ancak Zues yeni tanrıya “Eğer gitmezse bütün İda Dağı’ nı ve buralarda yaşayan herkesi yok edeceği tehditini savurmuş.” Zeus’ un bu hırçınlığı karşısında Deremitos, “Peki istediğin gibi olsun. Ama yeniden geleceğim. O zamana kadar yine buralarda olacağım” demiş ve kollarını havaya kaldırınca kocaman bir buluta dönüşmüş. Bütün körfezi ve dağı kaplamış. Günlerce yağmur yağmış, rüzgar esmiş. Dereler, göller dolmuş. Güneş yeniden çıkarken İda Dağı’ ndan son kez Deremitos’ un sesi duyulmuş. “Bu dağların her damla suyunda, her bir tohumunda, her bir çiçeğinde, her bir rüzgarında beni hatırlayın. Her rüzgarın fısıltısında beni duyun.” demiş.

Zeus yıllarca boğazlarla ikiye ayırdığı Trakya ve Anadolu’ yu yeniden birleştirmeye çalışmış, ancak deniz bir daha buna izin vermemiş. Deremitos’ un sesi her yağmur yağışında ve rüzgar esişinde hafiften İda Dağları’ nda halen daha duyuluyorumuş. Yıllar sonra Deremitos, Edremit’e adını vermiş.

Ne uydurdum ama.

Merak etmeyin insanlar uyduruk hikayeleri daha çok seviyorlar. Geçen yıllarda yine böyle bir hikaye uydurmuştum. Akşam rakı içiyor, şarkı dinliyordum. Sözlerinden etkilendiğim bir şarkıya uyduruk bir hikaye yazdım. Blogumdan kopyalayıp aldılar. Facebook’ ta Whatsapp’ ta paylşatılar. Sonra herkes, hikayenin gerçek olduğuna inandı.

Yakında bu uyduruk hikayemi de Yunan Mitolojisi kitaplarında görebilirsiniz.

Önder Güngör / 21 Ağustos 2021 / Güre Akçay

 

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 02, 2021 Yazar: Yorum: 4 yorum

Rüya Satan Adam (Rüya Taciri)

 


Geçenlerde Netflix’ de Rüya Satan Adam (O Vendedor de Sonhos) diye bir film izledim. Alt yazı çevirmeni “Rüya Taciri” diye çevirmiş. Senaryosu basit, çoğu kez izlediğimiz senaryo türü daha sıradan bir  şekilde ele alınmış. Filmin gelişen olayları arasındaki bağlantı oldukça zayıf. Bu filmin konusu bakımından bir benzeri bizde de var. Mandıra Filozofu. Bence Mandıra Filozofu bir tık yukarıda.

Gelelim Rüya Satan Adam’ a.  Çok beğenmesem de filmin bir bölümünden kısa bir alıntı yapmak istiyorum. Ünlü psikolog, yaşadığı sıkıntılarla baş edemeyince intihara kalkışır ve bir iş merkezinin 12. katından atlamaya karar verir. Filmin ileriki bölümlerinde Rüya Taciri olduğunu öğrendiğimiz bir evsiz, polisin ikna edemediği adamın yanına giderek konuşmaya başlarlar. Aralarında bir takım konuşmalar geçer. Rüya Taciri, psikoloğa hayatı için bir virgül verebileceğini söyler. Ünlü psikolog ikna olur ve intihar etmekten vazgeçer. Daha sonra da evsiz adamla birlikte sokaklarda yaşamaya başlar. Evsiz adam bir çok kişi tarafından dinlenir, Guru ilan edilir.

Psikolog, oğlu ile ömrü boyunca doğru bir ilişki kuramamış, onu her alanda mükemmel olmaya zorlamıştır. Bu da oğlunun babadan nefret etmesine ve onunla iletişimi kesmesine neden olmuştur.

Filmin sonuna doğru psikoloğun oğlu daha fazla bu bunalıma dayanamaz ve intihar etmek için iş merkezinin üst karlarına çıkar ve pencere kenarında atlamak üzereyken, bu sefer ikna etmek için babası yanına gelir. Pencere kenarında otururlar. Baba oğlunu ikna etmekte zorlanır ve eğer atlamaya karar verirse ondan önce atlayacağını söyler. Ancak oğlunu intihardan vazgeçiremez. Konuşmalar devam eder ve baba, kendisi intihar etmek üzereyken Rüya Taciri’ nden bir virgül satın adlığını ve şimdi o virgülü oğluna satmak istediğini söyler. Oğlan virgülü alır.

