Düşünce ile nasıl bir etki üretilebilir? Cevap, düşüncenin zihnin hareketi olduğudur (tıpkı rüzgarın hareket eden hava olması gibi) ve etkisi tamamen "bağlı olduğu düzeneğe bağlıdır."
Yaşamın Kapısını Açan Anahtar / Charles F. Haanel
Kanada' da 1992 yılında Leonard Cohen ile yapılan bir röportaj'da Cohen'e kim olduğu sorulur?
Bu yazımı size Akçay Güre’ deki yazlıktan yazıyorum.
Hatta yazımı yazdığım mekanın bir görselini de aşağıya koyuyorum.
Saat sabah 07.53.
Yöre halkının meşhur bir sözü vardır.
“Ağustos’ un yarısı yaz, yarısı kıştır.” diye. Ben de bu
söze inanmaz hep dalga geçerdim. ”Hangi
yarısı? ilk yarısı mı son yarısı mı diye?” Gerçekten de öyleymiş. Bu yıl tüm
Ağustos’u burada geçirmeye karar verdik. 21 Ağustostayız ve bu hafta akşamları
kış gibi geçti.
Eğer deniz kenarında bir yerde uzun süre kaldıysanız ve “Hadi
denize girelim” cümlesinin ardından “Hadi girelim” diyorsanız hava gerçekten
deniz havasıdır. “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından, “Sen gir ben sonra
gireceğim” diyorsanız havalar soğumaya başlamıştır.
Buraların rüzgarı da meşhurdur. Her mevsim olur. Hatta
yazlığın bulunduğu sahilin ucunda küçük bir burun vardır. Burnun diğer tarafı
Edikoop tatil sitesidir. İki sahilde birbirlerine çok yakın, yürüme mesafesindedir.
Yöre insanının meşhur bir sözü vardır. Bu sahilde rüzgar varsa Edikoop’ ta
rüzgar yoktur. Edikoop’ ta rüzgar varsa burada rüzgar yoktur. Hangi plajda
denize gireceğinize rüzgara göre karar verirsiniz.
Güre’ de meşhur İda Dağı’ nın (Kaz Dağları) hemen
eteğindeyken, burayla ilgili bir hikaye yazmadan duramazdım. Tabii ki de
yazdım. İşte aşağıda.
Yıllar yıllar önce, Zeus Kaz Dağları’ nda bir ağacın altında
öğle saatlerinde uyuyormuş. Yarı tanrı yarı insan bir adam Zeus’ u uyandırmaya
cüret etmiş. Zeus bu işe çok sinirlenmiş. “Ne diyorsun be adam.” diye haykırmış.
Adam sakin bir sesle tekrarlamış.” “Tanrıların tanrısı Zeus, İda Dağı’ na yeni
bir tanrı gelmiş. Herkes onu görmeye gidiyormuş. Sen de duy istedim.” demiş. “Yeni
tanrı da kimmiş be adam.” diye uykulu uykulu haykırmış Zeus. Adam “Bilmiyorum,
ama söylenene göre bundan sonra buranın tek tanrısı o olacakmış.” Zeus hışımla
yerden kalkmış. Göğe doğru haykırarak kollarını kaldırmış. Kolları aniden
kocaman kanatlara dönüşmüş. Hızlı hızlı kanatlarını çırpmış. Gözünü açtığında
bugün Mersin olarak bilinen Zephyrion sahillerinde uçuyormuş. Hızla geri,
adamın olduğu Kaz Dağları’ na geri dönmüş. “Nerede bu yeni tanrı denen adam,
göster bana demiş.” Adam, “İda’ nın zirvesinde herkesi oraya çağırmış.” demiş.
Zeus bir kanat çırpışıyla İda’ nın tepesine ulaşmış. Diğer bütün tanrılar, yarı
tanrılar ve köylüler orada toplanmış. Tam o sırada gökte şimşekler çakmış,
ışıklar parlamış. Bir ışık topuna sarılı halde yeni tanrı yeryüzüne inmiş. Zeus’
un beklediğinin aksine yeni tanrı erkek değil güzeller güzeli, zarif bir
kadınmış. Zeus şaşkınlığını gizleyerek, yeni tanrıya, “Sen de kimsin? Benim
dağımda ne arıyorsun? Ben burada gördüğün
her tanrının tanrısıyım.” demiş.
Kadın sakin ve zarif bir sesle, “Ben Deremitos. Birlik
tanrısıyım.” demiş.
Zeus “Geldiğin yere geri dön. Burada istenmiyorsun.” demiş.
Deremitos, “Artık BİR olmanın zamanı geldi Zeus.” demiş.
Zeus, öyle bir öfkelenmiş ki tüm gücünü Deremitos üzerinde
kullanmaya ve onu yok etmeye çalışmış. Ama hiçbir gücü ona kadar ulaşamamış.
Karşısındaki tanrı gerçekten çok güçlü bir tanrıymış. Onunla baş edemeyeceğini
anlayan Zues hızla kanatlarını çırpıp dağdan aşağıya inmiş. Yere yakın o kadar
hızlı uçmuş ki yer gök sallanmış ve Assos’ tan Karadeniz’e kadar toprak
yarılmış. Bugünkü Çanakkale ve İstanbul boğazları oluşmuş. Deremitos’ un yanına
gelen Zeus “Bu deniz sınır olsun. Karşı tarafa git. Orada hüküm sür.” demiş.
Ancak Deremitos sakin bir sesle “Olmaz Zeus. Artık BİR’ lik zamanı.” demiş.
Ancak Zues yeni tanrıya “Eğer gitmezse bütün İda Dağı’ nı ve buralarda yaşayan
herkesi yok edeceği tehditini savurmuş.” Zeus’ un bu hırçınlığı karşısında
Deremitos, “Peki istediğin gibi olsun. Ama yeniden geleceğim. O zamana kadar
yine buralarda olacağım” demiş ve kollarını havaya kaldırınca kocaman bir
buluta dönüşmüş. Bütün körfezi ve dağı kaplamış. Günlerce yağmur yağmış, rüzgar
esmiş. Dereler, göller dolmuş. Güneş yeniden çıkarken İda Dağı’ ndan son kez
Deremitos’ un sesi duyulmuş. “Bu dağların her damla suyunda, her bir tohumunda,
her bir çiçeğinde, her bir rüzgarında beni hatırlayın. Her rüzgarın
fısıltısında beni duyun.” demiş.
Zeus yıllarca boğazlarla ikiye ayırdığı Trakya ve Anadolu’
yu yeniden birleştirmeye çalışmış, ancak deniz bir daha buna izin vermemiş. Deremitos’
un sesi her yağmur yağışında ve rüzgar esişinde hafiften İda Dağları’ nda halen
daha duyuluyorumuş. Yıllar sonra Deremitos, Edremit’e adını vermiş.
Ne uydurdum ama.
