Tarih: Eylül 04, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Güzel sevmeyene adam denir mi? (*)

 



Barış Manço' nun en bilinen şarkılarından biridir "Sarı çizmeli Mehmet Ağa". Şarkı "Yaz dostum güzel sevmeyene adam denir mi" diye başlar. Ama dikkatinizi çekerim "güzeli sevmeyene" değil "güzel sevmeyene."
Yani adam dediğin güzel sevendir, güzel konuşandır, güzel davranandır. Güzel insandır. Adamlığın tanımı güzelliktir.

Yaz dostum....



Tamamını oku
Tarih: Ağustos 21, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Kazdağları' nın yeni tanrısı Deremitos

Bu yazımı size Akçay Güre’ deki yazlıktan yazıyorum.

Hatta yazımı yazdığım mekanın bir görselini de aşağıya koyuyorum. Saat sabah 07.53.



Yöre halkının meşhur bir sözü vardır.

“Ağustos’ un yarısı yaz, yarısı kıştır.” diye. Ben de bu söze inanmaz hep dalga geçerdim.  ”Hangi yarısı? ilk yarısı mı son yarısı mı diye?” Gerçekten de öyleymiş. Bu yıl tüm Ağustos’u burada geçirmeye karar verdik. 21 Ağustostayız ve bu hafta akşamları kış gibi geçti.

Eğer deniz kenarında bir yerde uzun süre kaldıysanız ve “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından “Hadi girelim” diyorsanız hava gerçekten deniz havasıdır. “Hadi denize girelim” cümlesinin ardından, “Sen gir ben sonra gireceğim” diyorsanız havalar soğumaya başlamıştır.

Buraların rüzgarı da meşhurdur. Her mevsim olur. Hatta yazlığın bulunduğu sahilin ucunda küçük bir burun vardır. Burnun diğer tarafı Edikoop tatil sitesidir. İki sahilde birbirlerine çok yakın, yürüme mesafesindedir. Yöre insanının meşhur bir sözü vardır. Bu sahilde rüzgar varsa Edikoop’ ta rüzgar yoktur. Edikoop’ ta rüzgar varsa burada rüzgar yoktur. Hangi plajda denize gireceğinize rüzgara göre karar verirsiniz.

Güre’ de meşhur İda Dağı’ nın (Kaz Dağları) hemen eteğindeyken, burayla ilgili bir hikaye yazmadan duramazdım. Tabii ki de yazdım. İşte aşağıda.

Yıllar yıllar önce, Zeus Kaz Dağları’ nda bir ağacın altında öğle saatlerinde uyuyormuş. Yarı tanrı yarı insan bir adam Zeus’ u uyandırmaya cüret etmiş. Zeus bu işe çok sinirlenmiş. “Ne diyorsun be adam.” diye haykırmış. Adam sakin bir sesle tekrarlamış.” “Tanrıların tanrısı Zeus, İda Dağı’ na yeni bir tanrı gelmiş. Herkes onu görmeye gidiyormuş. Sen de duy istedim.” demiş. “Yeni tanrı da kimmiş be adam.” diye uykulu uykulu haykırmış Zeus. Adam “Bilmiyorum, ama söylenene göre bundan sonra buranın tek tanrısı o olacakmış.” Zeus hışımla yerden kalkmış. Göğe doğru haykırarak kollarını kaldırmış. Kolları aniden kocaman kanatlara dönüşmüş. Hızlı hızlı kanatlarını çırpmış. Gözünü açtığında bugün Mersin olarak bilinen Zephyrion sahillerinde uçuyormuş. Hızla geri, adamın olduğu Kaz Dağları’ na geri dönmüş. “Nerede bu yeni tanrı denen adam, göster bana demiş.” Adam, “İda’ nın zirvesinde herkesi oraya çağırmış.” demiş. Zeus bir kanat çırpışıyla İda’ nın tepesine ulaşmış. Diğer bütün tanrılar, yarı tanrılar ve köylüler orada toplanmış. Tam o sırada gökte şimşekler çakmış, ışıklar parlamış. Bir ışık topuna sarılı halde yeni tanrı yeryüzüne inmiş. Zeus’ un beklediğinin aksine yeni tanrı erkek değil güzeller güzeli, zarif bir kadınmış. Zeus şaşkınlığını gizleyerek, yeni tanrıya, “Sen de kimsin? Benim dağımda ne arıyorsun?  Ben burada gördüğün her tanrının tanrısıyım.” demiş.

Kadın sakin ve zarif bir sesle, “Ben Deremitos. Birlik tanrısıyım.” demiş.

Zeus “Geldiğin yere geri dön. Burada istenmiyorsun.” demiş.

Deremitos, “Artık BİR olmanın zamanı geldi Zeus.” demiş.

Zeus, öyle bir öfkelenmiş ki tüm gücünü Deremitos üzerinde kullanmaya ve onu yok etmeye çalışmış. Ama hiçbir gücü ona kadar ulaşamamış. Karşısındaki tanrı gerçekten çok güçlü bir tanrıymış. Onunla baş edemeyeceğini anlayan Zues hızla kanatlarını çırpıp dağdan aşağıya inmiş. Yere yakın o kadar hızlı uçmuş ki yer gök sallanmış ve Assos’ tan Karadeniz’e kadar toprak yarılmış. Bugünkü Çanakkale ve İstanbul boğazları oluşmuş. Deremitos’ un yanına gelen Zeus “Bu deniz sınır olsun. Karşı tarafa git. Orada hüküm sür.” demiş. Ancak Deremitos sakin bir sesle “Olmaz Zeus. Artık BİR’ lik zamanı.” demiş. Ancak Zues yeni tanrıya “Eğer gitmezse bütün İda Dağı’ nı ve buralarda yaşayan herkesi yok edeceği tehditini savurmuş.” Zeus’ un bu hırçınlığı karşısında Deremitos, “Peki istediğin gibi olsun. Ama yeniden geleceğim. O zamana kadar yine buralarda olacağım” demiş ve kollarını havaya kaldırınca kocaman bir buluta dönüşmüş. Bütün körfezi ve dağı kaplamış. Günlerce yağmur yağmış, rüzgar esmiş. Dereler, göller dolmuş. Güneş yeniden çıkarken İda Dağı’ ndan son kez Deremitos’ un sesi duyulmuş. “Bu dağların her damla suyunda, her bir tohumunda, her bir çiçeğinde, her bir rüzgarında beni hatırlayın. Her rüzgarın fısıltısında beni duyun.” demiş.

Zeus yıllarca boğazlarla ikiye ayırdığı Trakya ve Anadolu’ yu yeniden birleştirmeye çalışmış, ancak deniz bir daha buna izin vermemiş. Deremitos’ un sesi her yağmur yağışında ve rüzgar esişinde hafiften İda Dağları’ nda halen daha duyuluyorumuş. Yıllar sonra Deremitos, Edremit’e adını vermiş.

Ne uydurdum ama.

Merak etmeyin insanlar uyduruk hikayeleri daha çok seviyorlar. Geçen yıllarda yine böyle bir hikaye uydurmuştum. Akşam rakı içiyor, şarkı dinliyordum. Sözlerinden etkilendiğim bir şarkıya uyduruk bir hikaye yazdım. Blogumdan kopyalayıp aldılar. Facebook’ ta Whatsapp’ ta paylşatılar. Sonra herkes, hikayenin gerçek olduğuna inandı.

Yakında bu uyduruk hikayemi de Yunan Mitolojisi kitaplarında görebilirsiniz.

Önder Güngör / 21 Ağustos 2021 / Güre Akçay

 

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 02, 2021 Yazar: Yorum: 4 yorum

Rüya Satan Adam (Rüya Taciri)

 


Geçenlerde Netflix’ de Rüya Satan Adam (O Vendedor de Sonhos) diye bir film izledim. Alt yazı çevirmeni “Rüya Taciri” diye çevirmiş. Senaryosu basit, çoğu kez izlediğimiz senaryo türü daha sıradan bir  şekilde ele alınmış. Filmin gelişen olayları arasındaki bağlantı oldukça zayıf. Bu filmin konusu bakımından bir benzeri bizde de var. Mandıra Filozofu. Bence Mandıra Filozofu bir tık yukarıda.