Hepimizin hayatımızın her alanında kullanmak için bir virgüle ihtiyacı vardır.

 

Önder Güngör / 02 Ağustos 2021 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 01, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Yaşanmamış yaşamlar




Erich Fromm der ki: ““Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde, yaşanmamış yaşamlar vardır.”

Yaşım ilerledikçe hayatımdan geriye sortiler yapıyorum. Yaşamak isteyip de yaşamadığım ne var diye. Bir sürü şey aklıma geliyor. Ne çok yapmak istediğim şey varmış? Aşağıda bir iki örnek verdim.

Yaşım 50. Çok mu geç acaba? Yoksa bir sonraki enkarnasyonda mı? Yoksa tam zamanı mı?

Zengin olmak istiyordum. Harland Sanders, KFC’ yi kurup başarıya ulaştığında 62 yaşındaydı. Momofuku Ando 48 yaşında başarıya ulaştı. Sam Walton, Wall-Mart’ ı kurduğunda 44 yaşındaydı. Birçok ünlü zengin 40’ ından 50’ sinden sonra zengin olmuş.

Yazar olmak istiyordum. Tolkien ilk Hobbit kitabının yayımladığında 45 yaşındaydı. Raymond Chandler’ ın ilk romanı “Büyük Uyku” 51 yaşındayken yayımlandı. Stan Lee; Spider Man, Daredevil, Captain America, The X-Man, The Fantastic Four, Iron Man, Thor çizgi romanlarına hayat veren adam. Ünlenmeye giden ilk çizgi romanlarını 40’ lı yaşlarından sonra çizdi. İlk romanından sonra, 58'ine dek yeni bir roman yazmayan Jose Saramago 58’inden sonra romanlarını yazdı. Frank McCourt 66 yaşında yayımladığı Angela'nın Külleri ile Pulitzer Ödülünü kazandı.

Dünyayı adam akıllı keşfetmek isterdim. Bunu yazınca eski bir gazete haberi aklıma geldi. Lena Teyze. 89 yaşında dünyayı dolaşıyormuş. Kristof Kolomb, Amerika’ ya ilk ayak bastığında 42 yaşındaydı.

Bir de şöhreti geç yakalayanlar var. Andrea Bocelli, 40’ ından sonra ünlendi. Morgan Freeman, Oscar’ı 57 yaşında aldığında şöhret basamağının tepesine yeni yeni ulaşmıştı. Mark Twain, onu dünyaya tanıtan eseri “Tom Sawyer’ın Maceraları”nı yayımladığında 41 yaşında, Amerikan edebiyatının ilk büyük eseri kabul edilen “Huckleberry Finn’in Maceraları”nı yayınladığında ise 50 yaşındaydı. Samuel L. Jackson ünlü olduğunda 43 yaşındaydı.

Peki yaşlılık ne o zaman? Kim yaşlı, neye göre yaşlı?

UNESCO ‘ ya göre yaşlılık tanımı şöyle: "Bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa yaşlıdır". Diğer ifadeyle, yeni şeyler öğrenmiyorsa, artık şaşırmıyorsa ve çoğu şeyi bildiğini düşünüyorsa yaşlıdır.

Geçenlerde bir kitapta okudum. Hayal kurarak geçmişinizi değiştirebilirsiniz diyordu. Çünkü beyin zihninde yaratılan görüntünün geçmişte mi olduğu yoksa şimdi olduğu hakkında tam bir ayırt etme kapasitesine sahip değilmiş. Yani hayal ederek beyniniz dolayısıyla kendiniz kandırıp, yerine yeni anılar koyabilirsiniz?

Önder Güngör / 01 Ağustos 2021 / Ankara

 

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 31, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Bu dansı bana lütuf eder misiniz?

 


Bu dansı bana lütuf eder misiniz?

Youtube’ dan Erol Evgin’ in 50.sanat yılı konserini dinliyorum.

Erol Evgin şarkı aralarında mini şovlar yapıyor. Birinde, biz eskiden kadınları “Bu dansı bana lütuf eder misiniz?” diye dansa kaldırırdık diyor.

Evet öyle yapardık. Şimdilerde bu davet cümlesini kullanan var mıdır? Bilemiyorum. Aslında gençlerin dans ettiğini de sanmıyorum. O duygusallıklar geçti artık.

