Tarih: Ağustos 21, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ülkü Tamer' in futbolcuları

Fenerbahçe' nin taraftarlarını kahrettiği 100 bininci günlerden geçiyoruz. Eskiden ne olacak bu takımın hali derdik. Şimdi Fener' in maçının olduğu günleri saymazsak günlerimiz iyi geçiyor diyoruz.

Geçenlerde yine bir maçını izledim. Neredeyse sadece kaleci Türk' tü. Diğer Türk oyuncular kimdi bilmiyorum. Ayakları topa değmemişti. 


Az önce Ülkü Tamer' in Yaşamak Hatırlamaktır adlı Anılar kitabı elime geçti. İlk birkaç sayfasını okuduktan sonra okunacaklar listesine ekledim. Hızlıca arka sayfalara göz attım. Gözüme ilişen bir başlık vardı. "Benim Futbolcularım". Bu bölümü okuyunca eski oyuncularla yeni oyuncular arasındaki fark daha da belirginleşti kafamda. Eskiden kendisi için, takımı için, seyirci için oynayan futbolculardan, sadece para için oynayan futbolculara nasıl evrildiğini gördüm.

Buyrun Ülkü Tamer' in yazısı aşağıda;

Baba Hakkı'ların dönemine yetişemedim. Gazhane'nin dumanlan arasında Dolmabahçe'de maç  seyretmeye başladığımda sahada Gündüz Kılıç'lar, Süleyman Seba'lar, Şükrü Gülesin'ler, Küçük Fikret'ler vardı. Maç sonuçlarını, teknik direktörlerin, antrenörlerin taktikleri değil, futbolcuların hırsı belirlerdi. Taktik dediğin neydi zaten! WM düzenine göre sıralanılır, herkes bulunduğu yerde formasının hakkını vermeye çalışırdı.  Bir sağ bek biraz ile­ri çıkıp orta yapmaya kalksa, "Ne işin var orada? Yerine dön!" diye bağırır­dık. Bir solaçığın sağa "deplase" olması ise, neredeyse görülmemiş şeydi. Savunmada herkes, adamından sorumluydu.  Galatasaray,  Fener­bahçe'yle mi  oynayacak, bu  aynı zamanda bir  İsfendiyar - Basri maçı olurdu. Rakip Beşiktaş mı?  Gelsin bakalım Baba Gündüz - Ali  İhsan ka­pışması! 

