Kaya




15 Mayıs 1919. Sabah saat 08.30.

Nuri ve kayınpederi hükümet binasının önünde karaya çıkmış Yunan askerlerini izliyor. Etraflarındaki kalabalık, ordan oraya koşuşan işgalcilere bakıyor. Herkes de büyük bir öfke. Bağırsan atılacaklar ileriye. Kimisi ağlıyor, kimisi küfür ediyor...

Askerlerin eşyalarını taşımasına yardım eden, komutanlarıyla konuşan, elleriyle çevredeki binaları anlatan bir takım insanlar var. Nuri bunların hemen hemen tamamını tanıyor. Bunlar İzmir’ in yerlisi Rum ve Yunan kökenliler.

Yunan komutana elindeki kağıttan bir şeyler göstermeye çalışan adam Agop Efendi. Rum’ dur kendisi. Daha geçen ay Hatice’ yi istemeye onunla birlikte gitmişlerdi. Nuri babasını ve annesini küçük yaşlarında kaybetmişti. Akrabaları vardı ama ilk başlarda Hatice’yi Nuri’ ye vermek istememişti babası. O da Agop Efendi’ den rica etmişti. Sen git ikna et babasını demişti. Agop Efendi’ yle birlikte Hatice ‘yi istemeye gitmişlerdi. Tamam demişti babası. “Ama bir şartım var. İşine gücüne bakıp, para kazanacak. Hatice’ me iyi bakacak. Ona göre ha.” demişti. Nuri 19 yaşındaydı. Hatice 17’sinde. Hatice’ de annesini 4 yıl önce aniden  kaybetmişti. Baba kız, bu beklenmeyen ayrılığı, birbirlerine sıkıca sarılarak atlatmışlardı.

İzmir halkı, sabahın erken saatlerinde, birkaç haftadır şehirde dolaşan dedikodu nedeniyle Hükümet Bina’ sının önünde toplanmıştı. Kimileri Pasaport’ ta, kimileri Konak Meydanı’ndaydı. İşgal biliniyprdu. Nuri ve müstakbel kayınpederi, Saat 07.00 civarında ufukta dumanları görmüşlerdi. Dumanlar yaklaşarak kara  bir bulut halini almıştı. Yunan, İngiliz, İtalyan ve ABD bayraklı gemiler limanı karartmışlardı. İzmir, bu güzel bahar sabahına, kapkara bir gün olarak uyanmıştı. Güneş vardı ama artık ortalığı aydınlatmıyordu. Isıtmıyordu da. Mayıs ayında soğuk bir İzmir günüydü. Büyük bir öfke dalgası şehrin üzerine çökmüştü. Hele Yunan işgalcilerin, dün gezdiği yollarda yürüdüğünü gören halkın öfkesi bedene sığmıyordu. Öyle bir öfkeydi ki bu, bir patlasa günlerce ateşi sönmezdi.

Yıllarca birlikte yaşadıkları Rum kökenli komşuları, ellerindeki kağıtlarla hangi evlere yerleşilmesi gerektiğini, hangi evlerin yağmalanması gerektiğini Yunan komutanlara anlatıyor, onların verdiği bilgiler doğrultusunda Yunan birlikleri oralara doğru yöneliyorlardı.

Toplanan kalabalığın arasındaki Nuri ve kayınpederi olup biteni öfkeyle izlemeye devam ediyorlardı.

Tam o sırada bir silah sesi duyuldu. Nuri, silah sesinin nereden geldiğini anlamamıştı. Kayınpederinin kolundan çekip onu yere eğdi.  Ardından Yunan işgalcilerin silah sesleri… Her taraftan kurşunlar geçiyordu. Ateş rastgele açılıyordu. Hedef gözetilmiyordu. Hemen yanı başındaki insanlar patır patır yere düşüyor ve canlarını teslim ediyorlardı. Hükümet binası da kurşun yağmuru altındaydı. 

 Ateş sesleri kesildi. İlk ateşi kimi açtığı anlaşılamamıştı.