Merak etmeyin insanlar uyduruk hikayeleri daha çok
seviyorlar. Geçen yıllarda yine böyle bir hikaye uydurmuştum. Akşam rakı
içiyor, şarkı dinliyordum. Sözlerinden etkilendiğim bir şarkıya uyduruk bir
hikaye yazdım. Blogumdan kopyalayıp aldılar. Facebook’ ta Whatsapp’ ta paylşatılar. Sonra herkes, hikayenin gerçek olduğuna inandı.
Yakında bu uyduruk hikayemi de Yunan Mitolojisi kitaplarında
görebilirsiniz.
Önder Güngör / 21 Ağustos 2021 / Güre Akçay
Geçenlerde Netflix’ de Rüya Satan Adam (O Vendedor de Sonhos) diye bir film izledim. Alt yazı çevirmeni “Rüya Taciri” diye çevirmiş. Senaryosu basit, çoğu kez izlediğimiz senaryo türü daha sıradan bir şekilde ele alınmış. Filmin gelişen olayları arasındaki bağlantı oldukça zayıf. Bu filmin konusu bakımından bir benzeri bizde de var. Mandıra Filozofu. Bence Mandıra Filozofu bir tık yukarıda.
Gelelim Rüya Satan Adam’ a. Çok beğenmesem de filmin bir bölümünden kısa
bir alıntı yapmak istiyorum. Ünlü psikolog, yaşadığı sıkıntılarla baş edemeyince
intihara kalkışır ve bir iş merkezinin 12. katından atlamaya karar verir. Filmin
ileriki bölümlerinde Rüya Taciri olduğunu öğrendiğimiz bir evsiz, polisin ikna
edemediği adamın yanına giderek konuşmaya başlarlar. Aralarında bir takım
konuşmalar geçer. Rüya Taciri, psikoloğa hayatı için bir virgül verebileceğini
söyler. Ünlü psikolog ikna olur ve intihar etmekten vazgeçer. Daha sonra da
evsiz adamla birlikte sokaklarda yaşamaya başlar. Evsiz adam bir çok kişi
tarafından dinlenir, Guru ilan edilir.
Psikolog, oğlu ile ömrü boyunca doğru bir ilişki kuramamış,
onu her alanda mükemmel olmaya zorlamıştır. Bu da oğlunun babadan nefret etmesine
ve onunla iletişimi kesmesine neden olmuştur.
Filmin sonuna doğru psikoloğun oğlu daha fazla bu bunalıma
dayanamaz ve intihar etmek için iş merkezinin üst karlarına çıkar ve pencere
kenarında atlamak üzereyken, bu sefer ikna etmek için babası yanına gelir.
Pencere kenarında otururlar. Baba oğlunu ikna etmekte zorlanır ve eğer atlamaya
karar verirse ondan önce atlayacağını söyler. Ancak oğlunu intihardan
vazgeçiremez. Konuşmalar devam eder ve baba, kendisi intihar etmek üzereyken Rüya
Taciri’ nden bir virgül satın adlığını ve şimdi o virgülü oğluna satmak
istediğini söyler. Oğlan virgülü alır.
Hepimizin hayatımızın her alanında kullanmak için bir
virgüle ihtiyacı vardır.
Önder Güngör / 02 Ağustos 2021 / Ankara
Erich Fromm der ki: ““Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde, yaşanmamış yaşamlar vardır.”
Yaşım ilerledikçe hayatımdan
geriye sortiler yapıyorum. Yaşamak isteyip de yaşamadığım ne var diye. Bir sürü
şey aklıma geliyor. Ne çok yapmak istediğim şey varmış? Aşağıda bir iki örnek
verdim.
Yaşım 50. Çok mu geç acaba? Yoksa
bir sonraki enkarnasyonda mı? Yoksa tam zamanı mı?
Zengin olmak istiyordum. Harland
Sanders, KFC’ yi kurup başarıya ulaştığında 62 yaşındaydı. Momofuku Ando 48
yaşında başarıya ulaştı. Sam Walton, Wall-Mart’ ı kurduğunda 44 yaşındaydı. Birçok
ünlü zengin 40’ ından 50’ sinden sonra zengin olmuş.
Yazar olmak istiyordum. Tolkien
ilk Hobbit kitabının yayımladığında 45 yaşındaydı. Raymond Chandler’ ın ilk
romanı “Büyük Uyku” 51 yaşındayken yayımlandı. Stan Lee; Spider Man, Daredevil,
Captain America, The X-Man, The Fantastic Four, Iron Man, Thor çizgi
romanlarına hayat veren adam. Ünlenmeye giden ilk çizgi romanlarını 40’ lı
yaşlarından sonra çizdi. İlk romanından sonra, 58'ine dek yeni bir roman
yazmayan Jose Saramago 58’inden sonra romanlarını yazdı. Frank McCourt 66
yaşında yayımladığı Angela'nın Külleri ile Pulitzer Ödülünü kazandı.
Dünyayı adam akıllı keşfetmek
isterdim. Bunu yazınca eski bir gazete haberi aklıma geldi. Lena Teyze. 89
yaşında dünyayı dolaşıyormuş. Kristof Kolomb, Amerika’ ya ilk ayak bastığında
42 yaşındaydı.
Bir de şöhreti geç yakalayanlar
var. Andrea Bocelli, 40’ ından sonra ünlendi. Morgan Freeman, Oscar’ı 57
yaşında aldığında şöhret basamağının tepesine yeni yeni ulaşmıştı. Mark Twain,
onu dünyaya tanıtan eseri “Tom Sawyer’ın Maceraları”nı yayımladığında 41 yaşında,
Amerikan edebiyatının ilk büyük eseri kabul edilen “Huckleberry Finn’in
Maceraları”nı yayınladığında ise 50 yaşındaydı. Samuel L. Jackson ünlü
olduğunda 43 yaşındaydı.
Peki yaşlılık ne o zaman? Kim
yaşlı, neye göre yaşlı?
UNESCO ‘ ya göre yaşlılık tanımı
şöyle: "Bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa yaşlıdır". Diğer
ifadeyle, yeni şeyler öğrenmiyorsa, artık şaşırmıyorsa ve çoğu şeyi bildiğini
düşünüyorsa yaşlıdır.
Geçenlerde bir kitapta okudum.
Hayal kurarak geçmişinizi değiştirebilirsiniz diyordu. Çünkü beyin zihninde
yaratılan görüntünün geçmişte mi olduğu yoksa şimdi olduğu hakkında tam bir
ayırt etme kapasitesine sahip değilmiş. Yani hayal ederek beyniniz dolayısıyla
kendiniz kandırıp, yerine yeni anılar koyabilirsiniz?
Önder Güngör / 01 Ağustos 2021 /
Ankara
Bu dansı bana lütuf eder misiniz?
Youtube’ dan Erol Evgin’ in 50.sanat yılı konserini
dinliyorum.