Kaleciler arasında en çok Turgay'ı severdim ben. Fenerbahçe'nin efsane kalecisi Cihat'ı pek  az izleyebildim. Turgay'ı,  kaleyi Erdoğan'dan devralmasından sonra yıllarca, hiç eksilmeyen bir keyifle seyrettim. Hani, "Şiir gibi futbol oynuyor, .. derler ya ... Turgay, şiirle düzyazı­nın karışımıydı.  Şiirin inceliği, düzyazının sağlamlığı vardı onda. Topu kö­şeden çıkarıp umutsuzluğu umuda çevirirken şiirdi.  Kalesinde bir başka kale gibi güvenle dururken ise düzyazı. Nice  usta kaleciler geçti Dolmabahçe'den ...  Şükrü'ler, Özcan'lar, Varol'lar. Hepsini sevdim, alkışladım. Ama Turgay başkaydı. Bek denilince, önce ilci ad geliyor aklıma, ikisi de sol bek: Doktor Vedii ile Mehmetçik Basri. Vedii, Beşiktaş'ın en yararlı oyuncularından biriydi. Gösterişsizdi. Yalın bir  futbolu vardı.  Edebiyatta onun futbolunun karşılığı, olsa olsa "araştırma-inceleme" olurdu. Okur çoğunluğunun ilgisini çekmeyen, insanın başucunda bulundurduğu değil de,  kitaplığında sakladığı bir kaynak. Eksikliğini ancak yokluğunda farkettiğiniz bir kitap. Fenerbahçeli Basri ise her maçını, son maçım oynuyormuş gibi oy­nardı. Coşkulu bir destandı. Yürekliliğin, çılgınlığın ve fiyakanın simgesiydi. Sağ haflar arasında Fenerbahçeli Selahattin'i severdim en çok. Ken­disi gibi incecik bir futbolu vardı. Hem oynar, hem oynatırdı. Öne çıkma­dan. Küçük, ama nitelikli bir orkestrayı başarıyla yöneten alçakgönüllü bir şefti. Santrhaf denince Ali İhsan Karayiğit.  Soyadının kendisine tam an­lamıyla yakıştığı pek az insandan biriydi. Karaydı. Yiğitçe oynardı. Ama sa­ğa sola amaçsızca koşup durmaktan, kırıp dökmekten gelmiyordu yiğitliği. Saldırmak için değil, savunmak için ateşlenen bir silahtı. Büyük keyifle izlediğim sol haf ise Çengel Hüseyin'di. Belki ondan daha başarılı sol haflar gelip geçti Dolmabahçe'den; ama ben Çengel Hüse­yin'i izlerken ayn bir tad alırdım. Tam çengeldi gerçekten, adamını kıskıv­rak  yakalar, bırakmazdı. Futbolun bir  "seyirlik oyunu" olduğunu sürekli hatırlatır gibiydi. Forvette,  birbirlerinden kolay ayıramayacağını oyuncular vardı. Sözgelimi, sağaçıkta ... Galatasaraylı İsfendiyar, Beşiktaşlı Süleyman Seba, İstanbulsporlu Kasapoğlu ... Ama Fenerbahçeli Küçük Fikret bir başkaydı. Fikret Kırcan,  futbolunu da  kendisi gibi yakışıklı kılmıştı. Zarifti. Karşısındaki beki çalımla yere indirip çizgiye doğru ilerlerken, neredeyse dönüp ondan özür dileyecek incelikteydi. En sevdiğim futbolcuları sıralarken, beni en  çok zorlayan "mevki" sağiç olmuştur hep. Fenerbahçeli Erol ile  Can, Galatasaraylı Suat, İstan­bulsporlu Aydemir ... Can, gerçek  anlamıyla bir  top  cambazıydı.  Suat'ın oyununu hiç unutmadım. Topu göğsüyle yumuşatırken futbol oynamıyor da, bale yapıyordu sanki. Ya  Aydemir'in frikikleri? Ama benim sağiçim Recep'ti. Recep Adanır. Yalnız Beşiktaşlıların değil, herkesin sevgilisiydi. Topu götürürken, pasını verirken, başını hafif­çe kaldırıp şutunu atarken bambaşkaydı. Sapasağlamdı. Kişiliği de kendisi gibi sapasağlamdı. Tam bir karakartaldı. Galatasaray'da oynarken bile Be­şiktaşlı Recep olarak seyrederdik onu. 

Santrforum elbette Metin Oktay. Türk futbolunun en usta golcüsü. Şimdi bir oyuncu ceza alanına topla girip de kaleciyle karşı karşıya kalınca bile ne  olacağını kestiremiyoruz. Metin ise  ceza alanı dolaylarında topu ayağına alıp kaleye doğru bir balcb. mı, "GoooW diye bağırmaya başlardık. Metin'in attığı gollerin neredeyse hiçbiri sıradan değildi. Hepsinin bir başkalığı, ayn bir güzelliği olurdu. "Gol goldür" deyip geçmezdik o yıl­larda. Bizim için ancak güzel golün, Metin'in attığı gollere benzer gollerin bir anlamı vardı. Lefter, bence sadece soliçlerin değil, yurdumuza gelmiş geçmiş fut­bolcuların en  büyüğüydü.  Gerçekten "Ordinaryüs Profesör"dü.  Dersini uyutarak değil, sihirbazlık gösterileri yaparak, tadını çıkara çıkara verirdi. Solaçıklar arasında Şükrü'nün yeri ayrıydı. Şükrü Gülesin, hem fut­bol oynar, hem "show" yapardı. Bayram yeri gibiydi. Topu ayağına aldığı anda şenlik başlardı. Bir yandan topla, sahayla, sahanın çizgileriyle, karşı­sındaki futbolcuyla, kendi takım arkadaşlarıyla, hakemlerle didişir, bir yan­dan da ortasını yapar, golünü atardı. Ama hep keyif alarak, keyif saçarak ya­pardı bunu. 

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 20, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Birisi


İzmir Atatürk Lisesindeydim. Yıl 1987.

Yatılı okuyordum.