Panik olan komutanlar askerlere bağırıp emirler yağdırıyordu. Yunan işgalciler bazı evlere girip, evleri yağmalayıp insanları dışarıya çıkarıyor, “Çok yaşa Yunanistan” diye bağırmalarını istiyor, bağırmayanları öldürüyorlardı. Her şey bir anda olmuştu. Ama saatlerce sürdü. Nuri ayağa kalktığında, yerde yatan yüzlerce kişinin ölü bedenleriyle şok olmuştu. Birçoğu tanıdığı bildiği insanlardı. Gözünde yaş birikti ama damlamadı. Yerde yatan cansız bedenler Yunan işgalciler tarafından tekmeleniyor yeniden süngüleniyordu. Kayınpederi de yerde yatıyordu.  Eğilip, onu kaldırmak istedi ama adamcağız gözünden vurulmuştu. Bir kurşun yarası da boynunda. Nefes almıyordu. Nuri yere çöktü, aklına Hatice geldi. Hatice, babası için ölürdü. Ama şimdi babası yerde cansız yatıyordu. Nuri’ nin gözündeki damla düştü. Her ihtimale karşı cebinde taşıdığı silahı çıkardı. Bu silahın karşısındaki işgalcileri değil, kendisini öldüreceğini biliyordu. Karşı kaldırımdaki komutana doğru koşmaya başladı ve silahını ateşledi. Bir daha, bir daha. Kimse ne olduğunu anlamadı. Komutan omzunu tutarak yere düştü. Yanındaki iki işgalci askeri de kalbinden vurmuştu. Silahı yere atıp koşmaya başladı.  Arkasından silah sesleri. Sonrada Agop Efendi’ nin sesi. “Nuri bu. Koşun koşun yakalayın.”

Nuri hızla Kemeraltı’ na girdi. Ara sokaklara girerek koştu, koştu, koştu. Evine varınca birkaç eşyasını alıp, hemen alt sokaktaki Hatice’ lerin evine gitti. Mahalleye kara haber çoktan ulaşmıştı. Ancak Hatice sadece Yunan işgalini duymuştu. Hatice daha ne oluyor diyemeden Nuri onu kolundan tuttuğu gibi, yanında sürükledi. Yolda, tenha bir sokak arasında yere oturdular. Nuri babasının öldüğünü söylediğinde Hatice yere yıkıldı. Hayattaki tek varlığı babasıydı. Nuri elini tutup, gitmemiz gerek dese de, Hatice hıçkırıklar halinde eve geri dönmek istedi. “Babam evde beni bulamazsa çok merak eder” dedi. Babasının ölümünü kabulenemiyordu. O birazdan eve gelecekti. En azından geri dönüp, babasını tekrar görmek istediğini söylese de Nuri buna izin vermedi. Artık İzmir eski İzmir değildi. Bugün babası ölmüştü. Yarın İzmir ölecekti. İzmir’ e yapılacak en iyi yardım hayatta kalmaktı. Nitekim öyle de oldu. İzmir günden güne öldü.

Nuri babasının köyüne gidecekti. Bir süre orada saklanacak sonrasında ise ne yapması gerektiğine karar verecekti. Ne yapması gerektiğini biliyordu, ama nasıl yapacaktı.