Gelelim Rüya Satan Adam’ a.  Çok beğenmesem de filmin bir bölümünden kısa bir alıntı yapmak istiyorum. Ünlü psikolog, yaşadığı sıkıntılarla baş edemeyince intihara kalkışır ve bir iş merkezinin 12. katından atlamaya karar verir. Filmin ileriki bölümlerinde Rüya Taciri olduğunu öğrendiğimiz bir evsiz, polisin ikna edemediği adamın yanına giderek konuşmaya başlarlar. Aralarında bir takım konuşmalar geçer. Rüya Taciri, psikoloğa hayatı için bir virgül verebileceğini söyler. Ünlü psikolog ikna olur ve intihar etmekten vazgeçer. Daha sonra da evsiz adamla birlikte sokaklarda yaşamaya başlar. Evsiz adam bir çok kişi tarafından dinlenir, Guru ilan edilir.

Psikolog, oğlu ile ömrü boyunca doğru bir ilişki kuramamış, onu her alanda mükemmel olmaya zorlamıştır. Bu da oğlunun babadan nefret etmesine ve onunla iletişimi kesmesine neden olmuştur.

Filmin sonuna doğru psikoloğun oğlu daha fazla bu bunalıma dayanamaz ve intihar etmek için iş merkezinin üst karlarına çıkar ve pencere kenarında atlamak üzereyken, bu sefer ikna etmek için babası yanına gelir. Pencere kenarında otururlar. Baba oğlunu ikna etmekte zorlanır ve eğer atlamaya karar verirse ondan önce atlayacağını söyler. Ancak oğlunu intihardan vazgeçiremez. Konuşmalar devam eder ve baba, kendisi intihar etmek üzereyken Rüya Taciri’ nden bir virgül satın adlığını ve şimdi o virgülü oğluna satmak istediğini söyler. Oğlan virgülü alır.

Hepimizin hayatımızın her alanında kullanmak için bir virgüle ihtiyacı vardır.

 

Önder Güngör / 02 Ağustos 2021 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 01, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Yaşanmamış yaşamlar




Erich Fromm der ki: ““Bütün kötülüklerin ve savaşların temelinde, yaşanmamış yaşamlar vardır.”

Yaşım ilerledikçe hayatımdan geriye sortiler yapıyorum. Yaşamak isteyip de yaşamadığım ne var diye. Bir sürü şey aklıma geliyor. Ne çok yapmak istediğim şey varmış? Aşağıda bir iki örnek verdim.

Yaşım 50. Çok mu geç acaba? Yoksa bir sonraki enkarnasyonda mı? Yoksa tam zamanı mı?

Zengin olmak istiyordum. Harland Sanders, KFC’ yi kurup başarıya ulaştığında 62 yaşındaydı. Momofuku Ando 48 yaşında başarıya ulaştı. Sam Walton, Wall-Mart’ ı kurduğunda 44 yaşındaydı. Birçok ünlü zengin 40’ ından 50’ sinden sonra zengin olmuş.

Yazar olmak istiyordum. Tolkien ilk Hobbit kitabının yayımladığında 45 yaşındaydı. Raymond Chandler’ ın ilk romanı “Büyük Uyku” 51 yaşındayken yayımlandı. Stan Lee; Spider Man, Daredevil, Captain America, The X-Man, The Fantastic Four, Iron Man, Thor çizgi romanlarına hayat veren adam. Ünlenmeye giden ilk çizgi romanlarını 40’ lı yaşlarından sonra çizdi. İlk romanından sonra, 58'ine dek yeni bir roman yazmayan Jose Saramago 58’inden sonra romanlarını yazdı. Frank McCourt 66 yaşında yayımladığı Angela'nın Külleri ile Pulitzer Ödülünü kazandı.

Dünyayı adam akıllı keşfetmek isterdim. Bunu yazınca eski bir gazete haberi aklıma geldi. Lena Teyze. 89 yaşında dünyayı dolaşıyormuş. Kristof Kolomb, Amerika’ ya ilk ayak bastığında 42 yaşındaydı.

Bir de şöhreti geç yakalayanlar var. Andrea Bocelli, 40’ ından sonra ünlendi. Morgan Freeman, Oscar’ı 57 yaşında aldığında şöhret basamağının tepesine yeni yeni ulaşmıştı. Mark Twain, onu dünyaya tanıtan eseri “Tom Sawyer’ın Maceraları”nı yayımladığında 41 yaşında, Amerikan edebiyatının ilk büyük eseri kabul edilen “Huckleberry Finn’in Maceraları”nı yayınladığında ise 50 yaşındaydı. Samuel L. Jackson ünlü olduğunda 43 yaşındaydı.

Peki yaşlılık ne o zaman? Kim yaşlı, neye göre yaşlı?

UNESCO ‘ ya göre yaşlılık tanımı şöyle: "Bir insan konfor alanının dışına çıkamıyorsa yaşlıdır". Diğer ifadeyle, yeni şeyler öğrenmiyorsa, artık şaşırmıyorsa ve çoğu şeyi bildiğini düşünüyorsa yaşlıdır.

Geçenlerde bir kitapta okudum. Hayal kurarak geçmişinizi değiştirebilirsiniz diyordu. Çünkü beyin zihninde yaratılan görüntünün geçmişte mi olduğu yoksa şimdi olduğu hakkında tam bir ayırt etme kapasitesine sahip değilmiş. Yani hayal ederek beyniniz dolayısıyla kendiniz kandırıp, yerine yeni anılar koyabilirsiniz?

Önder Güngör / 01 Ağustos 2021 / Ankara

 

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 31, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Bu dansı bana lütuf eder misiniz?

 


Bu dansı bana lütuf eder misiniz?

Youtube’ dan Erol Evgin’ in 50.sanat yılı konserini dinliyorum.

Erol Evgin şarkı aralarında mini şovlar yapıyor. Birinde, biz eskiden kadınları “Bu dansı bana lütuf eder misiniz?” diye dansa kaldırırdık diyor.

Evet öyle yapardık. Şimdilerde bu davet cümlesini kullanan var mıdır? Bilemiyorum. Aslında gençlerin dans ettiğini de sanmıyorum. O duygusallıklar geçti artık.

Şu ömrümüzde neler gördük. Eskiden aşk için şiirler yazılırdı. Akrostiş yapardık aşıklarımıza. Platonik takılmak ayrı bir eğlenceydi. Evinin  önünden geçer, utangaç şekilde gizlice arkasından yürürdük. Okul sırasında onun yakınına oturmak için boyumuzu parmak uçlarımızla uzatır, ya da iki büklüm olup, kısaltmaya çalışırdık. Ya papatyalardan.....Whatsapp kullanmazdık. Tabii ki yoktu da ondan. Ama olsaydı da, “naber, orda mısın la, uyudun mu la?” gibi mesajlar atmazdık herhalde.

Erol Evgin hep eskilerden bahsediyor. “Siyah beyaz televizyonları hatırlar mısınız?” diye soruyor. Solandaki seyircilerin yarısından fazlası 50 yaş üstünde, en azından 45 yaş üstünde görülüyor. Tabii ki hatırlarlar.

Bizler siyah beyaz televizyonlardan, 37 ekran renkli televizyonlara, oradan da kocaman inçli LCD’ lere uzanan bir nesiliz.

Ben küçüklüğümde lambalı radyoları hatırlıyorum. Okul tatillerinde radyo televizyon tamircisinin yanında çalışırdım. Radyolar arızalandığında raflardan ona uygun lamba arardım. Transistörlü radyolar için dirençler, televizyonlar için entegreler yedek parçalardandı. En çok onlar arızalanır, hep onları değiştirirdik.

Size nasıl kaset doldurttuğumu şu yazımda anlatmıştım. Karışık Kaset.

Aşağıda fotoğrafını gördüğünüz telefon bizim ilk telefonlarımızdandı. Telefonlara yazılır yıllarca evlerinize bağlanmasını beklerdiniz.



Geleceğin nasıl olacağını hayal etmek bilim adamlarının işi. Geçmişin nasıl olduğunu hatırlamak ise biz sıradan insanların işi.