Bizleri bir gece otobüse bindirip, Atatürk Kültür Merkezi' ne götürdüler. Suna Kan' ı dinlemiştik o gece. Tabii o zamanlar küçüğüz. Nereden bilelim Türkiye' nin en ünlü keman virtüözünü dinlediğimizi...Ama Suna Kan adı o günlerde beynime kazınmıştı...

 Aradan birkaç ay geçtikten sonra aynı şekilde bir gece de Müşfik Kenter' in Bir Garip Orhan Veli gösterisini seyretmiştik. Gerçek anlamda dilendiğim ilk şiirlerdi. Gerçek anlamda diyorum, doğrusu bana hitap ettikleri için o cümleyi kurdum. Şiirlerden çok etkilenmiştim.

Yatakhaneye döner dönmez hemen önce cep telefonumdan sonra da laptopumdan internete girip Orhan Veli' nin şiirlerini okudum. Şaka şaka... Ne telefonu ne laptopu ne interneti. Yıl 1987 dedim ya... Henüz duman devrindeydik...

İlerleyen günlerde, nereden bulduğumu hatırlayamadığım bir şekilde Orhan Veli şiir kitabım olmuştu. Bazı şiirlerini ezberlemiştim.

Yine o yıllarda bir akrabamın evinde ince bir şiir kitabı bulmuştum.


Nahit Ulvi Akgün' e ait.

Bir şiirini çok sevmiştim. Ezberleyip de unutmadığım tek şiirdi. "Birisi"

Bir şey var aramızda
Senin bakışından belli
Benim yanan yüzümden
Dalıveriyoruz arada bir
İkimiz de aynı şeyi düşünüyoruz belki

Gülüşerek başlıyoruz söze
Bir şey var aramızda
Onu buldukça kaybediyoruz isteyerek
Fakat ne kadar saklasak nafile
Bir şey var aramızda
Senin gözlerinde ışıldıyor
Benim dilimin ucunda




Tamamını oku
Tarih: Ağustos 19, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Firuze taşı


Firuze taşı
başlığını okuyunca, bu hangisiydi ya diyenler için hemen diğer adını da yazayım. Turkuaz Taşı. Bu taş Türkler tarafından savaş malzemelerinde kullanıldığı ve Avrupa' ya taşındığı için Avrupalı' lar tarafından Türk Taşı olarak da adlandırılmıştır. (Fransızca:Pierre turkuaz)

Bu güne kadar taşların gücüne çok fazla itibar etmiş biri değilim. Ama gittiğim bazı yerlerden cebime taş koyup, eve getirmişliğim vardır. Arada bir çekmecelerde bir şeyler ararken, o taşlara denk geliyorum.

Firuze taşı, şans, uğur ve koruyuculuk sembolü olarak kabul edilir.

Taşın güzel rengi, içeriğinde bulunan, alüminyum, bakır ve fosfat mineralleri sayesindedir. Mavi rengini bakırdan, yeşil tonlarını ise demir veya kromdan alır.

Bu taşın, kaygı ve stresi azalttığına, nazardan koruduğuna inanılır. Boğaz çakrasıyla ilişkilendirildiği için; kişinin kendini ifade etmesini kolaylaştırdığı düşünülür. 

Astrolojide firuze taşı, özellikle bazı burçlarla enerjisel olarak daha uyumlu kabul edilir.

Yay: Enerji ve hareketi dengelemek için.
Balık: Duygusal dengeyi sağlamak ve ruhsal karmaşayı azaltmak için.
Kova: İletişim yeteneğini ve duygusal açıklığı artırmak için.

Arif Pamuk' un Taşlar Özellikleri ve Sırları adlı kitabında Firuze taşı için şunlar yazılmış:
"Firuze yüzük taşıyan fakirlik çekmez. İnsanlar arasında değer kazanır. Zenginliğe ve mal celbine vesile olur. Öldürülmekten emin olur. Firuze bulundurmak kalbi kuvvetlendirir, insandaki korkuyu alır.. Üzerinde taşıyan suda boğularak ve yıldırım çarparak ölmez. Hısmını da mağlub eder."
Yarın gidip bir Firuze taşı alayım. Bileklik.