Ertesi sabah yorgun argın köye vardılar. Köy, Kemalpaşa Tepeköy arasında dağlık bir bölgedeydi. Burada babasının birkaç akrabası yaşıyordu. Nuri’ yi tanıdılar. Hemen evlerine aldılar. Nuri, İzmir’ in işgal edilişini,  Yunan birliklerinin Türk mahallelerine yerleşmesini, Efes Piskoposu ve İzmir Metropoliti Hrisostomos’ un, “Çok Yaşa Yunanistan!”, “Çok Yaşa Venizelos!” sesleriyle işgalcilerle yürümesini, Yunan askerlerinin sivillerin üzerine ateş açıp evleri yağmalayışını, evlerinden dışarı çıkardığı insanlardan, zorla , “Çok Yaşa Yunanistan!”, “Çok Yaşa Venizelos!” diye bağırmalarını istediklerini ve onları süngülerle öldürmelerini, Rıhtım' ın, Kordon' un, Hükümet Binası' nın sivil halkın cansız bedenleriyle dolu olduğunu anlatması, hatta ölü insanların bile tekmelenmelerini söylemesi,  köy halkında da büyük bir öfke uyandırdı. Bazıları sakladıkları silahlarını çıkararak “Hadi gidiyoruz İzmir’e” diye bağırdılar. Ancak Nuri işgalin büyüklüğünü, hatta yerli Rumların ve Yunan kökenlilerin ellerinde silahla Türk avında olacaklarını anlattı onlara. Çünkü arkasından ateş edenlerden biri de Agop Efendiydi. İzmir hakkındaki her türlü bilgiyi Rum ve Yunan kökenli komşular veriyordu. Onlar Yunan işgalcilerden daha hazırlıklıydı.

Nuri ve Hatice üç hafta bu köyde saklandılar. İzmir’ den köye gelen bazı akrabalar, Yunanlıların, İzmir’i tamamen işgal ettiklerini, çevre yerlerden gelen Rum çetelerin onlara yardım ettiklerini, hatta köylerdeki birçok erkeğin bu çeteler tarafından öldürüldüğünü, halkın mallarına, evlerine, hatta hayvanlarına el konulduğunu, evlerinin yağmalandığını, yakıldığını öğrendiler. İzmir’ de tam bir kargaşa ve yağmalama vardı. Büyükçe bir birlik İzmir, Tepeköy tren yolunu işgal etmişti.  İzmir’ den gelen akrabaların anlattıklarına göre, geçen hafta  15 binin üzerindeki Yunan İşgalci birliği karaya çıkmıştı. Hatta Ayvalık, Çeşme ve Urla’ nın da kıyıya çıkan askerlerce işgal edildiği yönünde duyumlar vardı. Artık işgal tam anlamıyla başlamıştı. Yunanlılar içlere doğru ilerliyordu.

Üçüncü haftanın sonunda Nuri büyük bir gürültüyle uyandı. Köyün meydanına gelen adam avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Yunanlılar geliyoooooor.

İzmir’de başına gelenlerden tecrübeli olan Nuri, Hatice’ yi koluna taktığı gibi köyün arkasında bulunan tepelere doğru kaçmaya başladı. Evden yalınayak dışarı fırlayan Hatice’ nin ayağına kocaman bir sopa saplanmıştı. Ayrıca alan çok dağlık ve ağaçlıktı. Buralara zayıf ve güçsüz olan 17 yaşındaki Hatice’ nin tırmanması mümkün değildi. Hele de ayağındaki kocaman yarayla.  Köyün hemen yukarısındaki kocaman bir kayanın arkasına saklandılar. Buradan köyü ve meydani açık bir şekilde görülebiliyorlardı. Tabii kendilerinin de iyice saklanması gerekiyordu. Aksi taktirde kendileri de görülebilirdi.

Köyün muhtarı, meydanda Yunan işgalcilerin gelişini bekledi. 20 kişilik bir asker birliğiydi ve doğrudan köye gelmişlerdi. Birini aradıkları belliydi. Nuri şu anda saklandığı kayanın arkasından tüm askerleri net bir şekilde görebiliyordu. Yanlarında bir de sivil vardı. Nuri adamı tanıdı. Agop Efendi’ydi bu.