Erol Evgin şarkı aralarında mini şovlar yapıyor. Birinde,
biz eskiden kadınları “Bu dansı bana lütuf eder misiniz?” diye dansa
kaldırırdık diyor.
Evet öyle yapardık. Şimdilerde bu davet cümlesini kullanan
var mıdır? Bilemiyorum. Aslında gençlerin dans ettiğini de sanmıyorum. O
duygusallıklar geçti artık.
Şu ömrümüzde neler gördük. Eskiden aşk için şiirler
yazılırdı. Akrostiş yapardık aşıklarımıza. Platonik takılmak ayrı bir
eğlenceydi. Evinin önünden geçer,
utangaç şekilde gizlice arkasından yürürdük. Okul sırasında onun yakınına
oturmak için boyumuzu parmak uçlarımızla uzatır, ya da iki büklüm olup,
kısaltmaya çalışırdık. Ya papatyalardan.....Whatsapp kullanmazdık. Tabii ki yoktu da ondan. Ama
olsaydı da, “naber, orda mısın la, uyudun mu la?” gibi mesajlar atmazdık
herhalde.
Erol Evgin hep eskilerden bahsediyor. “Siyah beyaz
televizyonları hatırlar mısınız?” diye soruyor. Solandaki seyircilerin
yarısından fazlası 50 yaş üstünde, en azından 45 yaş üstünde görülüyor. Tabii
ki hatırlarlar.
Bizler siyah beyaz televizyonlardan, 37 ekran renkli
televizyonlara, oradan da kocaman inçli LCD’ lere uzanan bir nesiliz.
Ben küçüklüğümde lambalı radyoları hatırlıyorum. Okul
tatillerinde radyo televizyon tamircisinin yanında çalışırdım. Radyolar
arızalandığında raflardan ona uygun lamba arardım. Transistörlü radyolar için
dirençler, televizyonlar için entegreler yedek parçalardandı. En çok onlar
arızalanır, hep onları değiştirirdik.
Size nasıl kaset doldurttuğumu şu yazımda anlatmıştım.
Karışık Kaset.
Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz telefon bizim ilk
telefonlarımızdandı. Telefonlara yazılır yıllarca evlerinize bağlanmasını
beklerdiniz.
Geleceğin nasıl olacağını hayal etmek bilim adamlarının işi.
Geçmişin nasıl olduğunu hatırlamak ise biz sıradan insanların işi.
Eskileri anmak, geçmişi hatırlamak çoğu insana daha
eğlenceli, daha iyi gelir. Çünkü geçmişte bıraktığı insanlar, evler, hatta
eşyalar vardır. Hep güzel anılar akla gelir. Akla gelen kötü anılar ise zaten
bu zamana kadar baş edebildiğimiz, yendiğimiz ve hafızamızın bir kenarına
koyduğumuz anılardır.
Önder Güngör / 31 Temmuz 2021 / Ankara
Milas’ ın küçük bir köyündeydik. 8 ya da 9 yaşındaydım
henüz.
Büyükler kendi aralarında konuşurlarken duydum. Bu akşam
Giritli Hatçe’ nin evine gideceklerdi. Annem, Melahat Teyze, Perihan Teyze,
Hatice Teyze kendi aralarında konuşuyorlardı. Giritli Hatçe Melahat Teyze’ nin
kocası için büyü yapacaktı. Evinde fazla kalsın dışarılara gitmesin diyeymiş. O
zamanlar bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Meğerse adam başka
kadınlara gidiyor, evine gece geç vakitte geliyor, parayı pulu etrafta
yiyormuş.
Mahalledeki çocuklara haber verdim. Hepimiz gece boyunca Giritli
Hatçe’ nin evinin önünde oynadık. Ta ki bizimkiler gözükene kadar. Oyundan sıkılmış
gibi, Giritli Hatçe’ nin avlusuna daldık. Tabii ki bizi kovaladılar. Siz
dışarda oynayın dediler. Bir şekilde olan biteni duvarın üstüne tırmanıp
izlemeyi başardık.
Giritli Hatçe önce, Melahat Teyze’nin bir tülbente sarıp
getirdiği eşyaları yere serilmiş beyaz bir çarşafın üstüne koydu. Uzaktan
gördüğümüz kadarıyla birkaç tane saç, bir tane tıraş fırçası, bir gömlek ve bir
çift ayakkabıydı. Bunlar Melahat Teyze’ nin kocasına aitti. Giritli Hatçe, saçları
elinde tutup, dualar okuyup, Melahat Teyze’ ye bakarak bu saça bir daha senden
başka hiç kimse dokunmasın diyerek, elindeki kibritle yaktı. Yüzüne senin elin
ve bu fırça dışında kimsenin eli değmesin diyerek fırçayı tenceredeki suyun
içine attı. Gömleği yere serdi ve Melahat Teyze’ nin ellerini gömleğin üzerine
koyup, dualar okuduktan sonra, kocan hep elinin altında olsun dedi. En son
olarak ayakkabıları birbirine bağladı ve onları da Melahat Teyze’ nin
ayakkabılarına doladı, dualar okudu ve kocan ayaklarının dibinden ayrılmasın
dedi.
Hepimiz şaşkınlıkla olup bitenleri izledik. Çocukluk ya her şeyi
taklit etme alışkanlığımız vardı. Ertesi gün mahallenin çocukları bir araya
geldik. Biz de büyü yapacaktık. Bizden iri yarı hiç sevmediğimiz bir çocuk
vardı. Bazen bize çok kaba davranıyor, zorbalık yapıyordu. Aramızdan bazılarını
da dövmüştü. Büyüyü ona yapacaktık. Ama bize saç, tıraş fırçası, gömlek ve
ayakkabı lazımdı. Bunları bulmamız imkansızdı. Zaten Ünsal da çocuktu. Tıraş
fırçası niye olsundu ki. Gömlek de giymezdi. Saçını nasıl alacaktık ki. En sonunda
evinin önündeki ayakkabılarını çalmaya karar verdik. O iş benimdi. Kimseye gözükmeden
Ünsal’ ın ayakkabılarını çaldım. Yere bir tane çuval parçası koyduk.
Ayakkabıları üzerine bıraktık. Tam olarak nasıl bir büyü yapacağımızı
bilmiyorduk. Birden aklıma bir fikir geldi. Biz onu eve bağlamaya çalışmıyorduk
ki, bizim oyun alanımızdan uzak tutmak istiyorduk. O yüzden ayakkabılarını
alıp, uzaklara fırlatmaya başladık. Yüksek sesle anlamsız sözler söyleyip
ayakkabılarını uzağa fırlatıyor, bir daha buraya gelme Ünsal diye bağırıyorduk.
Bunu her birimiz birkaç kez tekrarladık. Sonra da gülüşerek evlerinin önüne gidip,
ayakkabılarını evinin kapısına fırlattık. Hep burada kal dedik.