Önder Güngör / Ankara / 19.08.2025

Tamamını oku
Tarih: Ağustos 17, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Nar

Dışarı çıkmak için hızlıca giyiniyordum. Kapı çaldı. Karşı komşumuzun elinde bir tepsi, aşure dağıtıyordu. Teşekkür edip, kağıt kasedeki aşureden aldım. Kapağını açtığımda mis gibi bir aşure beni bekliyordu. Küçüklüğümde, İzmir' deki aşureleri hatırlıyorum. Üzerlerinde bir avuç nar olurdu. Hem yemesi güzel olur, hem de görüntüsü çok hoş olurdu. Geçen günlerde yazlıktaki komşularımız da aşure getirmişlerdi, onların da üzerinde nar yoktu. Oysa benim hatırlarımda her aşure kasesinde bir avuç nar olurdu.

Neyse...Aşureyi bir güzel mideme indirdim. Ama aklımda halen daha NAR vardı.

Nar, kırmızı taneli... Aşure kasesine dağılmış, üstünü tamamen kaplamış.


Tabii nar deyince aklıma çok şey geliyor. Örneğin Yunan Mitoloji' sinde Yeraltı Tanrısı Hades'in kaçırdığı Persephone

Persephone, Bereket tanrıçası Demeter'in kızıdır. Babası da Zeus'tur. Hades, Persephone'yi yeraltı dünyasında tutmak için ona bir nar tanesi yedirir. Mitolojiye göre, yeraltında herhangi bir şey yemeniz yeterli. Artık oradan ayrılamazsınız. Persephone, nar tanesi yediği için yılın bir kısmını yeryüzünde annesi Demeter'in yanında, bir kısmını ise yeraltında Hades'in eşi olarak geçirir. Bu da mevsimlerin oluşunu simgeler. Persephone, Demeter'in yanında olduğunda Bereket Tanrıçasının sevinci baharı ve yazı,, Persephone yeraltında indiğinde ise Demeter' n hüznü, kış' ı oluşturur.

Türk mitolojisinde ise nar, UMAY'ın kutsal meyvesidir. Umay, Türk mitolojisinde doğurganlık, bereket ve koruyuculuk tanrıçasıdır. Nar da aynı şekilde, yaşamın döngüsünü, bolluğu, bereketi ve sonsuzluğu sembolize eder. Umay çocukları ve doğurganlığı koruyan bir tanrıçadır ve narın çok sayıdaki tanesi, Umay'ın annelik ve koruyuculuk özelliklerini yansıtır.

Bazı arkadaşlarımın yılbaşı gecesi kapılarının önünde nar kırdıklarına tanık olmuştum. Sorduğumda, eve bereket ve şans getirmesi için demişlerdi. Daha sonra internette araştırdığımda, evin önünde hızla yere atılarak patlatılan nar taneleri ne kadar geniş ve uzak alana yayılırsa, bereket ve bolluğun o yıl, o evde o kadar çok bulunacağına inanıldığını okumuştum.

Kayınvalidemin evinde çeşitli boyutlarda art arda dizilmiş nardan süsler olurdu. Evi hep bereketli olmuştur.




Hititler, nar ağacına Hititçe "nurmu" veya "nurma" adını vermişler. Narın içindeki sayısız tane, çoğalmayı ve bereketi simgelermiş ve bu yüzden Ana Tanrıçalar ile  ilişkilendirilmiş. Hitit, Ana Tanrıçası Kubaba, genellikle elinde bir nar tutarken tasvir edilmiş.


Eski Mısırlı' lara göre nar dünyanın ilk meyvesidir. Bolluk, bereket ve yeniden doğuşu sembolize eder. Burada Anadolu ve Yunanlılardan farklı olarak yeniden doğuş NAR meyvesine atfedilir. Mısırlı' lar yeniden doğuşa inandıkları için mezarlarında nar ile birlikte gömülmüşlerdir. Örneğin, Hatshepsut ve Amenhotep II gibi firavunların mezarlarında nar bulunmuştur. Böylece ikinci kez yaşayacaklarına inanmışlardır. Tutankamun’un mezarında,  gümüş nar biçimli kap bulunmuştur. 

Kayınvalidem  bunları bildiği için bahçesine hep NAR ekmiş.




Nar ayrıca çok güçlü bir antioksidandır. Tansiyona ve damar sertliğine iyi gelir. Kolesterolü düşürür. Kronik iltihabı önler. Kanser tedavisi için önerilir. Alzheimer riskini azaltır. Bağışıklığı güçlendirir.