Şu ömrümüzde neler gördük. Eskiden aşk için şiirler yazılırdı. Akrostiş yapardık aşıklarımıza. Platonik takılmak ayrı bir eğlenceydi. Evinin  önünden geçer, utangaç şekilde gizlice arkasından yürürdük. Okul sırasında onun yakınına oturmak için boyumuzu parmak uçlarımızla uzatır, ya da iki büklüm olup, kısaltmaya çalışırdık. Ya papatyalardan.....Whatsapp kullanmazdık. Tabii ki yoktu da ondan. Ama olsaydı da, “naber, orda mısın la, uyudun mu la?” gibi mesajlar atmazdık herhalde.

Erol Evgin hep eskilerden bahsediyor. “Siyah beyaz televizyonları hatırlar mısınız?” diye soruyor. Solandaki seyircilerin yarısından fazlası 50 yaş üstünde, en azından 45 yaş üstünde görülüyor. Tabii ki hatırlarlar.

Bizler siyah beyaz televizyonlardan, 37 ekran renkli televizyonlara, oradan da kocaman inçli LCD’ lere uzanan bir nesiliz.

Ben küçüklüğümde lambalı radyoları hatırlıyorum. Okul tatillerinde radyo televizyon tamircisinin yanında çalışırdım. Radyolar arızalandığında raflardan ona uygun lamba arardım. Transistörlü radyolar için dirençler, televizyonlar için entegreler yedek parçalardandı. En çok onlar arızalanır, hep onları değiştirirdik.

Size nasıl kaset doldurttuğumu şu yazımda anlatmıştım. Karışık Kaset.

Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz telefon bizim ilk telefonlarımızdandı. Telefonlara yazılır yıllarca evlerinize bağlanmasını beklerdiniz.



Geleceğin nasıl olacağını hayal etmek bilim adamlarının işi. Geçmişin nasıl olduğunu hatırlamak ise biz sıradan insanların işi.

Eskileri anmak, geçmişi hatırlamak çoğu insana daha eğlenceli, daha iyi gelir. Çünkü geçmişte bıraktığı insanlar, evler, hatta eşyalar vardır. Hep güzel anılar akla gelir. Akla gelen kötü anılar ise zaten bu zamana kadar baş edebildiğimiz, yendiğimiz ve hafızamızın bir kenarına koyduğumuz anılardır.




Önder Güngör / 31 Temmuz 2021 / Ankara

 

 

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 15, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Titriyor ellerim.

 


Milas’ ın küçük bir köyündeydik. 8 ya da 9 yaşındaydım henüz.

Büyükler kendi aralarında konuşurlarken duydum. Bu akşam Giritli Hatçe’ nin evine gideceklerdi. Annem, Melahat Teyze, Perihan Teyze, Hatice Teyze kendi aralarında konuşuyorlardı. Giritli Hatçe Melahat Teyze’ nin kocası için büyü yapacaktı. Evinde fazla kalsın dışarılara gitmesin diyeymiş. O zamanlar bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Meğerse adam başka kadınlara gidiyor, evine gece geç vakitte geliyor, parayı pulu etrafta yiyormuş.

Mahalledeki çocuklara haber verdim. Hepimiz gece boyunca Giritli Hatçe’ nin evinin önünde oynadık. Ta ki bizimkiler gözükene kadar. Oyundan sıkılmış gibi, Giritli Hatçe’ nin avlusuna daldık. Tabii ki bizi kovaladılar. Siz dışarda oynayın dediler. Bir şekilde olan biteni duvarın üstüne tırmanıp izlemeyi başardık.

Giritli Hatçe önce, Melahat Teyze’nin bir tülbente sarıp getirdiği eşyaları yere serilmiş beyaz bir çarşafın üstüne koydu. Uzaktan gördüğümüz kadarıyla birkaç tane saç, bir tane tıraş fırçası, bir gömlek ve bir çift ayakkabıydı. Bunlar Melahat Teyze’ nin kocasına aitti. Giritli Hatçe, saçları elinde tutup, dualar okuyup, Melahat Teyze’ ye bakarak bu saça bir daha senden başka hiç kimse dokunmasın diyerek, elindeki kibritle yaktı. Yüzüne senin elin ve bu fırça dışında kimsenin eli değmesin diyerek fırçayı tenceredeki suyun içine attı. Gömleği yere serdi ve Melahat Teyze’ nin ellerini gömleğin üzerine koyup, dualar okuduktan sonra, kocan hep elinin altında olsun dedi. En son olarak ayakkabıları birbirine bağladı ve onları da Melahat Teyze’ nin ayakkabılarına doladı, dualar okudu ve kocan ayaklarının dibinden ayrılmasın dedi.

