Lise yıllarındaydım. Genellikle o yıllara ait anılarım bölük pörçük. Birçok şeyi tam olarak hatırlayamıyorum. Arkadaşlarımla otururken bazıları küçüklük anılarını anlatır, ben ise öylece bakar dururum. Dalar gider bir şeyler hatırlamaya çalışırım ama doğru düzgün bir şey gelmez aklıma. Ama size birazdan anlatacağım anı aklımın bir köşesine kazınmış ender hatırladıklarımdan biri.
İzmir' in eski halini bilen bilir. 1986 yılıydı. Güzelyalı Mithatpaşa Caddesi'nden sabahın erken saatlerinde o meşhur amerikan dolmuşlarına binmiştim. Bu dolmuşların önüne iki kişi arkasına ise dört kişi oturabiliyordu. Her zaman tercih ettiğim ön taraf dolu olduğu için arka tarafa oturdum. Eski Göztepe Açık Hava Sineması' nın durağında iri yarı kilolu biri daha bindi. O kadar kiloluydu ki üç kişi oturduğumuz halde bile arka tarafta oturacak yer kalmadı. Sıkış tepiş Konak'a gelir gelmez kendimi dolmuştan attım. Önce Kemeraltı'nda sonra da Kordon'da gezinip tekrar geri dönme zamanı geldiğinde geliş yolculuğum aklıma geldiği için yürüyerek dönmeye karar verdim. Daha önce de defalarca Göztepe Konak arasını yürümüştüm. Mithatpaşa Caddesi' ni çok seviyordum. Bu caddeyi boydan boya yürümek o zamanlardaki en büyük eğlencelerimden biriydi.
O gün güneşin altında Küçükkuyu' ya kadar hızlıca yürüdüm. Yorulunca yolun sol tarafında merdivenle çıkılan ve bir tepe üzerine kurulmuş olan parkta dinlenmeye karar verdim. Bu park benim ilk kez herkesten gizlice bira içtiğim parktı. Merdivenleri hızlıca çıkarak parktan denizin görüldüğü banka oturup dinlenmeye başladım.
Her zamanki gibi parkta kimse yoktu. Hani çok yorulduğunuzda oturur dinlenirsiniz ve bir ağırlık çöker yerinizden kalkamazsınız ya, işte öyle bir durumda tekrar yola koyulmaya üşenmiş çökmüş kalmıştım parkta. Soluğum halen daha hızlıydı ve aldığım nefes bir türlü yetmiyordu. Göğsüm bir iniyor bir kalkıyor sanki kilometrelerce koşmuşum ve karnıma kramp girmiş gibi hızlı hızlı soluk alıp veriyordum. Kalbim göğsümden çıkacak gibi hızlı çarpıyordu. Bu hiç normal değildi, daha önce hiç böyle olmamıştım.
Acaba dolmuşa mı binsem diye düşünürken bir anne, yanında iki çocuğu ile birlikte parka girdi. O bomboş parkta doğrudan benim olduğum tarafa doğru yürüdüler. Çocuklardan biri annesinin elini bırakıp koluma dokundu ve annesine dönüp,
"Hazır." dedi.
Anne çocuğa bakıp başıyla onayladı.
Neler olup bittiğini anlamadan, çocuk omuzlarımdan tutup beni bankın üzerine yatırdı. Nefes nefeseydim. Çarpıntım daha da artmıştı. Karşılık verecek durumda değildim. Bayıldım bayılacaktım.
En son çocuğun her iki avcunu göğsüme koyduğunu gördüm.
Uyandığımda bankta sırtüstü yatar durumdaydım. Heyecanla yerimden doğruldum. Park halen daha bomboştu. Bir an yanıma gelen anne ve çocuklarını hatırladım ve etrafımda onları aradım ama benden başka kimse yoktu.
Merdivenlerden yavaşça inip, Mithatpaşa Caddesinde yeniden yürümeye başladım. Kendimde bir farklılık hissediyordum. Tam olarak ne olduğunu tarif edemiyordum ama kendimi daha güçlü hissediyordum. Sanki olduğumdan büyüktüm. Sanki zıplasam Güzelyalı'ya varacaktım. Sanki koşsam arabaları geçecektim. Farklıydım. Etrafta yürüyen insanlara bakıp, içimden ben farklıyım diyordum. Yıllarca bu duyguyla yaşadım. Ta ki üniversite yıllarımda "The Doors" filmini izleyene kadar. Filmin başında Jim Morrsion küçük bir çocukken arabanın içinde yolda yatan şamana bakıp "O gün ruhlarımız yer değiştirdi." diyene kadar. Henüz filmin başında yerimden kalkıp dışarı çıktım. Koşarak kaldığım öğrenci yurduna geldim. Yatağa uzandım ve derin bir uykuya daldım. Uyandığımda sırılsıklam ter içindeydim. Kendimi yatağa sıkışmış gibi hissediyordum. Yatağım sanki iki kişilikti. Oda her zamankinden daha büyüktü. Yerimden kalkacak gücüm yoktu. Nefes almakta zorlanıyordum.
Hafifçe doğruldum ve,
Yorumlar
Yorum Gönder