Eskileri anmak, geçmişi hatırlamak çoğu insana daha eğlenceli, daha iyi gelir. Çünkü geçmişte bıraktığı insanlar, evler, hatta eşyalar vardır. Hep güzel anılar akla gelir. Akla gelen kötü anılar ise zaten bu zamana kadar baş edebildiğimiz, yendiğimiz ve hafızamızın bir kenarına koyduğumuz anılardır.




Önder Güngör / 31 Temmuz 2021 / Ankara

 

 

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 15, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Titriyor ellerim.

 


Milas’ ın küçük bir köyündeydik. 8 ya da 9 yaşındaydım henüz.

Büyükler kendi aralarında konuşurlarken duydum. Bu akşam Giritli Hatçe’ nin evine gideceklerdi. Annem, Melahat Teyze, Perihan Teyze, Hatice Teyze kendi aralarında konuşuyorlardı. Giritli Hatçe Melahat Teyze’ nin kocası için büyü yapacaktı. Evinde fazla kalsın dışarılara gitmesin diyeymiş. O zamanlar bunun ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyordum. Meğerse adam başka kadınlara gidiyor, evine gece geç vakitte geliyor, parayı pulu etrafta yiyormuş.

Mahalledeki çocuklara haber verdim. Hepimiz gece boyunca Giritli Hatçe’ nin evinin önünde oynadık. Ta ki bizimkiler gözükene kadar. Oyundan sıkılmış gibi, Giritli Hatçe’ nin avlusuna daldık. Tabii ki bizi kovaladılar. Siz dışarda oynayın dediler. Bir şekilde olan biteni duvarın üstüne tırmanıp izlemeyi başardık.

Giritli Hatçe önce, Melahat Teyze’nin bir tülbente sarıp getirdiği eşyaları yere serilmiş beyaz bir çarşafın üstüne koydu. Uzaktan gördüğümüz kadarıyla birkaç tane saç, bir tane tıraş fırçası, bir gömlek ve bir çift ayakkabıydı. Bunlar Melahat Teyze’ nin kocasına aitti. Giritli Hatçe, saçları elinde tutup, dualar okuyup, Melahat Teyze’ ye bakarak bu saça bir daha senden başka hiç kimse dokunmasın diyerek, elindeki kibritle yaktı. Yüzüne senin elin ve bu fırça dışında kimsenin eli değmesin diyerek fırçayı tenceredeki suyun içine attı. Gömleği yere serdi ve Melahat Teyze’ nin ellerini gömleğin üzerine koyup, dualar okuduktan sonra, kocan hep elinin altında olsun dedi. En son olarak ayakkabıları birbirine bağladı ve onları da Melahat Teyze’ nin ayakkabılarına doladı, dualar okudu ve kocan ayaklarının dibinden ayrılmasın dedi.

Hepimiz şaşkınlıkla olup bitenleri izledik. Çocukluk ya her şeyi taklit etme alışkanlığımız vardı. Ertesi gün mahallenin çocukları bir araya geldik. Biz de büyü yapacaktık. Bizden iri yarı hiç sevmediğimiz bir çocuk vardı. Bazen bize çok kaba davranıyor, zorbalık yapıyordu. Aramızdan bazılarını da dövmüştü. Büyüyü ona yapacaktık. Ama bize saç, tıraş fırçası, gömlek ve ayakkabı lazımdı. Bunları bulmamız imkansızdı. Zaten Ünsal da çocuktu. Tıraş fırçası niye olsundu ki. Gömlek de giymezdi. Saçını nasıl alacaktık ki. En sonunda evinin önündeki ayakkabılarını çalmaya karar verdik. O iş benimdi. Kimseye gözükmeden Ünsal’ ın ayakkabılarını çaldım. Yere bir tane çuval parçası koyduk. Ayakkabıları üzerine bıraktık. Tam olarak nasıl bir büyü yapacağımızı bilmiyorduk. Birden aklıma bir fikir geldi. Biz onu eve bağlamaya çalışmıyorduk ki, bizim oyun alanımızdan uzak tutmak istiyorduk. O yüzden ayakkabılarını alıp, uzaklara fırlatmaya başladık. Yüksek sesle anlamsız sözler söyleyip ayakkabılarını uzağa fırlatıyor, bir daha buraya gelme Ünsal diye bağırıyorduk. Bunu her birimiz birkaç kez tekrarladık. Sonra da gülüşerek evlerinin önüne gidip, ayakkabılarını evinin kapısına fırlattık. Hep burada kal dedik.

Öğleden sonra Ünsal oyun alanımıza geldi. Etraftakileri itekleyip oynadıkları topu alarak oyunlarını bozdu. Sonra da topu atıp, siz maç yapın ben hakem olacağım dedi. Ağaçtan sizleri izleyeceğim diyerek tırmanmaya çalıştı. Ancak yüksekte ince bir dalı tutunca dal kırıldı ve yüksekten yere düştü. Hepimiz onun sert bir şekilde yere düşüşünü görünce kaçıştık. Çocukluk bu işte. Hiçbirimiz ona yardım etmedik. Gürültüleri doyan büyükler gelerek onu hastaneye götürdüler. Beli ve ayağı kırılmış. Aylarca evde alçılı bir şekilde yattı. Daha sonra da taşındılar gittiler. En son onun ağaçtan yere düşüşünü görmüştüm. Daha sonra hiç görmedim.

Bir daha da kimsenin ayakkabılarına elimi sürmedim.

 

Önder Güngör/ 15 Temmuz 2021 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 11, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Duygusal Özgürlük Teknikleri

 Duygusal Özgürlük Teknikleri



Bob Doyle’ un Power kitabından bir bölümü aktarmak istiyorum. Duygusal Özgürlük Teknikleri başlıklı bu bölümde yazar, yüz bölgesindeki belirli noktalara yapılan küçük dokunuşlarla ruhsal durumunuzu dengeleyebileceğinizi savunmaktadır. Aslında bu tekniğin sahibi değildir. Uygulayıcısıdır. Hemen alıntıya başlayayım.



“Kullandığım ve tavsiye ettiğim en etkili teknikler arasında Gary Craig tarafından yaratılmış olan Duygusal Özgürlük Teknikleri yer almaktadır.

Bu tekniğin meridyen vuruşu olarak sınıflandırılabilecek pek çok şekli olmasına rağmen, EFT (Duygusal Özgürlük Teknikleri) fiili olarak kendi üzerimde büyük bir başarıyla uyguladığım ilk yollardan biridir.

Bu teknik hakkında bilgi edindikçe, tıpkı benim gibi siz de kendinizi kuşkucu hissederken bulabilirsiniz. Sonuç olarak, bu süreç özü itibariyle kendi kendinize konuşurken, vücudunuzun çeşitli bölgelerine hafifçe vurmanızı içeriyor. Bu teknik hakkında bilgi edindikten sonra yaklaşık bir yıl boyunca bunu kendi üzerimde ben bile denemedim, çünkü bunun nasıl işleyeceğini aklım almamıştı.

En sonunda bir iş arkadaşım, kendimi bir daha mutsuz hissettiğimde bu tekniğe bir şans verme konusunda beni ikna etti. Bu süreci gerecekten uyguladığımda birdenbire, Çekim Yasası öğretimimi EFT ile entegre etmenin öğrencilerimin elde ettiği sonuçları çarpıcı bir biçimde nasıl etkileyebileceğini anladım.

O zamandan beri, hepsinin etkili olduğu, kendine has tekniklere sahip pek çok EFT uygulayıcısı ile temasa geçtim.

Kendimi bir uygulayıcı olmaktan çok bir EFT hayranı olarak gördüğümden, sürecin tam anlamıyla açıklanmasını ve uygulanmasını, dahası bu uygulamanın gerçek uzmanına bırakmanın en uygun olduğunu düşündüm. Bu inanılmaz derecede güçlü sürecin, tarihçesini ve uyglanmasını size anlatması için arkadaşım Carol Look’ u seçtim.”

LCSW, DCH, EFT Uzmanı Carol Look’ un katkılarıyla Duygusal Özgürlük Teknikleri

EFT, bedenimizde sahip olduğumuz enerji meridyenleri üzerindeki geleneksel Çin akapunktur noktalarını dürtmek için, iğne yerine nazik vuruş tekniği kullanılan, psikolojik parmakla akapunktur tedavi şeklidir. Bu kişisel gelişim tekniği, elektrik akımları içerisindeki enerjiyi bloke eden, duygusal ve fiziksel semptomlarla sonuçlanan akapunktur teorisinden “alıntı yapmaktadır.” Vuruş, akapunktur iğnelerinin vücuda sokulmasının vücuttaki dengesizlikleri temizlemesi gibi, bu enerji tıkanmalarını da ortadan kaldırabilir.”