Hepimiz şaşkınlıkla olup bitenleri izledik. Çocukluk ya her şeyi taklit etme alışkanlığımız vardı. Ertesi gün mahallenin çocukları bir araya geldik. Biz de büyü yapacaktık. Bizden iri yarı hiç sevmediğimiz bir çocuk vardı. Bazen bize çok kaba davranıyor, zorbalık yapıyordu. Aramızdan bazılarını da dövmüştü. Büyüyü ona yapacaktık. Ama bize saç, tıraş fırçası, gömlek ve ayakkabı lazımdı. Bunları bulmamız imkansızdı. Zaten Ünsal da çocuktu. Tıraş fırçası niye olsundu ki. Gömlek de giymezdi. Saçını nasıl alacaktık ki. En sonunda evinin önündeki ayakkabılarını çalmaya karar verdik. O iş benimdi. Kimseye gözükmeden Ünsal’ ın ayakkabılarını çaldım. Yere bir tane çuval parçası koyduk. Ayakkabıları üzerine bıraktık. Tam olarak nasıl bir büyü yapacağımızı bilmiyorduk. Birden aklıma bir fikir geldi. Biz onu eve bağlamaya çalışmıyorduk ki, bizim oyun alanımızdan uzak tutmak istiyorduk. O yüzden ayakkabılarını alıp, uzaklara fırlatmaya başladık. Yüksek sesle anlamsız sözler söyleyip ayakkabılarını uzağa fırlatıyor, bir daha buraya gelme Ünsal diye bağırıyorduk. Bunu her birimiz birkaç kez tekrarladık. Sonra da gülüşerek evlerinin önüne gidip, ayakkabılarını evinin kapısına fırlattık. Hep burada kal dedik.

Öğleden sonra Ünsal oyun alanımıza geldi. Etraftakileri itekleyip oynadıkları topu alarak oyunlarını bozdu. Sonra da topu atıp, siz maç yapın ben hakem olacağım dedi. Ağaçtan sizleri izleyeceğim diyerek tırmanmaya çalıştı. Ancak yüksekte ince bir dalı tutunca dal kırıldı ve yüksekten yere düştü. Hepimiz onun sert bir şekilde yere düşüşünü görünce kaçıştık. Çocukluk bu işte. Hiçbirimiz ona yardım etmedik. Gürültüleri doyan büyükler gelerek onu hastaneye götürdüler. Beli ve ayağı kırılmış. Aylarca evde alçılı bir şekilde yattı. Daha sonra da taşındılar gittiler. En son onun ağaçtan yere düşüşünü görmüştüm. Daha sonra hiç görmedim.

Bir daha da kimsenin ayakkabılarına elimi sürmedim.

 

Önder Güngör/ 15 Temmuz 2021 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 11, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Duygusal Özgürlük Teknikleri

 Duygusal Özgürlük Teknikleri



Bob Doyle’ un Power kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Duygusal Özgürlük Teknikleri başlıklı bu bölümde yazar, yüz bölgesindeki belirli noktalara yapılan küçük dokunuşlarla ruhsal durumunuzu dengeleyebileceğinizi savunmaktadır. Aslında bu tekniğin sahibi değildir. Uygulayıcısıdır. Hemen alıntıya başlayayım.



“Kullandığım ve tavsiye ettiğim en etkili teknikler arasında Gary Craig tarafından yaratılmış olan Duygusal Özgürlük Teknikleri yer almaktadır.

Bu tekniğin meridyen vuruşu olarak sınıflandırılabilecek pek çok şekli olmasına rağmen, EFT (Duygusal Özgürlük Teknikleri) fiili olarak kendi üzerimde büyük bir başarıyla uyguladığım ilk yollardan biridir.

Bu teknik hakkında bilgi edindikçe, tıpkı benim gibi siz de kendinizi kuşkucu hissederken bulabilirsiniz. Sonuç olarak, bu süreç özü itibariyle kendi kendinize konuşurken, vücudunuzun çeşitli bölgelerine hafifçe vurmanızı içeriyor. Bu teknik hakkında bilgi edindikten sonra yaklaşık bir yıl boyunca bunu kendi üzerimde ben bile denemedim, çünkü bunun nasıl işleyeceğini aklım almamıştı.

En sonunda bir iş arkadaşım, kendimi bir daha mutsuz hissettiğimde bu tekniğe bir şans verme konusunda beni ikna etti. Bu süreci gerecekten uyguladığımda birdenbire, Çekim Yasası öğretimimi EFT ile entegre etmenin öğrencilerimin elde ettiği sonuçları çarpıcı bir biçimde nasıl etkileyebileceğini anladım.