Öğleden sonra Ünsal oyun alanımıza geldi. Etraftakileri
itekleyip oynadıkları topu alarak oyunlarını bozdu. Sonra da topu atıp, siz maç
yapın ben hakem olacağım dedi. Ağaçtan sizleri izleyeceğim diyerek tırmanmaya
çalıştı. Ancak yüksekte ince bir dalı tutunca dal kırıldı ve yüksekten yere
düştü. Hepimiz onun sert bir şekilde yere düşüşünü görünce kaçıştık. Çocukluk
bu işte. Hiçbirimiz ona yardım etmedik. Gürültüleri doyan büyükler gelerek onu
hastaneye götürdüler. Beli ve ayağı kırılmış. Aylarca evde alçılı bir şekilde
yattı. Daha sonra da taşındılar gittiler. En son onun ağaçtan yere düşüşünü görmüştüm.
Daha sonra hiç görmedim.
Bir daha da kimsenin ayakkabılarına elimi sürmedim.
Önder Güngör/ 15 Temmuz 2021 / Ankara
Duygusal Özgürlük Teknikleri
Bob Doyle’ un Power kitabından bir bölümü aktarmak
istiyorum. Duygusal Özgürlük Teknikleri başlıklı bu bölümde yazar, yüz
bölgesindeki belirli noktalara yapılan küçük dokunuşlarla ruhsal durumunuzu
dengeleyebileceğinizi savunmaktadır. Aslında bu tekniğin sahibi değildir.
Uygulayıcısıdır. Hemen alıntıya başlayayım.
“Kullandığım ve tavsiye ettiğim en etkili teknikler arasında
Gary Craig tarafından yaratılmış olan Duygusal Özgürlük Teknikleri yer
almaktadır.
Bu tekniğin meridyen vuruşu olarak
sınıflandırılabilecek pek çok şekli olmasına rağmen, EFT (Duygusal Özgürlük
Teknikleri) fiili olarak kendi üzerimde büyük bir başarıyla uyguladığım ilk
yollardan biridir.
Bu teknik hakkında bilgi edindikçe, tıpkı benim gibi siz de kendinizi
kuşkucu hissederken bulabilirsiniz. Sonuç olarak, bu süreç özü itibariyle kendi
kendinize konuşurken, vücudunuzun çeşitli bölgelerine hafifçe vurmanızı
içeriyor. Bu teknik hakkında bilgi edindikten sonra yaklaşık bir yıl boyunca
bunu kendi üzerimde ben bile denemedim, çünkü bunun nasıl işleyeceğini aklım
almamıştı.
En sonunda bir iş arkadaşım, kendimi bir daha mutsuz
hissettiğimde bu tekniğe bir şans verme konusunda beni ikna etti. Bu süreci
gerecekten uyguladığımda birdenbire, Çekim Yasası öğretimimi EFT ile entegre
etmenin öğrencilerimin elde ettiği sonuçları çarpıcı bir biçimde nasıl
etkileyebileceğini anladım.
O zamandan beri, hepsinin etkili olduğu, kendine has
tekniklere sahip pek çok EFT uygulayıcısı ile temasa geçtim.
Kendimi bir uygulayıcı olmaktan çok bir EFT hayranı olarak
gördüğümden, sürecin tam anlamıyla açıklanmasını ve uygulanmasını, dahası bu
uygulamanın gerçek uzmanına bırakmanın en uygun olduğunu düşündüm. Bu inanılmaz
derecede güçlü sürecin, tarihçesini ve uyglanmasını size anlatması için
arkadaşım Carol Look’ u seçtim.”
EFT, bedenimizde sahip olduğumuz enerji meridyenleri
üzerindeki geleneksel Çin akapunktur noktalarını dürtmek için, iğne yerine
nazik vuruş tekniği kullanılan, psikolojik parmakla akapunktur tedavi şeklidir.
Bu kişisel gelişim tekniği, elektrik akımları içerisindeki enerjiyi bloke eden,
duygusal ve fiziksel semptomlarla sonuçlanan akapunktur teorisinden “alıntı
yapmaktadır.” Vuruş, akapunktur iğnelerinin vücuda sokulmasının vücuttaki
dengesizlikleri temizlemesi gibi, bu enerji tıkanmalarını da ortadan
kaldırabilir.”
Resim
EFT yönteminde genel olarak tedavi, yukarda belirtilen
akapunktur noktalarına;
·
Odaklanma
·
Sözelleştirme
·
Meridyen noktalarına hafifçe vuruşu
kapsamaktadır.
Kitaptan alıntıya devam ediyorum:
“EFT’ nin bu bileşenlerini -odaklanma, sözelleştirme ve
vuruş- kaynaştırmak, enerji sistemini dengeliyormuş, duygusal stres ve fiziksel
acıyı dindiriyormuş gibi görünür. Enerji sistemi dengesini yeniden
canlandırmak, bedenin ve zihnin doğal iyileştirme yeteneklerine devam etmesine
olanak sağlar. EFT güvenlidir, uygulanması kolaydır ve invaziv değildir. EFT
aşağıdaki problemlerde başarıyla kullanılmıştır:
·
Şiddetli stres tepkileri
·
Uykusuzluk
·
Performans korkusu
·
Alerjiler
·
Kısıtlayıcı inançlar/Başarı ve servet yolundaki
engeller
·
PTSD(Travma sonrası stres bozukluğu)
·
Çocukluk travması
·
Acı dindirme
·
Hafif ve şiddetli korkular(Fobiler)
·
Yemek, şeker, sigara ve diğer kimyasallar
·
Ve daha pek çoku….”
…..
“Esas itibarıyle EFT’ nin etkili olabilmesi için yapmanız
gerekenler:
1.
Açık bir hedef belirleyin.
2.
EFT vuruş tedavisini hedef yönlendirin.
3.
Problemin ek açılarına göre vuruşlara devam
edin.”
EFT ile ilgili olarak Bob Doyle’ un kitabından yapacağım alıntılar bu
kadar. Devamını kitaptan okuyabilirsiniz.
Aşağıdaki video da Gary Craig' in Duygusal Özgürleşme Tekniği (EFT) ile ilgili tanıtımını izleyebilirsiniz.
Şimdi size bir çocukluk anımdan bahsetmek istiyorum. Ama çocukluk anım ona göre 😊
Küçükken vücudumda bir düğme arardım. Alemin zorla yapmamı
istediği ya da zorla gitmek istediğim bir yerde aşırı derecede canım
sıkıldığında, o düğmeye basıp sıkıntımı geçirebileceğimi düşünürdüm. Ya da
hastalandığımda o düğmeye basıp her şeyi geride bırakacağıma inanırdım. Vücudumdaki ağrının kaybolacağına, çürüyen ve
ağrıyan dişimin aniden iyileşeceğine inanırdım.
Hatta bazen elimi bacağımın üzerinde gezdirir, o düğmeye
dokunduğumu hayal ederim.
Keşke öyle bir düğmemiz olsaydı.