Resim

EFT yönteminde genel olarak tedavi, yukarda belirtilen akapunktur noktalarına;

·         Odaklanma

·         Sözelleştirme

·         Meridyen noktalarına hafifçe vuruşu

kapsamaktadır.

Kitaptan alıntıya devam ediyorum:

“EFT’ nin bu bileşenlerini -odaklanma, sözelleştirme ve vuruş- kaynaştırmak, enerji sistemini dengeliyormuş, duygusal stres ve fiziksel acıyı dindiriyormuş gibi görünür. Enerji sistemi dengesini yeniden canlandırmak, bedenin ve zihnin doğal iyileştirme yeteneklerine devam etmesine olanak sağlar. EFT güvenlidir, uygulanması kolaydır ve invaziv değildir. EFT aşağıdaki problemlerde başarıyla kullanılmıştır:

·         Şiddetli stres tepkileri

·         Uykusuzluk

·         Performans korkusu

·         Alerjiler

·         Kısıtlayıcı inançlar/Başarı ve servet yolundaki engeller

·         PTSD(Travma sonrası stres bozukluğu)

·         Çocukluk travması

·         Acı dindirme

·         Hafif ve şiddetli korkular(Fobiler)

·         Yemek, şeker, sigara ve diğer kimyasallar

·         Ve daha pek çoku….”

…..

“Esas itibarıyle EFT’ nin etkili olabilmesi için yapmanız gerekenler:

1.       Açık bir hedef belirleyin.

2.       EFT vuruş tedavisini hedef yönlendirin.

3.       Problemin ek açılarına göre vuruşlara devam edin.”

EFT ile ilgili olarak Bob Doyle’ un kitabından yapacağım alıntılar bu kadar. Devamını kitaptan okuyabilirsiniz.

Aşağıdaki video da Gary Craig' in Duygusal Özgürleşme Tekniği (EFT) ile ilgili tanıtımını izleyebilirsiniz.

Şimdi size bir çocukluk anımdan bahsetmek istiyorum. Ama çocukluk anım ona göre 😊

Küçükken vücudumda bir düğme arardım. Alemin zorla yapmamı istediği ya da zorla gitmek istediğim bir yerde aşırı derecede canım sıkıldığında, o düğmeye basıp sıkıntımı geçirebileceğimi düşünürdüm. Ya da hastalandığımda o düğmeye basıp her şeyi geride bırakacağıma inanırdım.  Vücudumdaki ağrının kaybolacağına, çürüyen ve ağrıyan dişimin aniden iyileşeceğine inanırdım.

Hatta bazen elimi bacağımın üzerinde gezdirir, o düğmeye dokunduğumu hayal ederim.

Keşke öyle bir düğmemiz olsaydı.

Daha önceki yazılarımda Taisha Abelar’ ın Büyü Geçişleri kitabından bahsetmiştim. Kaç kez okudum bilmiyorum.



İşte bu kitap sayesinde vücudumdaki düğmeyi bulmuştum.

Düğme basılacak bir nokta değil yapılacak bir hareketti.

“Clara güldü ve bir yudum su içti. "Değişmek için üç şartı yerine getirmemiz gerekir," dedi. "Önce, kararımızı yüksek sesle söyleriz ki istenç bizi duysun, ikincisi, farkındalığımızı uzun bir süre kullanmalıyız: Bir şeye başlayıp sonra onu cesaretimiz kırılır kırılmaz bırakamayız. Üçüncüsü, edimlerimizin sonuçlarını ondan tam bir bağımsızlıkla izlemeliyiz. Bu başarmak ya da başarısız olma düşünceleriyle uğraşamayız demektir.

Clara beni "Bu üç adımı izleyerek içindeki herhangi bir istenmeyen hissi ya da isteği değiştirebilirsin," diye temin etti.

Kuşkuyla "Bilmiyorum, Clara," dedim. "Senin söylediğin biçimiyle öyle basit görünüyor ki."

Ona inanmayı istemiyor değildim, yalnızca her zaman pratik bir insan olmuştum; ve pratik bir bakış açısından, davranışlarımı değiştirme görevi onun üç aşamalı programına rağmen tereddüt vericiydi.

Yemeğimizi tam bir sessizlik içinde bitirdik. Mutfaktaki tek ses bir kireçtaşı filtreden geçen suyun sürekli olarak damlamasıydı.

Bu bana özetlemenin yol açtığı yavaş yavaş temizlenme işleminin somut bir görüntüsünü anımsatıyordu. Birdenbire içimden bir iyimserlik taştı. Belki de aynı filtreden geçen su gibi damla damla, düşünce düşünce, kendini değiştirmek, arınmak olasıydı.

Üstümüzde, parlak ışıklar beyaz masa örtüsünün üstüne korkutucu gölgeler düşürüyordu. Clara yemek yeme çubuklarını bıraktı ve parmaklarını sanki masa örtüsünün üstünde gölgeden resimler yapıyormuş gibi bükmeye başladı. Onun her an bir tavşan ya da kaplumbağa yapmasını bekliyordum.

Sessizliği bozarak, "Ne yapıyorsun?" diye sordum.

"Bu bir iletişim biçimidir," diye açıkladı, "ama insanlarla değil, istenç dediğimiz güçle."

Clara serçe parmaklarını ve işaret parmaklarını uzattı, sonra başparmağını kalan iki parmağının ucuna değdirerek bir çember yaptı. Bana bunun o gücün dikkatini çekmek ve onu parmak uçlarında biten ya da başlayan enerji hatları yoluyla bedene girmesini sağlamak için yapılan bir işaret olduğunu söyledi.

Bana hareketi yeniden göstererek "Eğer onları bir anten gibi uzatırsan enerji işaret parmağı ve serçe parmağı yoluyla gelir," diye açıkladı. "Sonra enerji diğer üç parmakla yapılan çember tarafından hapsedilir ve içeride tutulur."

Bunun özel bir el pozisyonu olduğunu, bununla bedenimize onu sağaltmak ya da güçlendirmek ya da hislerimizi ve alışkanlıklarımızı değiştirmek için yeteri kadar enerjiyi çekebileceğimizi söyledi.”

Kitabın yazarı Taisha Abelar, don Juan Matus’un yönlendirmeleriyle, Meksika’daki bazı büyücüler tarafından eğitilen üç kadından birisidir. Eğer Carlos Castaneda okuduysanız Don Juan hakkında bilginiz vardır diye düşünüyorum.

Kitaptan bir alıntı daha bırakıyorum aşağıya:

"Daha fazla bilgi almayı çok istiyordum, ama onunla konuşma başlatana kadar, o bir sonraki yokuşun yarısına varmıştı bile. Ayaklarımı sürüyerek onu sonunda bir akarsuyun kenarında oturana kadar beş yüz metre daha izledim. Orada, ağaçların yaprakları o kadar sıktı ki artık göğü göremiyordum. Botlarımı çıkardım. Topuğumda bir yer su toplamıştı.

Clara yerden sert uçlu bir sopa aldı ve onunla ayağıma, başparmağımla ikinci parmağımın arasına, vurdu. Hafif elektrik akımı gibi bir şey baldırlarımdan yukarı bacaklarımın iç tarafına doğru tırmandı. Sonra beni dört ayak üstünde durdurdu ve, her seferinde bir ayağımı alarak, ayak tabanlarımı yukarı doğru çevirdi ve ayak başparmağımın altındaki çıkıntının tam altındaki noktaya vurdu. Ben acıyla bağırdım.

Hasta kişileri tedavi etmeye alışmış birisinin ses tonuyla “Bu o kadar kötü değildi,” dedi. “Klasik Çin doktorları bu tekniği zayıf düşmüş olanları canlandırmak ya da eşsiz bir dikkat durumu yaratmak için uygularlardı. Ama günümüzde bu gibi klasik bilgiler ölüyor.”

“Bu neden böyle, Clara?”