O zamandan beri, hepsinin etkili olduğu, kendine has tekniklere sahip pek çok EFT uygulayıcısı ile temasa geçtim.

Kendimi bir uygulayıcı olmaktan çok bir EFT hayranı olarak gördüğümden, sürecin tam anlamıyla açıklanmasını ve uygulanmasını, dahası bu uygulamanın gerçek uzmanına bırakmanın en uygun olduğunu düşündüm. Bu inanılmaz derecede güçlü sürecin, tarihçesini ve uyglanmasını size anlatması için arkadaşım Carol Look’ u seçtim.”

LCSW, DCH, EFT Uzmanı Carol Look’ un katkılarıyla Duygusal Özgürlük Teknikleri

EFT, bedenimizde sahip olduğumuz enerji meridyenleri üzerindeki geleneksel Çin akapunktur noktalarını dürtmek için, iğne yerine nazik vuruş tekniği kullanılan, psikolojik parmakla akapunktur tedavi şeklidir. Bu kişisel gelişim tekniği, elektrik akımları içerisindeki enerjiyi bloke eden, duygusal ve fiziksel semptomlarla sonuçlanan akapunktur teorisinden “alıntı yapmaktadır.” Vuruş, akapunktur iğnelerinin vücuda sokulmasının vücuttaki dengesizlikleri temizlemesi gibi, bu enerji tıkanmalarını da ortadan kaldırabilir.”

Resim

EFT yönteminde genel olarak tedavi, yukarda belirtilen akapunktur noktalarına;

·         Odaklanma

·         Sözelleştirme

·         Meridyen noktalarına hafifçe vuruşu

kapsamaktadır.

Kitaptan alıntıya devam ediyorum:

“EFT’ nin bu bileşenlerini -odaklanma, sözelleştirme ve vuruş- kaynaştırmak, enerji sistemini dengeliyormuş, duygusal stres ve fiziksel acıyı dindiriyormuş gibi görünür. Enerji sistemi dengesini yeniden canlandırmak, bedenin ve zihnin doğal iyileştirme yeteneklerine devam etmesine olanak sağlar. EFT güvenlidir, uygulanması kolaydır ve invaziv değildir. EFT aşağıdaki problemlerde başarıyla kullanılmıştır:

·         Şiddetli stres tepkileri

·         Uykusuzluk

·         Performans korkusu

·         Alerjiler

·         Kısıtlayıcı inançlar/Başarı ve servet yolundaki engeller

·         PTSD(Travma sonrası stres bozukluğu)

·         Çocukluk travması

·         Acı dindirme

·         Hafif ve şiddetli korkular(Fobiler)

·         Yemek, şeker, sigara ve diğer kimyasallar

·         Ve daha pek çoku….”

…..

“Esas itibarıyle EFT’ nin etkili olabilmesi için yapmanız gerekenler:

1.       Açık bir hedef belirleyin.

2.       EFT vuruş tedavisini hedef yönlendirin.

3.       Problemin ek açılarına göre vuruşlara devam edin.”

EFT ile ilgili olarak Bob Doyle’ un kitabından yapacağım alıntılar bu kadar. Devamını kitaptan okuyabilirsiniz.

Aşağıdaki video da Gary Craig' in Duygusal Özgürleşme Tekniği (EFT) ile ilgili tanıtımını izleyebilirsiniz.

Şimdi size bir çocukluk anımdan bahsetmek istiyorum. Ama çocukluk anım ona göre 😊

Küçükken vücudumda bir düğme arardım. Alemin zorla yapmamı istediği ya da zorla gitmek istediğim bir yerde aşırı derecede canım sıkıldığında, o düğmeye basıp sıkıntımı geçirebileceğimi düşünürdüm. Ya da hastalandığımda o düğmeye basıp her şeyi geride bırakacağıma inanırdım.  Vücudumdaki ağrının kaybolacağına, çürüyen ve ağrıyan dişimin aniden iyileşeceğine inanırdım.

Hatta bazen elimi bacağımın üzerinde gezdirir, o düğmeye dokunduğumu hayal ederim.

Keşke öyle bir düğmemiz olsaydı.

Daha önceki yazılarımda Taisha Abelar’ ın Büyü Geçişleri kitabından bahsetmiştim. Kaç kez okudum bilmiyorum.