Daha önceki yazılarımda Taisha Abelar’ ın Büyü Geçişleri
kitabından bahsetmiştim. Kaç kez okudum bilmiyorum.
İşte bu kitap sayesinde vücudumdaki düğmeyi bulmuştum.
Düğme basılacak bir nokta değil yapılacak bir hareketti.
“Clara güldü ve bir yudum su içti. "Değişmek için üç
şartı yerine getirmemiz gerekir," dedi. "Önce, kararımızı yüksek
sesle söyleriz ki istenç bizi duysun, ikincisi, farkındalığımızı uzun bir süre
kullanmalıyız: Bir şeye başlayıp sonra onu cesaretimiz kırılır kırılmaz
bırakamayız. Üçüncüsü, edimlerimizin sonuçlarını ondan tam bir bağımsızlıkla
izlemeliyiz. Bu başarmak ya da başarısız olma düşünceleriyle uğraşamayız
demektir.
Clara beni "Bu üç adımı izleyerek içindeki herhangi bir
istenmeyen hissi ya da isteği değiştirebilirsin," diye temin etti.
Kuşkuyla "Bilmiyorum, Clara," dedim. "Senin
söylediğin biçimiyle öyle basit görünüyor ki."
Ona inanmayı istemiyor değildim, yalnızca her zaman pratik
bir insan olmuştum; ve pratik bir bakış açısından, davranışlarımı değiştirme
görevi onun üç aşamalı programına rağmen tereddüt vericiydi.
Yemeğimizi tam bir sessizlik içinde bitirdik. Mutfaktaki tek
ses bir kireçtaşı filtreden geçen suyun sürekli olarak damlamasıydı.
Bu bana özetlemenin yol açtığı yavaş yavaş temizlenme
işleminin somut bir görüntüsünü anımsatıyordu. Birdenbire içimden bir
iyimserlik taştı. Belki de aynı filtreden geçen su gibi damla damla, düşünce
düşünce, kendini değiştirmek, arınmak olasıydı.
Üstümüzde, parlak ışıklar beyaz masa örtüsünün üstüne
korkutucu gölgeler düşürüyordu. Clara yemek yeme çubuklarını bıraktı ve
parmaklarını sanki masa örtüsünün üstünde gölgeden resimler yapıyormuş gibi
bükmeye başladı. Onun her an bir tavşan ya da kaplumbağa yapmasını bekliyordum.
Sessizliği bozarak, "Ne yapıyorsun?" diye sordum.
"Bu bir iletişim biçimidir," diye açıkladı,
"ama insanlarla değil, istenç dediğimiz güçle."
Clara serçe parmaklarını ve işaret parmaklarını uzattı,
sonra başparmağını kalan iki parmağının ucuna değdirerek bir çember yaptı. Bana
bunun o gücün dikkatini çekmek ve onu parmak uçlarında biten ya da başlayan
enerji hatları yoluyla bedene girmesini sağlamak için yapılan bir işaret
olduğunu söyledi.
Bana hareketi yeniden göstererek "Eğer onları bir anten
gibi uzatırsan enerji işaret parmağı ve serçe parmağı yoluyla gelir," diye
açıkladı. "Sonra enerji diğer üç parmakla yapılan çember tarafından
hapsedilir ve içeride tutulur."
Bunun özel bir el pozisyonu olduğunu, bununla bedenimize onu
sağaltmak ya da güçlendirmek ya da hislerimizi ve alışkanlıklarımızı
değiştirmek için yeteri kadar enerjiyi çekebileceğimizi söyledi.”
Kitabın yazarı Taisha Abelar, don Juan Matus’un
yönlendirmeleriyle, Meksika’daki bazı büyücüler tarafından eğitilen üç kadından
birisidir. Eğer Carlos Castaneda okuduysanız Don Juan hakkında bilginiz vardır
diye düşünüyorum.
Kitaptan bir alıntı daha bırakıyorum aşağıya:
"Daha fazla bilgi almayı çok istiyordum, ama onunla konuşma
başlatana kadar, o bir sonraki yokuşun yarısına varmıştı bile. Ayaklarımı
sürüyerek onu sonunda bir akarsuyun kenarında oturana kadar beş yüz metre daha
izledim. Orada, ağaçların yaprakları o kadar sıktı ki artık göğü göremiyordum.
Botlarımı çıkardım. Topuğumda bir yer su toplamıştı.
Clara yerden sert uçlu bir sopa aldı ve onunla ayağıma,
başparmağımla ikinci parmağımın arasına, vurdu. Hafif elektrik akımı gibi bir
şey baldırlarımdan yukarı bacaklarımın iç tarafına doğru tırmandı. Sonra beni
dört ayak üstünde durdurdu ve, her seferinde bir ayağımı alarak, ayak tabanlarımı
yukarı doğru çevirdi ve ayak başparmağımın altındaki çıkıntının tam altındaki
noktaya vurdu. Ben acıyla bağırdım.
Hasta kişileri tedavi etmeye alışmış birisinin ses tonuyla
“Bu o kadar kötü değildi,” dedi. “Klasik Çin doktorları bu tekniği zayıf düşmüş
olanları canlandırmak ya da eşsiz bir dikkat durumu yaratmak için uygularlardı.
Ama günümüzde bu gibi klasik bilgiler ölüyor.”
“Bu neden böyle, Clara?”
“Çünkü materyalizme verilen önem insanları ezoterik
arayışlardan uzaklaşmaya götürdü.”
İnsanoğlunun bedenini ve ruhunu iyileştirmek için muazzam
bir yeteneği var. Bazıları keşfedildi, bazıları unutuldu, bazıları ise hala
içimizde. Kullanılmayı bekliyor. Basın düğmeye.
Önder Güngör / Ankara / 11 Temmuz 2021
Bir kalp yalnız bir kalbi düşünürmüş.
Bazen de bir kelime,
Pelesenk olur dilime.
Bugün de bir düşünce pelesenk oldu beynime.
Sabahtan beri zihnimde dolaşıp duruyor.
Ne olduğunu söylemeyeceğim. Yazının başlığı ile alakası yok.
Başlığı klavyenin başına geçmeden önce dinlediğim “Üç Kalp” şarkısının sözlerinden
çaldım.
…..
Eymir Gölü / ODTU / Ankara 2018 |
Sabah biraz nefes çalışması yaptım. Yaptığım solunum tekniğinin adı, “Her iki burun
deliğinden sırayla, değişimli olarak solunum yapma.”
Bildiğiniz gibi sağlıklı bir kişide bu değişim, dönüşümlü
olarak siz farkında olmadan gerçekleşir. İki saatte bir dönüşümlü olarak farklı
burun deliklerinden nefes alıp verirsiniz. Eğer ideal bir sağlığa sahip
değilsek, bu süre kişiden kişiye değişir, hatta doğru bir şekilde çalışmaz. Bu
değişim sırasında sorun sağ burun deliğinizde ise, zihinsel ve sinirsel
rahatsızlığınız vardır. Eğer söz konusu değişimdeki sorun sol burun deliğinizde
ise, kronik yorgunluk ve beyinsel işlevlerin azalması söz konusudur. Bu konu
hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak istiyorsanız, “İyileştiren Nefes /
Luis S.R.Vas” ın kitabını okuyabilirsiniz.