“Çünkü materyalizme verilen önem insanları ezoterik arayışlardan uzaklaşmaya götürdü.”

 

İnsanoğlunun bedenini ve ruhunu iyileştirmek için muazzam bir yeteneği var. Bazıları keşfedildi, bazıları unutuldu, bazıları ise hala içimizde. Kullanılmayı bekliyor. Basın düğmeye.


Önder Güngör / Ankara / 11 Temmuz 2021

 

 

 

Tamamını oku
Tarih: Haziran 27, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Bir kalp yalnız bir kalbi düşünürmüş.

 Bir kalp yalnız bir kalbi düşünürmüş.

 Bazen bir şarkı,

Bazen de bir kelime,

Pelesenk olur dilime.

Bugün de bir düşünce pelesenk oldu beynime.

Sabahtan beri zihnimde dolaşıp duruyor.

Ne olduğunu söylemeyeceğim. Yazının başlığı ile alakası yok. Başlığı klavyenin başına geçmeden önce dinlediğim “Üç Kalp” şarkısının sözlerinden çaldım.

…..


Eymir Gölü / ODTU / Ankara 2018


Sabah biraz nefes çalışması yaptım.  Yaptığım solunum tekniğinin adı, “Her iki burun deliğinden sırayla, değişimli olarak solunum yapma.”

Bildiğiniz gibi sağlıklı bir kişide bu değişim, dönüşümlü olarak siz farkında olmadan gerçekleşir. İki saatte bir dönüşümlü olarak farklı burun deliklerinden nefes alıp verirsiniz. Eğer ideal bir sağlığa sahip değilsek, bu süre kişiden kişiye değişir, hatta doğru bir şekilde çalışmaz. Bu değişim sırasında sorun sağ burun deliğinizde ise, zihinsel ve sinirsel rahatsızlığınız vardır. Eğer söz konusu değişimdeki sorun sol burun deliğinizde ise, kronik yorgunluk ve beyinsel işlevlerin azalması söz konusudur. Bu konu hakkında daha ayrıntılı bilgi sahibi olmak istiyorsanız, “İyileştiren Nefes / Luis S.R.Vas” ın kitabını okuyabilirsiniz.

Aslında bu ve benzeri kitapları okumayı çok sevmiyorum; ciddi zihin karıştırıyorlar. Bazı teknikler fazla ritüele sahip gibi anlatılıyor, bu da öz’ ü kaçırmanıza neden oluyor. Örneğin, üniversite yıllarımda birçok meditasyon kitabı almıştım. Akla ziyan teknikler anlatılıyordu. Adam bir lotus oturuşunu beş sayfada anlatıyordu. Hele meditasyon oturuşu sırasında dilini damağın neresine değdirmen gerektiğini anlatmaya başladığında kitabı bırakmıştım. O sıralar okuduğum bir kitapta bir yogi ile öğrencisi arasında geçen bir diyalog vardı. Öğrenci soruyordu. “Ustam en iyi meditasyonu nasıl yapabilirim.” Utsa cevaplıyordu. “Meditasyon yaparak”. Bu söz beynime kazınmıştı. “En iyi meditasyon yapmanın yöntemi, meditasyon yapmaktı.” Ondan sonra bir daha bu konuda hiçbir kitap okumadım.

Fikrimi değiştirdim.

Aklıma pelesenk olan düşünceyi yazıyorum.

“Ben kimin hayatını yaşıyorum?”

 

 

Önder Güngör I 27 Haziran 2021 I  Ankara



Tamamını oku
Tarih: Haziran 13, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Söyle kaç Mevsim oldu

 


Küçükken…Yıl daha 1970’ li yıllardayken.. Evde siyah beyaz televizyonlarınız varken. O da sadece mahallede sayılı insanların evindeyken. Televizyonda seyrettiğiniz insanların gerçekten televizyonun içinde olduğuna inandığınız oldu mu? Televizyon kapandığında bu insanlar buraya nasıl giriyor diye televizyonun arka kapağına baktığınız oldu mu?

Benim olmuştu.

Şimdi çocukların elinde telefonlar, tabletler, duvarlarda kocaman LCD’ler. Şu an itibarı ile söylüyorum, hiçbir çocuk elindeki telefonu çevirip, acaba bu insanlar bunun içine nasıl giriyor diye zerre kadar düşünmediğine kalıbımı basarım. Toplumsal zeka nasıl da gelişiyor değil mi? Ne alakası var sen küçükken salakmışsın, ben hiç de öyle düşünmemiştim diyen akranlarım varsa onlara saygılar.

Bir mağazanın TV reyonlarının olduğu yerde asılı onlarca LCD TV’de farklı kanalları gördüğümde aklıma hep Einstein’ ın zaman ile ilgili teorisi aklıma gelir. Einstein tüm zamanın aynı anda geçekleştiğini savunmuştur. Yani 1071 ile 2021 aynı anda yaşanıyor. Önemli olan odaklandığımız zamandır der. Einstein’ a göre bizim odağımız 2021 olduğu için bu zamanı hissediyoruz. Yani TV reyonunda bulunan yüzlerce faklı TV’den hangi kanalı seçersek ona odaklanırız. Hangisini seyredersek o dur.

Daha önce ondergungorblog.blogspot.com’ da yazdığım yazıdan bir bölümü aşağıya aldım:

1954 yılında genç bir fizikçi olan Hugh Everett çoklu dünyalardan bahseder. Dünyada yaşadığımız büyük tarihsel olayların farklı sonuçlarının farklı evrenlerde yaşanmış olabileceğini ve buna benzer paralel evren senaryolarını ilk kez gündeme getirir. Paralel evren hakkındaki tezleri ilk okuduğumda bu adlandırmanın eksik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü paralel evreni ya da paralel dünyaları arkadaşlarımla tartıştığımda şunları fark ettim. İnsanlar paralel evrenin/dünyanın varlığına inanıyor ancak bu olayların sınırlı sayıda ve farklı dünyalarda gerçekleştiği düşüncesine kapılıyorlardı. Yani farklı bir evrende farklı hayatlar yaşanabileceğine inanıyorlardı. Ben ise paralel evren/dünya yerine paralel hayatların olduğunu bunun farklı bir mekan ya da faklı bir zamanda ve sınırlı sayıda olmadığını hayal etmelerini söylüyordum. Ancak evrenin sınırsız olduğu ve sürekli büyümekte olduğu yönündeki bilimsel görüşler, farklı dünyalar ya da farklı evrenlerde paralel/çoklu yaşamları daha olası kılıyordu.

 

Bu yıl okuduğum bir yazı ise yüzümde tatlı bir gülümseme oluşturdu. Makale şöyle diyordu:

“Hertog ve Hawking'in yeni makalesinde, uzayın farklı fizik kanunlarının geçerli olduğu 'cep evrenleriyle dolu olduğu' teorisi yerine, bu alternatif evrenlerin birbirinden çok da farklı olmayabileceğini ortaya koyuldu.”

 

Yani alternatif evrenler, aynı zaman ve mekanda olabilir diyordu makale.

Sınırsız depolama kapasitesine sahip bir bilgisayara ne kadar film kaydederdiniz? Tabii ki sınırsız. Açıklamaya çalıştığım şey tam anlamıyla şu. Dünyada 8 milyar insan olduğunu düşünün. Bu 8 milyar insanın hayatı boyunca yaşadığı birçok olayın, farklı sonuçlarla ve farklı bir hayatta yaşanmaya devam ettiğini ve bunun sayısının da milyarlarca olduğunu düşünün. 8 milyar insanın milyarlarca çoklu hayat yaşadığını düşünün. Bunun da sınırsız sayıda olduğunu hayal edin. Unutmayın evren sınırsız bir depolama kapasitesine sahip. Daha da ileri gidelim. Her bir dakikanızda milyarlarca farklı sonuçları olan ayrı bir paralel evren yarattığınızı hayal edin. Bir saat içinde yaşadığınız her dakika için milyarlarca çoklu/paralel hayat…Ve bingo. Bu hayatların her birinde yarattığınız düşünceleri, duyguları…Aklınızın sayamayacağı kadar düşünce…Bilginin büyüklüğüne, evrenin kudretine bak!