İşte bu kitap sayesinde vücudumdaki düğmeyi bulmuştum.

Düğme basılacak bir nokta değil yapılacak bir hareketti.

“Clara güldü ve bir yudum su içti. "Değişmek için üç şartı yerine getirmemiz gerekir," dedi. "Önce, kararımızı yüksek sesle söyleriz ki istenç bizi duysun, ikincisi, farkındalığımızı uzun bir süre kullanmalıyız: Bir şeye başlayıp sonra onu cesaretimiz kırılır kırılmaz bırakamayız. Üçüncüsü, edimlerimizin sonuçlarını ondan tam bir bağımsızlıkla izlemeliyiz. Bu başarmak ya da başarısız olma düşünceleriyle uğraşamayız demektir.

Clara beni "Bu üç adımı izleyerek içindeki herhangi bir istenmeyen hissi ya da isteği değiştirebilirsin," diye temin etti.

Kuşkuyla "Bilmiyorum, Clara," dedim. "Senin söylediğin biçimiyle öyle basit görünüyor ki."

Ona inanmayı istemiyor değildim, yalnızca her zaman pratik bir insan olmuştum; ve pratik bir bakış açısından, davranışlarımı değiştirme görevi onun üç aşamalı programına rağmen tereddüt vericiydi.

Yemeğimizi tam bir sessizlik içinde bitirdik. Mutfaktaki tek ses bir kireçtaşı filtreden geçen suyun sürekli olarak damlamasıydı.

Bu bana özetlemenin yol açtığı yavaş yavaş temizlenme işleminin somut bir görüntüsünü anımsatıyordu. Birdenbire içimden bir iyimserlik taştı. Belki de aynı filtreden geçen su gibi damla damla, düşünce düşünce, kendini değiştirmek, arınmak olasıydı.

Üstümüzde, parlak ışıklar beyaz masa örtüsünün üstüne korkutucu gölgeler düşürüyordu. Clara yemek yeme çubuklarını bıraktı ve parmaklarını sanki masa örtüsünün üstünde gölgeden resimler yapıyormuş gibi bükmeye başladı. Onun her an bir tavşan ya da kaplumbağa yapmasını bekliyordum.

Sessizliği bozarak, "Ne yapıyorsun?" diye sordum.

"Bu bir iletişim biçimidir," diye açıkladı, "ama insanlarla değil, istenç dediğimiz güçle."

Clara serçe parmaklarını ve işaret parmaklarını uzattı, sonra başparmağını kalan iki parmağının ucuna değdirerek bir çember yaptı. Bana bunun o gücün dikkatini çekmek ve onu parmak uçlarında biten ya da başlayan enerji hatları yoluyla bedene girmesini sağlamak için yapılan bir işaret olduğunu söyledi.

Bana hareketi yeniden göstererek "Eğer onları bir anten gibi uzatırsan enerji işaret parmağı ve serçe parmağı yoluyla gelir," diye açıkladı. "Sonra enerji diğer üç parmakla yapılan çember tarafından hapsedilir ve içeride tutulur."

Bunun özel bir el pozisyonu olduğunu, bununla bedenimize onu sağaltmak ya da güçlendirmek ya da hislerimizi ve alışkanlıklarımızı değiştirmek için yeteri kadar enerjiyi çekebileceğimizi söyledi.”

Kitabın yazarı Taisha Abelar, don Juan Matus’un yönlendirmeleriyle, Meksika’daki bazı büyücüler tarafından eğitilen üç kadından birisidir. Eğer Carlos Castaneda okuduysanız Don Juan hakkında bilginiz vardır diye düşünüyorum.

Kitaptan bir alıntı daha bırakıyorum aşağıya:

"Daha fazla bilgi almayı çok istiyordum, ama onunla konuşma başlatana kadar, o bir sonraki yokuşun yarısına varmıştı bile. Ayaklarımı sürüyerek onu sonunda bir akarsuyun kenarında oturana kadar beş yüz metre daha izledim. Orada, ağaçların yaprakları o kadar sıktı ki artık göğü göremiyordum. Botlarımı çıkardım. Topuğumda bir yer su toplamıştı.

Clara yerden sert uçlu bir sopa aldı ve onunla ayağıma, başparmağımla ikinci parmağımın arasına, vurdu. Hafif elektrik akımı gibi bir şey baldırlarımdan yukarı bacaklarımın iç tarafına doğru tırmandı. Sonra beni dört ayak üstünde durdurdu ve, her seferinde bir ayağımı alarak, ayak tabanlarımı yukarı doğru çevirdi ve ayak başparmağımın altındaki çıkıntının tam altındaki noktaya vurdu. Ben acıyla bağırdım.