Aslında bu ve benzeri kitapları okumayı çok sevmiyorum;
ciddi zihin karıştırıyorlar. Bazı teknikler fazla ritüele sahip gibi anlatılıyor,
bu da öz’ ü kaçırmanıza neden oluyor. Örneğin, üniversite yıllarımda birçok meditasyon
kitabı almıştım. Akla ziyan teknikler anlatılıyordu. Adam bir lotus oturuşunu
beş sayfada anlatıyordu. Hele meditasyon oturuşu sırasında dilini damağın neresine
değdirmen gerektiğini anlatmaya başladığında kitabı bırakmıştım. O sıralar okuduğum
bir kitapta bir yogi ile öğrencisi arasında geçen bir diyalog vardı. Öğrenci soruyordu.
“Ustam en iyi meditasyonu nasıl yapabilirim.” Utsa cevaplıyordu. “Meditasyon
yaparak”. Bu söz beynime kazınmıştı. “En iyi meditasyon yapmanın yöntemi,
meditasyon yapmaktı.” Ondan sonra bir daha bu konuda hiçbir kitap okumadım.
Fikrimi değiştirdim.
Aklıma pelesenk olan düşünceyi yazıyorum.
“Ben kimin hayatını yaşıyorum?”
Önder Güngör I 27 Haziran 2021 I Ankara
Küçükken…Yıl daha 1970’ li yıllardayken.. Evde siyah beyaz
televizyonlarınız varken. O da sadece mahallede sayılı insanların evindeyken.
Televizyonda seyrettiğiniz insanların gerçekten televizyonun içinde olduğuna
inandığınız oldu mu? Televizyon kapandığında bu insanlar buraya nasıl giriyor
diye televizyonun arka kapağına baktığınız oldu mu?
Benim olmuştu.
Şimdi çocukların elinde telefonlar, tabletler, duvarlarda
kocaman LCD’ler. Şu an itibarı ile söylüyorum, hiçbir çocuk elindeki telefonu
çevirip, acaba bu insanlar bunun içine nasıl giriyor diye zerre kadar
düşünmediğine kalıbımı basarım. Toplumsal zeka nasıl da gelişiyor değil mi? Ne
alakası var sen küçükken salakmışsın, ben hiç de öyle düşünmemiştim diyen
akranlarım varsa onlara saygılar.
Bir mağazanın TV reyonlarının olduğu yerde asılı onlarca LCD
TV’de farklı kanalları gördüğümde aklıma hep Einstein’ ın zaman ile ilgili teorisi
aklıma gelir. Einstein tüm zamanın aynı anda geçekleştiğini savunmuştur. Yani
1071 ile 2021 aynı anda yaşanıyor. Önemli olan odaklandığımız zamandır der. Einstein’
a göre bizim odağımız 2021 olduğu için bu zamanı hissediyoruz. Yani TV
reyonunda bulunan yüzlerce faklı TV’den hangi kanalı seçersek ona odaklanırız.
Hangisini seyredersek o dur.
Daha önce ondergungorblog.blogspot.com’ da yazdığım yazıdan
bir bölümü aşağıya aldım:
1954 yılında genç bir fizikçi olan Hugh Everett çoklu
dünyalardan bahseder. Dünyada yaşadığımız büyük tarihsel olayların farklı
sonuçlarının farklı evrenlerde yaşanmış olabileceğini ve buna benzer paralel
evren senaryolarını ilk kez gündeme getirir. Paralel evren hakkındaki tezleri
ilk okuduğumda bu adlandırmanın eksik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü paralel
evreni ya da paralel dünyaları arkadaşlarımla tartıştığımda şunları fark ettim.
İnsanlar paralel evrenin/dünyanın varlığına inanıyor ancak bu olayların sınırlı
sayıda ve farklı dünyalarda gerçekleştiği düşüncesine kapılıyorlardı. Yani farklı
bir evrende farklı hayatlar yaşanabileceğine inanıyorlardı. Ben ise paralel
evren/dünya yerine paralel hayatların olduğunu bunun farklı bir mekan ya
da faklı bir zamanda ve sınırlı sayıda olmadığını hayal etmelerini söylüyordum.
Ancak evrenin sınırsız olduğu ve sürekli büyümekte olduğu yönündeki bilimsel
görüşler, farklı dünyalar ya da farklı evrenlerde paralel/çoklu yaşamları daha
olası kılıyordu.
Bu yıl okuduğum bir yazı ise yüzümde tatlı bir gülümseme
oluşturdu. Makale şöyle diyordu:
“Hertog ve Hawking'in yeni makalesinde, uzayın farklı fizik
kanunlarının geçerli olduğu 'cep evrenleriyle dolu olduğu' teorisi yerine, bu
alternatif evrenlerin birbirinden çok da farklı olmayabileceğini ortaya
koyuldu.”
Yani alternatif evrenler, aynı zaman ve mekanda olabilir
diyordu makale.
Sınırsız depolama kapasitesine sahip bir bilgisayara ne
kadar film kaydederdiniz? Tabii ki sınırsız. Açıklamaya çalıştığım şey tam
anlamıyla şu. Dünyada 8 milyar insan olduğunu düşünün. Bu 8 milyar insanın
hayatı boyunca yaşadığı birçok olayın, farklı sonuçlarla ve farklı bir hayatta
yaşanmaya devam ettiğini ve bunun sayısının da milyarlarca olduğunu düşünün. 8
milyar insanın milyarlarca çoklu hayat yaşadığını düşünün. Bunun da sınırsız
sayıda olduğunu hayal edin. Unutmayın evren sınırsız bir depolama kapasitesine
sahip. Daha da ileri gidelim. Her bir dakikanızda milyarlarca farklı sonuçları
olan ayrı bir paralel evren yarattığınızı hayal edin. Bir saat içinde
yaşadığınız her dakika için milyarlarca çoklu/paralel hayat…Ve bingo. Bu
hayatların her birinde yarattığınız düşünceleri, duyguları…Aklınızın
sayamayacağı kadar düşünce…Bilginin büyüklüğüne, evrenin kudretine bak!
Önder Güngör / 13 Haziran 2021 / Ankara
Parrra parrra parraaa
Bugün 12 Haziran 2021
“Günaydın yaşamak!” diyerek yazıma başlıyorum.
Bir şarkı var eskilerden, melodisini çok severim.
“Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar
Kalbimde sevgin oldukça
Zenginlik mal mülk para neye yarar
Yanımda sen olmayınca”
Melodisini severim dedim ama sözlerini değil. Şarkının
içinde zenginlik var ama sen yoksun. Ben ikisini de isteyenlerdenim.