Önder Güngör / 13 Haziran 2021 / Ankara



Gözde Öney ' i dinleyelim. O ağacın altı.

 
Tamamını oku
Tarih: Haziran 12, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Parrra parrra parraaa

Parrra parrra parraaa



Bugün 12 Haziran 2021

“Günaydın yaşamak!” diyerek yazıma başlıyorum.

Bir şarkı var eskilerden, melodisini çok severim.

“Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar
Kalbimde sevgin oldukça
Zenginlik mal mülk para neye yarar
Yanımda sen olmayınca”

Melodisini severim dedim ama sözlerini değil. Şarkının içinde zenginlik var ama sen yoksun. Ben ikisini de isteyenlerdenim.

Maalesef bizim gibi ekonomik açıdan geri kalmış toplumlar, yıllarca bu “azlık” felsefesiyle yetişti. Ya da bu bize bilinçli bir şekilde öğretildi. Alın yazımız oldu.

“İki güzel şeyi yan yana getiremedik hiç!”

Parayla mutluluğun aynı anda olamayacağı, parayla huzurun bir arada olamayacağı, çok paramız olunca sağlığımızı kaybedeceğimiz korkusu, paranın hayır getirmeyeceği ve daha sayısız felsefi sözler beynimize kazındı. Yeni oluşan nöronlarımız hep bu düşünceyi destekledi. Sonra da genlerimizle aktarıldı.

Oysa Avrupa’ lı öyle mi. Kendisine hem zenginliği, hem mutluluğu, hem sağlığı, hem huzuru hem de paranın getirdiği her türlü konforu layık gördü.

Bize, iki tane güzel şeyin aynı anda olamayacağı kodlanmış. Çok gülersek ağlayacağımıza, çok sevinirsek kötü bir haber alacağımıza inandırılmışız.

Yeşilçam filmlerinde de öyle değil miydi? Esas oğlan fakir ama gururlu, aşık olduğu kız zengin ama şımarık, babası ise parasıyla caka satan kötü adam.

Neyse. Bugün yazmak istediğim konu parayla ilgili ama yukarıdaki anlattıklarımla ilgili değil.

Gençler soruyorlar. Abi, hangi mesleği seçelim? Hangi bölümü yazalım diye? Onlara diyorum ki, hangisinde para çoksa onu yazın.

Abi sen böyle deme bari diyorlar?

Saatlerce onlara paranın ne kadar önemli olduğunu anlatıyorum. Onlarsa ergenliğin verdiği hormonlarla, felsefi konulara dalıyorlar. Aşktan, gönülden, samanlıktan bahsediyorlar. Ütopik bir dünyada yaşıyorlar. Gençler. Heyecanları var.

Peki para günümüzde niye bu kadar önemli diye soruyorlar. Eskiden de önemliydi ama günümüzde daha da önemli diyorum. ve başlıyorum anlatmaya. Çünkü arzularımız var. Sahip olmak istediğimiz nesneler var. Eskiden bunların sayısı sınırlıydı. Daha çok somuttular. Arzuladığımız şeylere az sayıda insan sahipti ve bunu onların da kabul etmesiyle rahat bir şekilde alabiliyorduk. Alamasak da arzular şelale değildi. 😊  Günümüzde ise arzulanan şeylerin sayısı somut ve soyut olarak son derece fazla. Üstelik sadece birilerinin elinde değil. Her yerde. Kafanızı çevirdiğiniz her şey arzu yaratabiliyor. Cep telefonunuzun içindekiler, bilgisayarınızın ekranındakiler, sokaktakiler, vitrindekiler, arkadaşınızdaki.

Onlar da haklı. İstedikleri mesleği yapmak, ideallerinin peşinde koşmak istiyorlar. Ama hayat tecrübelerim, bunları başaran insanların sayısının çok az olduğunu söylüyor. Niye paradan bahsediyorum onlara, çünkü daha yolun başındalar, daha tercih aşamasındalar, ilk adımlarını atacaklar. Ben de ilk sözü söylüyorum. Yani Ankara'ya gelmiş bir insan nereden ev alayım diye sorarsa bir fikir veririm, ama henüz hangi ilde yaşayacağına karar vermemişse bu insana daha farklı bir tavsiyede bulunabilirim. Bunun gibi. Onlar daha yolun en başındalar.

Napolyon’ a atfedilen bir hikaye var:

Napolyon'un esir olarak aldığı bir general “Siz para için savaşıyorsunuz biz ise şerefimiz için savaşıyoruz!!” deyince Napolyon "Doğru, herkes kendisinde olmayan şeyler için savaşır." demiş. Bunun çok değişik versiyonları da var.

Ünlü bir şarkıcıyla röportaj yapan spiker;

“Efendim sizin için dünyada en önemli şey nedir? Para mı? Dürüstlük mü?” diye sorunca:

Şarkıcı “Para” diye cevap veriyor.. Spiker “Sizden hiç beklemediğim bir cevap, ben olsam dürüstlük derdim.” derdim. Bunun üzerine şarkıcı, “Haklısın, herkes kendisinde olmayanı ister.” der.

Yıllardır hep şunu iddia ederim. Para insanlık tarihinde her dönem önemli olmuştur. Bazı dönemler lüks bir hayat için bazı dönemler ise sadece yaşayabilmek için. Antik kentlere bakın. Kazılarda çıkan evlerin neredeyse tamamı zenginler için yapılan evler. Para hakkında söylenmiş ve sizi paradan soğutmaya çalışan saçma sapan felsefik sözlere de inanmayın. Sizler Aristo’ nun, Sokrates’ ın fakir olduğunu mu düşünüyorsunuz? Ya da imrenerek okuduğunuz geçen yüzyılın varoluşçularının, felsefecilerinin  yoksul mu olduğunu düşünüyorsunuz? Parası olmayan insanların müzikle, sanatla uğraştığını mı sanıyorsunuz? Bir iki istisna olabilir ama…diğerleri? Antik kentlerde bulunan kütüphanelere, tapınaklara fakirlerin gittiğini mi sanıyorsunuz.

Kimseye para hayatınızın en önemli odağı olsun demiyorum ama onu görmezden gelmeyin diyorum. Yoksa o sizi hiç görmez.

Çok paradan da bahsettiğim yok, sadece paradan bahsediyorum.

Para önemli değil, zenginlik önemli diyorsanız. O çoook farklı bir tartışma. Şu andaki yazımın konusu değil. Onu da bir gün tartışırız. Eğer mutlu olmaktan bahsediyorsanız. O da farklı bir şey. Aristo’ya göre mutluluk bir amaçtır, hedeflenmesi gereken tek şeydir.  Zaten buna hiç itirazım yok. Sadece şu andaki konumun dışında. Para istemiyorum mutluluk istiyorum diyorsanız yolunuz açık olsun. Ama yazımın ana konusu da bu zaten. Niye ikisini istemiyorsunuz? İkisinin bir arada olamayacağını kim söylüyor?

Ama para konusunu konuştuğum gençler genlerindeki kodlara uygun davranıyorlar. Kurdukları güzel hayallerin yanına parayı yakıştıramıyorlar. Sanki para olursa hayallerindeki büyü bozulacakmış gibi davranıyorlar. Ancak birçoğu kurduğu hayalleri için paraya ihtiyaçları olduğunu kavrayamıyorlar. Bu onların suçu değil. Bize aktarılan genleri biz de onlara aktardık. Zenginliği, bolluğu hiç kendimize yakıştıramadık. 

Belki de paraya ulaşma yolunu zahmetli buluyorlar.

Paranın sizi farklı bir insan yapacağına inanıyorsanız ona da bir şey diyemem.

Sonuç:

Zenginliği, bolluğu hiç kendimize yakıştıramadık. Mutluluk, zenginlik, aşk, arzulanan hayat…hepsini bir arada isteyin. Buna yakışırsınız.

Bu kadar laftan sonra Gözde Öney dinleyelim.