Hasta kişileri tedavi etmeye alışmış birisinin ses tonuyla “Bu o kadar kötü değildi,” dedi. “Klasik Çin doktorları bu tekniği zayıf düşmüş olanları canlandırmak ya da eşsiz bir dikkat durumu yaratmak için uygularlardı. Ama günümüzde bu gibi klasik bilgiler ölüyor.”

“Bu neden böyle, Clara?”

“Çünkü materyalizme verilen önem insanları ezoterik arayışlardan uzaklaşmaya götürdü.”

 

İnsanoğlunun bedenini ve ruhunu iyileştirmek için muazzam bir yeteneği var. Bazıları keşfedildi, bazıları unutuldu, bazıları ise hala içimizde. Kullanılmayı bekliyor. Basın düğmeye.


Önder Güngör / Ankara / 11 Temmuz 2021

 

 

 

Tamamını oku
Tarih: Haziran 27, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Bir kalp yalnız bir kalbi düşünürmüş.

 Bir kalp yalnız bir kalbi düşünürmüş.

 Bazen bir şarkı,

Bazen de bir kelime,

Pelesenk olur dilime.

Bugün de bir düşünce pelesenk oldu beynime.

Sabahtan beri zihnimde dolaşıp duruyor.

Ne olduğunu söylemeyeceğim. Yazının başlığı ile alakası yok. Başlığı klavyenin başına geçmeden önce dinlediğim “Üç Kalp” şarkısının sözlerinden çaldım.

…..


Eymir Gölü / ODTU / Ankara 2018


Sabah biraz nefes çalışması yaptım.  Yaptığım solunum tekniğinin adı, “Her iki burun deliğinden sırayla, değişimli olarak solunum yapma.”

Bildiğiniz gibi sağlıklı bir kişide bu değişim, dönüşümlü olarak siz farkında olmadan gerçekleşir. İki saatte bir dönüşümlü olarak farklı burun deliklerinden nefes alıp verirsiniz. Eğer ideal bir sağlığa sahip değilsek, bu süre kişiden kişiye değişir, hatta doğru bir şekilde çalışmaz. Bu değişim sırasında sorun sağ burun deliğinizde ise, zihinsel ve sinirsel rahatsızlığınız vardır. Eğer söz konusu değişimdeki sorun sol burun deliğinizde ise, kronik yorgunluk ve beyinsel işlevlerin azalması söz konusudur. Bu konu hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak istiyorsanız, “İyileştiren Nefes / Luis S.R.Vas” ın kitabını okuyabilirsiniz.

Aslında bu ve benzeri kitapları okumayı çok sevmiyorum; ciddi zihin karıştırıyorlar. Bazı teknikler fazla ritüele sahip gibi anlatılıyor, bu da öz’ ü kaçırmanıza neden oluyor. Örneğin, üniversite yıllarımda birçok meditasyon kitabı almıştım. Akla ziyan teknikler anlatılıyordu. Adam bir lotus oturuşunu beş sayfada anlatıyordu. Hele meditasyon oturuşu sırasında dilini damağın neresine değdirmen gerektiğini anlatmaya başladığında kitabı bırakmıştım. O sıralar okuduğum bir kitapta bir yogi ile öğrencisi arasında geçen bir diyalog vardı. Öğrenci soruyordu. “Ustam en iyi meditasyonu nasıl yapabilirim.” Utsa cevaplıyordu. “Meditasyon yaparak”. Bu söz beynime kazınmıştı. “En iyi meditasyon yapmanın yöntemi, meditasyon yapmaktı.” Ondan sonra bir daha bu konuda hiçbir kitap okumadım.

Fikrimi değiştirdim.

Aklıma pelesenk olan düşünceyi yazıyorum.

“Ben kimin hayatını yaşıyorum?”

 

 

Önder Güngör I 27 Haziran 2021 I  Ankara



Tamamını oku
Tarih: Haziran 13, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Söyle kaç Mevsim oldu

 


Küçükken…Yıl daha 1970’ li yıllardayken.. Evde siyah beyaz televizyonlarınız varken. O da sadece mahallede sayılı insanların evindeyken. Televizyonda seyrettiğiniz insanların gerçekten televizyonun içinde olduğuna inandığınız oldu mu? Televizyon kapandığında bu insanlar buraya nasıl giriyor diye televizyonun arka kapağına baktığınız oldu mu?