Komutan köy meydanındaki muhtara tüfeğin kabzasıyla vurdu. Ne olduğunu anlamadan yere düşen muhtarın, eşi ve çocukları ağlayarak yardım etmek için koştular ama diğer askerlerde aynı şekilde vurarak onları da yere yıktı. Komutanın işaretiyle etrafa dağılan askerler, evlerdeki kadın çocuk herkesi dışarı çıkardılar. Bazı evlerdeki eşyaları, meydana fırlatıp, yağmalamaya başladılar. Agop Efendi, muhtarın yerden kalkmasını söyleyerek Nuri’ yi aradıklarını, onu tanıyıp tanımadığını sordu. O kadar yüksek sesle bağırıyordu ki sanki Nuri’ nin orada bir yerlerde saklandığını biliyordu. Muhtar hangi Nuri’ yi arıyorsun tanımıyorum dediğinde ise, “İbrahim’ in oğlu Nuri’ yi arıyorum” diye bağırarak yüzünü, köy meydanında toplanmış diğer köylülerin yüzlerinde gezdirdi. “Bilen var mı?” diye de ekledi. Muhtar “Ne yapacaksınız onu.” diye sinirli bir şekilde haykırdı. Agop Efendi bağırarak, “Yunan komutanımızı yaraladı ve oğlunu öldürdü. Onu sağ salim yakalayıp komutana götüreceğiz. ona zarar vermeyeceğiz,  hadi söyle nerede olduğunu” dedi. Muhtar “O buralara hiç gelmez” dediğinde ise Agop efendi’ nin işaretiyle, Yunan komutanı muhtarı bacağından vurdu. Karısı ağlayarak muhtarın üzerine atladı ve parmağıyla bir evi işaret etti. Yunan işgalciler evin etrafını sardılar ve Agop Efendi’ ye Yunanca bir şeyler söylediler. Agop Efendi. “Nuri dışarı çık diye bağırdı.” Ancak bir yanıt alamayınca eve girdiler. Evde her yere ateş açtılar. Neredeyse köylülerin tamamından fazla mermi sıktılar. Bulamayınca da evi ateşe verdiler. Nuri ve Hatice, saklandıkları yerden her şeyi görüyor ve duyuyorlardı. Kocaman bir kaya onları saklıyordu. Agop Efendi, Yunan komutana bir şeyler söyledikten sonra askerler etrafa dağıldı. Bütün evleri tekrar aradılar. Daha sonra erkeklerin ellerini kollarını bağlayıp, köy meydanında yere yatırdılar. Tepeleri, ağaçlık alanları aramaya başladılar. Nuri ve Hatice’ nin bulunduğu alana da geldiler. Kayanın önünde duran askerler birer sigara içtikten sonra kayanın etrafına bakmadan oradan ayrıldılar. O sırada Agop Efendi bağırarak köy halkına "Ya Nuri' nin yerini söylersiniz ya da hepinizi öldürüz." dedi. Kimseden ses çıkmayınca ilk kurşunu muhtarın kafasına bizzat kendisi sıktı. Diğer askerler de silahlarına davranıp, nişan aldılar. Hepsi komtanlarından gelecek emri bekliyorlardı. Nuri ve Hatice olup biteni dehşet içinde izlemişlerdi. Bu duruma daha fazla dayanamayn Nuri ayağa fırladı. Hatice bütün kuvvetiyle Nuri' yi durdurmaya çalışsa da, güçsiz ince kolları onuu daha fazla tutamadı. Çaresizce Nuri' nn gözlerinin içine baktı. "Ne olur gitme. Beni bırakma." diyebildi fısıldayarak. Gözünden düşen damlalar Nuri' yi durduramadı. Nuri Hatice'ye sessizce "Kaç. Sakın arkamdan gelme. Kaç git." dedikten sonra avazı çıktığı kadar bağırarak "Dur Agop Efendi. Ateş etmeyin." diyerek tepeden aşağıya doğru kayan adımlarla yürüdü. Köydeki bütün herkes Nuri' ye bakıyordu. Arkasından da Hatice. Nuri meydana indiğinde Agop Efendi' nin ateşiyle yere yığıldı. Agop Efendi bütün kurşunlarını aynı anda boşaltmıştı. Kayanın arkaında olup biteni izleyen Hatice, Nuri' nin cansız yere düşen bedenini görür görmez gözündeki yaşları sildi. Yurkundu. Derin nefes aldı. Artık ağlamak yoktu. Askerler köydeki herkesi öldürdü. Kadınları....Çocukları bile.

Hatice kayanın arkasında sessizce olup biteni izledi. Askerler saatlerce köyde kaldılar. Evleri yağmaladılar. Soydular. İşleri bitince de gittiler. Hatice köy meydanına hiç inmedi.Dağa doğru tırmandı.