Maalesef bizim gibi ekonomik açıdan geri kalmış toplumlar,
yıllarca bu “azlık” felsefesiyle yetişti. Ya da bu bize bilinçli bir şekilde
öğretildi. Alın yazımız oldu.
“İki güzel şeyi yan yana getiremedik hiç!”
Parayla mutluluğun aynı anda olamayacağı, parayla huzurun bir
arada olamayacağı, çok paramız olunca sağlığımızı kaybedeceğimiz korkusu,
paranın hayır getirmeyeceği ve daha sayısız felsefi sözler beynimize kazındı.
Yeni oluşan nöronlarımız hep bu düşünceyi destekledi. Sonra da genlerimizle
aktarıldı.
Oysa Avrupa’ lı öyle mi. Kendisine hem zenginliği, hem
mutluluğu, hem sağlığı, hem huzuru hem de paranın getirdiği her türlü konforu
layık gördü.
Bize, iki tane güzel şeyin aynı anda olamayacağı kodlanmış.
Çok gülersek ağlayacağımıza, çok sevinirsek kötü bir haber alacağımıza inandırılmışız.
Yeşilçam filmlerinde de öyle değil miydi? Esas oğlan fakir
ama gururlu, aşık olduğu kız zengin ama şımarık, babası ise parasıyla caka
satan kötü adam.
Neyse. Bugün yazmak istediğim konu parayla ilgili ama
yukarıdaki anlattıklarımla ilgili değil.
Gençler soruyorlar. Abi, hangi mesleği seçelim? Hangi bölümü
yazalım diye? Onlara diyorum ki, hangisinde para çoksa onu yazın.
Abi sen böyle deme bari diyorlar?
Saatlerce onlara paranın ne kadar önemli olduğunu
anlatıyorum. Onlarsa ergenliğin verdiği hormonlarla, felsefi konulara
dalıyorlar. Aşktan, gönülden, samanlıktan bahsediyorlar. Ütopik bir dünyada
yaşıyorlar. Gençler. Heyecanları var.
Peki para günümüzde niye bu kadar önemli diye soruyorlar. Eskiden
de önemliydi ama günümüzde daha da önemli diyorum. ve başlıyorum anlatmaya. Çünkü arzularımız var. Sahip olmak
istediğimiz nesneler var. Eskiden bunların sayısı sınırlıydı. Daha çok
somuttular. Arzuladığımız şeylere az sayıda insan sahipti ve bunu onların da
kabul etmesiyle rahat bir şekilde alabiliyorduk. Alamasak da arzular şelale
değildi. 😊 Günümüzde ise arzulanan şeylerin sayısı somut
ve soyut olarak son derece fazla. Üstelik sadece birilerinin elinde değil. Her
yerde. Kafanızı çevirdiğiniz her şey arzu yaratabiliyor. Cep telefonunuzun
içindekiler, bilgisayarınızın ekranındakiler, sokaktakiler, vitrindekiler,
arkadaşınızdaki.
Onlar da haklı. İstedikleri mesleği yapmak, ideallerinin peşinde koşmak istiyorlar. Ama hayat tecrübelerim, bunları başaran insanların sayısının çok az olduğunu söylüyor. Niye paradan bahsediyorum onlara, çünkü daha yolun başındalar, daha tercih aşamasındalar, ilk adımlarını atacaklar. Ben de ilk sözü söylüyorum. Yani Ankara'ya gelmiş bir insan nereden ev alayım diye sorarsa bir fikir veririm, ama henüz hangi ilde yaşayacağına karar vermemişse bu insana daha farklı bir tavsiyede bulunabilirim. Bunun gibi. Onlar daha yolun en başındalar.
Napolyon’ a atfedilen bir hikaye var:
Napolyon'un esir olarak aldığı bir general “Siz para için
savaşıyorsunuz biz ise şerefimiz için savaşıyoruz!!” deyince Napolyon
"Doğru, herkes kendisinde olmayan şeyler için savaşır." demiş. Bunun
çok değişik versiyonları da var.
Ünlü bir şarkıcıyla röportaj yapan spiker;
“Efendim sizin için dünyada en önemli şey nedir? Para mı?
Dürüstlük mü?” diye sorunca:
Şarkıcı “Para” diye cevap veriyor.. Spiker “Sizden hiç
beklemediğim bir cevap, ben olsam dürüstlük derdim.” derdim. Bunun üzerine
şarkıcı, “Haklısın, herkes kendisinde olmayanı ister.” der.
Yıllardır hep şunu iddia ederim. Para insanlık tarihinde her
dönem önemli olmuştur. Bazı dönemler lüks bir hayat için bazı dönemler ise
sadece yaşayabilmek için. Antik kentlere bakın. Kazılarda çıkan evlerin
neredeyse tamamı zenginler için yapılan evler. Para hakkında söylenmiş ve sizi
paradan soğutmaya çalışan saçma sapan felsefik sözlere de inanmayın. Sizler
Aristo’ nun, Sokrates’ ın fakir olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya da imrenerek
okuduğunuz geçen yüzyılın varoluşçularının, felsefecilerinin yoksul mu olduğunu düşünüyorsunuz? Parası
olmayan insanların müzikle, sanatla uğraştığını mı sanıyorsunuz? Bir iki
istisna olabilir ama…diğerleri? Antik kentlerde bulunan kütüphanelere,
tapınaklara fakirlerin gittiğini mi sanıyorsunuz.
Kimseye para hayatınızın en önemli odağı olsun demiyorum ama
onu görmezden gelmeyin diyorum. Yoksa o sizi hiç görmez.
Çok paradan da bahsettiğim yok, sadece paradan bahsediyorum.
Para önemli değil, zenginlik önemli diyorsanız. O çoook
farklı bir tartışma. Şu andaki yazımın konusu değil. Onu da bir gün tartışırız.
Eğer mutlu olmaktan bahsediyorsanız. O da farklı bir şey. Aristo’ya göre
mutluluk bir amaçtır, hedeflenmesi gereken tek şeydir. Zaten buna hiç itirazım yok. Sadece şu andaki
konumun dışında. Para istemiyorum mutluluk istiyorum diyorsanız yolunuz açık olsun.
Ama yazımın ana konusu da bu zaten. Niye ikisini istemiyorsunuz? İkisinin bir
arada olamayacağını kim söylüyor?
Ama para konusunu konuştuğum gençler genlerindeki kodlara uygun davranıyorlar. Kurdukları güzel hayallerin yanına parayı yakıştıramıyorlar. Sanki para olursa hayallerindeki büyü bozulacakmış gibi davranıyorlar. Ancak birçoğu kurduğu hayalleri için paraya ihtiyaçları olduğunu kavrayamıyorlar. Bu onların suçu değil. Bize aktarılan genleri biz de onlara aktardık. Zenginliği, bolluğu hiç kendimize yakıştıramadık.