Benim olmuştu.

Şimdi çocukların elinde telefonlar, tabletler, duvarlarda kocaman LCD’ler. Şu an itibarı ile söylüyorum, hiçbir çocuk elindeki telefonu çevirip, acaba bu insanlar bunun içine nasıl giriyor diye zerre kadar düşünmediğine kalıbımı basarım. Toplumsal zeka nasıl da gelişiyor değil mi? Ne alakası var sen küçükken salakmışsın, ben hiç de öyle düşünmemiştim diyen akranlarım varsa onlara saygılar.

Bir mağazanın TV reyonlarının olduğu yerde asılı onlarca LCD TV’de farklı kanalları gördüğümde aklıma hep Einstein’ ın zaman ile ilgili teorisi aklıma gelir. Einstein tüm zamanın aynı anda geçekleştiğini savunmuştur. Yani 1071 ile 2021 aynı anda yaşanıyor. Önemli olan odaklandığımız zamandır der. Einstein’ a göre bizim odağımız 2021 olduğu için bu zamanı hissediyoruz. Yani TV reyonunda bulunan yüzlerce faklı TV’den hangi kanalı seçersek ona odaklanırız. Hangisini seyredersek o dur.

Daha önce ondergungorblog.blogspot.com’ da yazdığım yazıdan bir bölümü aşağıya aldım:

1954 yılında genç bir fizikçi olan Hugh Everett çoklu dünyalardan bahseder. Dünyada yaşadığımız büyük tarihsel olayların farklı sonuçlarının farklı evrenlerde yaşanmış olabileceğini ve buna benzer paralel evren senaryolarını ilk kez gündeme getirir. Paralel evren hakkındaki tezleri ilk okuduğumda bu adlandırmanın eksik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü paralel evreni ya da paralel dünyaları arkadaşlarımla tartıştığımda şunları fark ettim. İnsanlar paralel evrenin/dünyanın varlığına inanıyor ancak bu olayların sınırlı sayıda ve farklı dünyalarda gerçekleştiği düşüncesine kapılıyorlardı. Yani farklı bir evrende farklı hayatlar yaşanabileceğine inanıyorlardı. Ben ise paralel evren/dünya yerine paralel hayatların olduğunu bunun farklı bir mekan ya da faklı bir zamanda ve sınırlı sayıda olmadığını hayal etmelerini söylüyordum. Ancak evrenin sınırsız olduğu ve sürekli büyümekte olduğu yönündeki bilimsel görüşler, farklı dünyalar ya da farklı evrenlerde paralel/çoklu yaşamları daha olası kılıyordu.

 

Bu yıl okuduğum bir yazı ise yüzümde tatlı bir gülümseme oluşturdu. Makale şöyle diyordu:

“Hertog ve Hawking'in yeni makalesinde, uzayın farklı fizik kanunlarının geçerli olduğu 'cep evrenleriyle dolu olduğu' teorisi yerine, bu alternatif evrenlerin birbirinden çok da farklı olmayabileceğini ortaya koyuldu.”

 

Yani alternatif evrenler, aynı zaman ve mekanda olabilir diyordu makale.

Sınırsız depolama kapasitesine sahip bir bilgisayara ne kadar film kaydederdiniz? Tabii ki sınırsız. Açıklamaya çalıştığım şey tam anlamıyla şu. Dünyada 8 milyar insan olduğunu düşünün. Bu 8 milyar insanın hayatı boyunca yaşadığı birçok olayın, farklı sonuçlarla ve farklı bir hayatta yaşanmaya devam ettiğini ve bunun sayısının da milyarlarca olduğunu düşünün. 8 milyar insanın milyarlarca çoklu hayat yaşadığını düşünün. Bunun da sınırsız sayıda olduğunu hayal edin. Unutmayın evren sınırsız bir depolama kapasitesine sahip. Daha da ileri gidelim. Her bir dakikanızda milyarlarca farklı sonuçları olan ayrı bir paralel evren yarattığınızı hayal edin. Bir saat içinde yaşadığınız her dakika için milyarlarca çoklu/paralel hayat…Ve bingo. Bu hayatların her birinde yarattığınız düşünceleri, duyguları…Aklınızın sayamayacağı kadar düşünce…Bilginin büyüklüğüne, evrenin kudretine bak!


Önder Güngör / 13 Haziran 2021 / Ankara



Gözde Öney ' i dinleyelim. O ağacın altı.

 
Tamamını oku