Daha sonra Hatice ‘den hiç kimse haber alamadı. Ödemiş ve Tire dağlarında Gökçen Efe' yle birlikte savaitığını, kızanlarla birlikte Yunan işgaline karşı durduğunu, sevkiyat yapan işgalci askerlerin defalarca önünü kesip onları öldürdüğünü, Yunan karakollarını bastığını hiç ama hiç kimse bilmedi.

 Belediye Başkanı, Paris’ te bir arkadaşıyla buluşmuştu. Yıl 1966’nın ilkbaharıydı. Arkadaşı sanata düşkün biriydi. İlkokuldan arkadaşıydı. Paris’ in güzel bir parkında dolaşıyorlardı. Arkadaşı birden durdu. Başkan’ a eliyle parktaki ağaçları, çiçekleri, yolları gösterdi. Sonra’ da çimenlerin üzerine oturtulmuş kocaman bir taşı. “Bu taş niye burada duruyor biliyor musun?” diye  sordu. Başkan bilmiyorum anlamında başını iki yana salladı. Arkadaşı, “Biz sanatçılar güzel ve harika bir şeyi ortaya çıkarmak, daha dikkat çekici hale getirmek için bazen tezatlar kullanırız. Bu taş bütün bu tekdüzeliği ve şekilsizliği ile bu parktaki diğer güzellikleri ortaya çıkarmak için buraya konuldu.” dedi. Günler sonra kasabasına dönen Başkan hemen yardımcısını yanına çağırdı ve kendisinden kocaman büyükçe bir kaya bulmasını istedi. Geçen ay yaptıkları parka, bu kayayı getirip yerleştiremelerini emretti. Ne de olsa Paris’ liler öyle yapıyordu. Başkan yardımcısı, Başkan’ ın isteğine bir anlam  veremese de emri yerine getirecekti. Herkese haber saldı. Köy muhtarlarına, hatta komşu kasabalara. Sonunda kaya bir köy muhtarının haber vermesiyle bulundu. Kemalpaşa ve Tepeköy arasındaki bir köyün muhtarı haber vermişti.

Kaya, vinç ve kamyonların yardımıyla kasabaya getirildi. Başkan’ ın yaptığı çiçekli ve çevresi ağaçlarla donatılmış meydanın ortasına kondu. Çevresine de birkaç bank. Başkan odasından kayaya bakıp çevresindeki çiçeklerin ve kaldırımların daha güzel gözüktüğüne inanıyordu. Kasaba halkı ise ne taşla ne de çiçeklerle ilgileniyordu.

Günlerden Mayıstı.15 Mayıs. Akşamüstüydü. İhtiyar bir kadın elinde alış veriş çantasıyla evine gidiyordu. Yorgun, soluksuz. Parkta dinlenmek istedi. Ortada duran kocaman kayaya sırtını dayayıp oturdu. Nefessiz kalmıştı. Hafiften esen ılık rüzgar, zayıflamış ak saçlarını uçurup, kayanın çıkıntılarına takılmasına neden oluyordu. İhtiyar kadın elindeki poşetleri yere bırakıp ,ayaklarını topladı çımenlerin üerine uzandı. Saatler geçti. Vatandaşların haber vermesiyle gelen polis, etraftakilere kadıncağızın öldüğünü söylüyordu. Polis,  ihtiyar kadının yerdeki poşetlerini karıştırdı. İçinde küçük bir çanta buldu. Çantadaki hüviyet cüzdanının sayfalarına baktı. Adı Hatice Gökçen’ di. Hüviyet cüzdanın arasında bir de genç bir erkek fotoğrafı vardı. Arkasında, Nuri yazılıydı.

Hatice, Soyadı Kanunundan sonra Gökçen soyadını almıştı.

Artık bilindik bir kayanın altında cansız yatıyordu. Nuri’ ye daha yakın.



Önder Güngör / 04 Nisan 2021 / Ankara

Yorumlar