Gözde Öney - Gel Gönlümü Yerden Yere Vurma Güzel (Cover)



Önder Güngör / 12 Haziran 2021 / Ankara
Tamamını oku
Tarih: Mayıs 31, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Karışık kaset

 


Bugün 31 Mayıs 2021

Sabah Netflix’ de Karışık Kaset filmini izledim. 2014 yapımı film. Sarp Apak ve Özge Özpirinçci oynuyor. Genelde filmler hakkında çok yazı yazmam. Bugün de film hakkında yazmak istemiyordum ama birkaç sahnesine kısaca değinmek istiyorum. Filmin bir yerinde sevgililerce terk edilme ile ilgili bir konu geçiyor. Özge Özpirinççi’ nin söylediği sevgilime, “İbne Fener” dedim kısmı hiç hoşuma gitmedi. Gereksiz bir söz. Filme kasıtlı olarak yerleştirilmiş bir diyalog. Yarın Fenerbahçeli bir yönetmen ya da senarist çektiği filme, geçenlerde arkadaşıma “İbne Cimbom” ya da “İbne Beşiktaş” dedim diye bir diyalog yerleştirse iyi mi olur? Diyeceksiniz ki çok gereksiz bir yere takılmışsın. Doğru. Ama inanın bir çok kişi takılmıştır bu ayrıntıya. Olsa ne olur, olmasa ne olur diyorsanız size de bir şey diyemem. Filmin sonlarında ise karışık flash disk sahnesi, espri bile olamayacak derecede kötü olmuş. Ayrıca, Ulaş’ın ruhsal yapısı bilinçsizce işlenmiş. Her türlü kişilik yapısına rağmen, bir şekilde sosyal hayatın içinde olan Ulaş, birden şizofren bir kimlik sergiliyor ve evin içinde ölmüş babasıyla konuşuyor. Hem de bir sahnede değil, birçok sahnede. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi yine normal hayatına dönüyor. Birden şizofrenik kimlik kayboluyor. Neyse işte öyle bir film.

Film, adı gibi (Karışık Kaset) karışık olmuş.


Filmde hoşuma giden sahnelerde vardı. Lunapark sahnesi. İzmir Fuar’ ını hatırlattı bana. Benim için iki farklı İzmir Fuar’ı vardı. Birincisi 20 Ağustos- 20 Eylül tarihleri arasında açılan ve Tepeköy’den ailecek gittiğimiz İzmir Fuar’ ı, ikincisi ise İzmir’de lise yıllarımda kendi başıma yılın her zamanında gittiği İzmir Fuar’ı. İzmir Atatürk Lisesi, fuarın Montrö ve Lozan kapıları boyunca uzanırdı. Her iki kapıdan da giriş yapar, saatlerce fuarda dolaşırdım. Hey gidi fuar.

Bir de gelelim şu karışık kaset olayına.

Küçüklüğüm İzmir-Tepeköy’ de geçti. Şimdilerde, Tepeköy diyen yok. Torbalı daha çok kullanılan bir isim. Biz yerlileri halen daha Tepeköy deriz. Atatürk Meydanı’ nda Plakçı Atik vardı. Ortaokul, lise zamanlarımızda, elimizde şarkı listeleriyle onun dükkanına giderdik. Verdiğimiz listeler birkaç gün içinde karışık kaset haline gelirdi. Evde kasetçalarda(teyp) dinlerdik. Benim walkman’  im yoktu. Hiç de olmadı. Bazen arkadaşlarımdan ödünç alırdım, ancak ona da pil alamazdım. Piller çabuk biterdi. Hatta kaseti ileri sarmak için ya da geri almak için pil bitmesin diye yuvasından çıkarır kalemle sarardım.

Üniversitedeyken rock müzik, heavy metal ve 1960’ ların müziklerini dinlerdik. Henüz CD’ler çıkmamıştı. Windows 3.1 var mıydı bilmiyorum. 1988-1992 yılları arasıydı. Zafer çarşısının alt katında plakçı vardı. Oraya gider, istediğimiz şarkıların kasetlerini yaptırırdık. Hepsini bulmak da mümkün olmazdı.

Peki o kasetler ne oldu? Evlenince eşim hepsini attı. Ben de itiraz etmedim.

Her şey ne kadar hızlı gelişiyor. Kaset, CD, flash bellek, telefon hafızası, MP3 derken hepsi tarih oldu. Youtube’ dan istediğimiz şarkıyı dinliyoruz artık. Üstelik bulamama derdi yok. Her şey var. Eskiden dinleyip de bir türlü ulaşamadığım şarkılar, şarkıcılar..

Bakalım 5 yıl sonra Youtube’ ın yerini ne alacak.?

Önder Güngör / Ankara -  31 Mayıs 2021


Karışık Kaset teaser


Karışık Kaset fragman


Tamamını oku
Tarih: Mayıs 14, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Cevapsız sorular

 


Bugün 08 Mayıs 2021 Cumartesi,

Nisan ayında başlayan tam kapanma sürecinde bayılmak üzere olduğumuz günlerdeyiz. Gerçi dün işe gitmek zorunda kaldım ve meşhur soruyu kendime sordum “Tek kapanan ben miyim?”

Maalesef sokaklar hiç kapanmamış gibi. Olan esnafa oldu. Birçok dükkan kapalı ama dışarıda sürüyle insan var. İnsan profiline baktığınızda dışarıdaki birçok kişinin de çalışmayan/işe gitmeyen kişiler olduğu belli.  (İşe gidenler zaten işlerinde.) Belki onlar da haklı, evlerine ekmek alacaklar, süt alacaklar, sebze alacaklar, meyve alacaklar… Herkes evlerde bunaldı. Sonuç; insanlar dışarıda. Bu durumda kimi dinlerseniz haklı. Maalesef herkesin haklı olduğu bir durumdayız.

Bugün itibarıyla ülkenin %12,7’ si aşılanmış durumda. Vaka sayıları 20 binlerde.

Pandemi sürecinde en çok özlediğim şeylerden biri de mekanlar. Mekanların kapalı olması bu süreci zorlaştıran etkenlerden biri. İnsan bir yerlere gidip oturmak, bir şeyler içmek, müzik dinlemek, konsere gitmek istiyor.

Aylardır evdeyiz. O yüzden yazacak çok fazla bir şey yok. Anten kablosunu onarıyorum. Çanağın yönünü çeviriyorum. Prizleri tamir ediyorum. Balkonları yıkıyorum. Yerlerdeki boya lekelerini çıkarıyorum.

Okuduğum kitapları tekrar okuyorum.

Başarının 7 Spiritüel Yasası/Dr.Deepak Chopra

“Başarının birçok yönü vardır; maddi zenginlik bunun sadece bir parçasıdır. Bunun öncesinde başarı bir varış noktası değil, yolculuktur. Kelimenin tam anlamıyla maddi bolluk, bu yolculuğu en keyifli hale getiren unsurlardan biridir, fakat başarı aynı zamanda sağlıklı ve enerjik bir bedene sahip olmayı, hayattan zevk almayı, ilişkileri dolu dolu yaşamayı, yaratıcı özgürlüğü, duygusal ve ruhsal dengeyi, iyi ve huzurlu olmayı da kapsar.”

Yazımızın başlığı ile bitirelim.

Cevapsız Sorular / Manga


Tamamını oku
Tarih: Nisan 08, 2021 Yazar: Yorum: 1 yorum

Nakıp Ali’ yi de geçti.

Nakıp Ali’ yi de geçti.

Nakıp Ali kimdir?

Tanımıyorum. Bilmiyorum.

Nakıp Ali


İlk kez önümdeki Mayıs 1969 tarihli Varlık Dergisi’ nin 740’ ncı sayısından okuyorum. Ülkü Tamer’ den. Nakıp Ali Öldü başlıklı yazı.

İnternetten araştırıyorum. Hakkında birkaç yazı var. Hepsini de Ülkü Tamer yazmış. Başka tanıyan da yok herhalde diye düşünüyorum. Ancak sonrasında Nakıp Ali Sinemaları başlığını görüyorum.

Asıl adı Mhemet Ali Nakıpoğlu. Namı diğer Bombacı Ali. 1 Nisan 1969’ da ölmüş. Ertesi ay yayımlanan Varlık Dergisi’ nde Ülkü Tamer yazmış. Önümdeki dergide o.

“Yedi-sekiz yıl oluyor. “Yeni Melek” sinemasında bir film seyrediyordum. Ansızın film koptu, ışıklar yandı. Biraz sonra yeniden başladı. İki dakika sonra yeniden koptu. O sırada üst balkondan biri bağırdı!