Belki de paraya ulaşma yolunu zahmetli buluyorlar.
Paranın sizi farklı bir insan yapacağına inanıyorsanız ona
da bir şey diyemem.
Sonuç:
Zenginliği, bolluğu hiç kendimize yakıştıramadık. Mutluluk,
zenginlik, aşk, arzulanan hayat…hepsini bir arada isteyin. Buna yakışırsınız.
Bu kadar laftan sonra Gözde Öney dinleyelim.
Gözde Öney - Gel Gönlümü Yerden Yere Vurma Güzel (Cover)
Bugün 31 Mayıs 2021
Sabah Netflix’ de Karışık Kaset filmini izledim. 2014 yapımı
film. Sarp Apak ve Özge Özpirinçci oynuyor. Genelde filmler hakkında çok yazı
yazmam. Bugün de film hakkında yazmak istemiyordum ama birkaç sahnesine kısaca değinmek
istiyorum. Filmin bir yerinde sevgililerce terk edilme ile ilgili bir konu geçiyor.
Özge Özpirinççi’ nin söylediği sevgilime, “İbne Fener” dedim kısmı hiç hoşuma
gitmedi. Gereksiz bir söz. Filme kasıtlı olarak yerleştirilmiş bir diyalog. Yarın
Fenerbahçeli bir yönetmen ya da senarist çektiği filme, geçenlerde arkadaşıma “İbne
Cimbom” ya da “İbne Beşiktaş” dedim diye bir diyalog yerleştirse iyi mi olur? Diyeceksiniz
ki çok gereksiz bir yere takılmışsın. Doğru. Ama inanın bir çok kişi takılmıştır
bu ayrıntıya. Olsa ne olur, olmasa ne olur diyorsanız size de bir şey diyemem. Filmin
sonlarında ise karışık flash disk sahnesi, espri bile olamayacak derecede kötü
olmuş. Ayrıca, Ulaş’ın ruhsal yapısı bilinçsizce işlenmiş. Her türlü kişilik
yapısına rağmen, bir şekilde sosyal hayatın içinde olan Ulaş, birden şizofren
bir kimlik sergiliyor ve evin içinde ölmüş babasıyla konuşuyor. Hem de bir sahnede
değil, birçok sahnede. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi yine normal hayatına
dönüyor. Birden şizofrenik kimlik kayboluyor. Neyse işte öyle bir film.
Film, adı gibi (Karışık Kaset) karışık olmuş.
Bir de gelelim şu karışık kaset olayına.
Küçüklüğüm İzmir-Tepeköy’ de geçti. Şimdilerde, Tepeköy diyen
yok. Torbalı daha çok kullanılan bir isim. Biz yerlileri halen daha Tepeköy
deriz. Atatürk Meydanı’ nda Plakçı Atik vardı. Ortaokul, lise zamanlarımızda, elimizde
şarkı listeleriyle onun dükkanına giderdik. Verdiğimiz listeler birkaç gün
içinde karışık kaset haline gelirdi. Evde kasetçalarda(teyp) dinlerdik. Benim
walkman’ im yoktu. Hiç de olmadı. Bazen
arkadaşlarımdan ödünç alırdım, ancak ona da pil alamazdım. Piller çabuk biterdi.
Hatta kaseti ileri sarmak için ya da geri almak için pil bitmesin diye
yuvasından çıkarır kalemle sarardım.
Üniversitedeyken rock müzik, heavy metal ve 1960’ ların
müziklerini dinlerdik. Henüz CD’ler çıkmamıştı. Windows 3.1 var mıydı
bilmiyorum. 1988-1992 yılları arasıydı. Zafer çarşısının alt katında plakçı
vardı. Oraya gider, istediğimiz şarkıların kasetlerini yaptırırdık. Hepsini
bulmak da mümkün olmazdı.
Peki o kasetler ne oldu? Evlenince eşim hepsini attı. Ben de
itiraz etmedim.
Her şey ne kadar hızlı gelişiyor. Kaset, CD, flash bellek,
telefon hafızası, MP3 derken hepsi tarih oldu. Youtube’ dan istediğimiz şarkıyı
dinliyoruz artık. Üstelik bulamama derdi yok. Her şey var. Eskiden dinleyip de
bir türlü ulaşamadığım şarkılar, şarkıcılar..
Bakalım 5 yıl sonra Youtube’ ın yerini ne alacak.?
Önder Güngör / Ankara -
31 Mayıs 2021
Karışık Kaset teaser
Bugün 08 Mayıs 2021 Cumartesi,
Nisan ayında başlayan tam kapanma
sürecinde bayılmak üzere olduğumuz günlerdeyiz. Gerçi dün işe gitmek zorunda
kaldım ve meşhur soruyu kendime sordum “Tek kapanan ben miyim?”
Maalesef sokaklar hiç kapanmamış
gibi. Olan esnafa oldu. Birçok dükkan kapalı ama dışarıda sürüyle insan var.
İnsan profiline baktığınızda dışarıdaki birçok kişinin de çalışmayan/işe
gitmeyen kişiler olduğu belli. (İşe
gidenler zaten işlerinde.) Belki onlar da haklı, evlerine ekmek alacaklar, süt
alacaklar, sebze alacaklar, meyve alacaklar… Herkes evlerde bunaldı. Sonuç;
insanlar dışarıda. Bu durumda kimi dinlerseniz haklı. Maalesef herkesin haklı
olduğu bir durumdayız.
Bugün itibarıyla ülkenin %12,7’
si aşılanmış durumda. Vaka sayıları 20 binlerde.
Pandemi sürecinde en çok özlediğim
şeylerden biri de mekanlar. Mekanların kapalı olması bu süreci zorlaştıran
etkenlerden biri. İnsan bir yerlere gidip oturmak, bir şeyler içmek, müzik dinlemek,
konsere gitmek istiyor.
Aylardır evdeyiz. O yüzden yazacak
çok fazla bir şey yok. Anten kablosunu onarıyorum. Çanağın yönünü çeviriyorum.
Prizleri tamir ediyorum. Balkonları yıkıyorum. Yerlerdeki boya lekelerini
çıkarıyorum.
Okuduğum kitapları tekrar
okuyorum.
Başarının 7 Spiritüel Yasası/Dr.Deepak
Chopra
“Başarının birçok yönü vardır; maddi zenginlik bunun sadece bir parçasıdır. Bunun öncesinde başarı bir varış noktası değil, yolculuktur. Kelimenin tam anlamıyla maddi bolluk, bu yolculuğu en keyifli hale getiren unsurlardan biridir, fakat başarı aynı zamanda sağlıklı ve enerjik bir bedene sahip olmayı, hayattan zevk almayı, ilişkileri dolu dolu yaşamayı, yaratıcı özgürlüğü, duygusal ve ruhsal dengeyi, iyi ve huzurlu olmayı da kapsar.”
Yazımızın başlığı ile bitirelim.
Cevapsız Sorular / Manga