-          Nakıp Ali’ yi de geçti.

Yanımdaki arkadaşım.

-          Ne dedi? diye sordu.

-          Nakıp Ali’ yi de geçti dedi, diye cevap verdim.

-          Nakıp Ali’ yi mi?

-          Evet, Nakıp Ali’ yi.

Çok olağan bir sesle söylemiştim bunu. “Herhalde çok ünlü biri bu Nakıp Ali, benim bilmemem ayıp,” diye düşünmüş olacak, kim olduğunu sormadı Nakip Ali’ nin. Ben de bir şey demedim.”

Böyle bir girişle başlamış yazıya Ülkü Tamer. Bu anısını birkaç yerde daha yazmış. Yazı devam ediyor.

“Nakıp Ali geçenlerde ölmüş. Güneye sinemayı ilk getiren adam. “Yılmaz Ali” nin afişinden “King Kong” un afişine kadar bana bir sürü afiş veren adam. “Parasını babam verecek” deyip, sinemasının kapısından içeri daldığım adam. Ölmüş.”

“Küçüktüm Nakıp Ali’ nin sinemasındaydım yine. Filmden önce, “Gelecek Program” gösterilirdi. Güzel bir filmdi. Görmek istiyordum. İki gün sonra İstanbul’ a gidecektim. O filmi görmemek çok üzecekti beni.

-          Ben de şans yok, dedim Nakıp Ali’ ye. Gelecek hafta yerine bu hafta oynasaydı bu film ne güzel görecektim.

Ertesi gün beni çağırttı. Sabahleyin erkenden benim için oynattı o filmi. O filmi oynatarak bir çocuğu sevindiren adam ölmüş.”

“Biraz daha büyüdüm. İstanbul’ un sinemalarını biliyordum artık. İstanbul’ un sinemalarının kapılarına koca koca afişler asılıyordu. Bir yaz Gaziantep’ e gittiğimde, Nakıp Ali sinemasının kapısına asılsın diye kocaman bir afiş yaptım. Toprak boyayla. “Zeytikliklerin Altında Sükun Yok” un afişini. Sonra katlayıp, götürdüm. Ne bileyim ben…Katlayınca bütün boyaları dökülmüş afişin. Renkler, yazılar birbirine girmiş. Ben üzülmeyeyim diye o berbat afişi sinemasının kapısına asan adam ölmüş.”

Ülkü Tamer’ in hem bu yazısında, hem de daha sonraları kaleme aldığı bir çok yazı da Nakıp Ali ile ilgili bir çok anısı var.

Çocuklar kendisine yapılanları hiç unutmuyor. Küçük bir çocuğu sevindiren adam ölümünden sonra defalarca hatırlanmış ve her seferinde Ülkü Tamer tarafından hakkında bir şeyler yazılmış.

Nakıp Ali için şunları söyleyebilirim. Daha önce bu blogtaki yazılarımdan birinde bahsetmiştim. Bir diyabet toplantısındaydım. Bir üniversitenin diyabetik ayak bakımı için açtığı servisi dolaşmış, ardından toplantıya katılmıştım. Toplantıda servisi açmak için uğraş veren hoca şunları demişti. “Türkiye’ de iyi olan bir çok şey kişisel uğraş ve çabalar sonucu yapılmaktadır.” Gerçekten de öyle. Bir Nakıp Ali,  kişisel uğraşı ve emeği ile Gaziantep’e sinema getirmiş, herkesi daha okuma yazma bilmeden sinemayla tanıştırmıştı.

….

Not:  Nakıp Ali'yi anlatan en önemli film Kadir İnanır'ın başrolünde olduğu Memduh Ün filmi "Bir Mucizedir Sinema"(2005) Ayrıca İz TV  tarafından hazırlanmış bir belgesel var. İkisini de seyretmedim. Seyredince paylaşırım.

………

 

Küçüklüğümde sokağımızda oturan yaşlı bir adam vardı. Her bayramda sokaktaki çocukların tamamına leblebi şekeri dağıtırdı. Kese kağıdı ile aldığı şekerleri gazete kağıdından yaptığı külaha doldurur hepimize eşit şekilde paylaştırırdı. Adını hatırlamıyorum. Kim olduğunu da bilmiyorum. Ama külahtaki şekerleri cebime koyduğum anı çok iyi hatırlıyorum.

Çocuk sevindirmek ayrı bir şey.

 

Önder Güngör / Ankara / 08 Nisan 2021

Tamamını oku
Tarih: Nisan 03, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Hangimiz daha.....?




Bugün 03 Nisan 2021 Cumartesi, 
Bizim nesil için halen daha 67 il var. 
Bize göre en iyi oyun Generals Zero Hour. 
Bruce Willis denince aklımıza Mavi Ay gelir. 
 Gitarı elimize aldığımızda Akdeniz Akşamları’ nı çalarız. 
Otobüse binmek istediğimizde bilet nerede satılıyor diye sorarız.
 Üniversite sınav sonuçlarının açıklandığını duyduğumuzda gazete almaya gideriz. 

Aramızda farklar var. 

Tabii ki bunlar işin abartması ancak ben bunları nesil farklılığı olarak yorumlamıyorum. Eskiden bizim zamanımızda, ebeveynler ile çocuklar arasında nesil farklılığı var denirdi. Şimdiki farklılıklarımızı ise nesil farklılığı olarak yorumlamak işin kolayına kaçmak gibi. Hem hangi nesil. Biz mi eski nesiliz. Şimdikiler mi? 

Bob Dylan, Blowin in The Wind’ de soruyor: 
Evet, ve bir adamın kaç kulağı olmalı?
İnsanların ağladığını duyabilmesi için. 

Ya da Jim Morrison dediği gibi. 
"Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz” dediği dönem. 

Hangimiz yeni, hangimiz eski. Eski/ yeni şeklinde sormak doğru değil. Soruyu daha doğru soralım. Hangimiz daha….?


Önder Güngör / 03 Nisan 2021 / Ankara
Tamamını oku
Tarih: Mart 21, 2021 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ben yola gelmem, yol bana gelsin(*)



Pandemi günleri, esnek çalışma mesaisinin olduğu günlerdeydim.

Sabah erken uyanır, tekrar uyuyabilme umuduyla yataktan dışarı çıkmazdım. Olan biten sesler kulağımda oynar dururdu. Zihnim dolu dizgin at gibiydi.

Karşı apartmanın demirden bahçe kapısı açılır, her zamanki adam kapıyı kapatmadan gider, birkaç saniye sonra kapının çarpma sesini duyardım. Şişko komşuydu bu. Arabasına binerken arabanın üstüne tutunurdu.

Başka bir komşu arabasının kapısını açar hemen arabasına binmezdi. Bilirdim, siyah hondası olan adamdı bu. Apartmandan çıkar çıkmaz sigarasını yakar, yarıya kadar içer, yarısına gelmeden binmezdi arabasına. Geri kalanının yere atardı. Söndürmeden.

Alt komşulardan biri kapıyı açar daha kapıyı kapatmadan kontağını çevirirdi. Polo’ su olan komşuydu bu.

Kadın komşularımızda vardı. Arabaya bindikten dakikalar sonra çalıştırırlardı arabalarını. Bilirdim onları da.

Bir de her sabah 07’ de bir araba geçerdi. Nedense hep bizim evin önünde egsozu pat pat ederdi. Palioydu.

Öğleden sonraki yatak keyiflerimde, sütçüyü, sebzeciyi, fırıncıyı bilirdim hep. Kornaları farklıydı.

Saat 14’ den sonra kargocuların arabaları gelirdi. Sürgülü kapılarından bilirdim onları.

Ben deniz kenarındaki odamda,
Pencereye hiç bakmadan
Dışardan gecen kayıkların
Karpuz yüklü olduğunu bilirim.

 Deniz, benim eskiden yaptığım gibi,
Aynasını odamın tavanında
Dolaştırıp beni kızdırmaktan
Hoşlanır.

Yosun kokusu
Ve sahile çekilmiş dalyan direkleri
Sahilde yasayan çocuklara
Hiçbir şey hatırlatmaz.

Orhan Veli

 

 


Önder Güngör / Ankara / 21 Mart 2021


(*) Başlık: Kahraman Deniz şarkısından

 

Tamamını oku