İbn Sina' nın EL-KANÜN Fi'T-TIBB adlı 4.kitabında bir bölüm okumuştum. Bu yazıyı yazarken o bölümü tekrar buldum. 

"Bütün Böceklerin Kovulması (Böceksavarlar) Bizim zikredeceklerimizin evde serpilmesi gerekir; evdeki eşyaya uygulanır; odaya ve  köşelere böceklerin yaklaşmaması için buhurlar ve diğerleri saçılır; örneğin buhurlardan nar ağacının odunun dumanı gibi. O böcekleri kesinlikle kovar. Aynı zamanda süsen kökü, narın uzun ince dalları bu konuda (böcekleri kaçırma) fevkalade etkindir."

İbn Sina 5.kitabında ise Nar şurubu tarifi verir ve neye iyi geldiğini yazmıştır. Buyrun tarifi,

"Nar Şurubu Bu şurup fazlalıkların mide ve bağırsaklara akması durumunda, oluşan uzun süren hummalar, mide sıcaklığında, midedeki sindirim bozuklu­ğunda yararlı olur. Diüretik olarak etkilidir; bağırsakları temizler. Hazırlanması: İnce kabuklu, kırmızı ve  olgun nar sıkılır, dövülür ve çıkan suyu 1/3'ü kalana kadar pişirilir. Ondan sonra şeker ilave edilir ve kullanılır." 

NAR iyidir.











Tamamını oku
Tarih: Ağustos 06, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Çakma Flanör

 


Üniversite yıllarımdaydım. Her yere yürüyerek gidiyordum. Avcı toplayıcı ilk insanlar gibiydim. Tek ulaşım aracım ayaklarımdı. Neden her yere yürüyerek gittiğimi hatırlamıyorum. Param mı yoktu? Yoksa yürümeyi mi seviyordum? Tam da bilmiyorum. Ama sürekli yürüdüğümü açıkça hatırlıyorum. Zaten benim o yıllarımda henüz ne Ankaray ne de Metro vardı. Kalabalık otobüsler, dar koltuklu dolmuşlar vardı. Ama ben Ankara’ yı tanımak istiyordum. Bir şehir ancak böyle tanınır, hissedilirdi. Yürüyerek. Aynı Lise yıllarımda İzmir’ de yaptığım gibi. Şimdi sıra Ankara’ daydı.

Billur Sokak’ ta oturduğum zamanlarda, yürüyerek Bahçelievler’ e, oradan Kızılay’ a daha sonrasında Tunalı’ ya sonrasında da gerisin geriye eve gelirdim. Ankara ‘nın sahte flanörüydüm. (Fr. flâneur)  Amaçsızdım, şehri geziyordum, gözlemliyordum ve zamana bağlı değildim. Ama gerçek bir flanör de değildim. O bambaşka bir şey. Şehrin derinliklerine inmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Şehre yabancıydım. Yeni gelmiştim. Ankara’ ya aşık da değildim. Dedim ya çakma flanördüm.


Önder Güngör / Ankara / 06 Ağustos 2025

Not: Görsel copilot kullanılarak yapay olarak oluşturulmuştur.

Wikipedia' da flanör tanımı:

Flanör (Fr. flâneur), 'aylak kent gezgini' anlamında kullanılan Fransızca kökenli kelime. Bu sözcük belirli bir karakteri yansıtır. Şehirde koşturan, çalışan diğer insanların aksine flanör, sakince sokakları dolaşır, gözlem yapar ve düşünür. Kalabalıklar içinde yalnız bir şekilde gezer. Herhangi bir amacı yoktur.




Tamamını oku
Tarih: Ağustos 03, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Picasso Balığı

 


Picasso'ya sormuşlar:

 - Bu ne biçim balık, üstat?

 - Bu balık değil, resim! demiş.


Nedense birden aklıma geldi.

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 26, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Benim tepkim sana değil! Seninki de bana değil!



Bir insan veya durumdan dolayı üzgün ve kırgın hissettiğinizde tepkinizin bu insan veya duruma karşı olmadığını hatırlayın, aslında bu insanın veya durumun size hissettirdiklerine tepki veriyorsunuz. Bunlar sizin duygularınız ve duygularınız da kimsenin hatası değildir. Bu gerçeğin farkına vardığınızda ve tam olarak anladığınızda hissettikleriniz için sorumluluk al maya ve onları değiştirmeye hazırsınız demektir. 

Deepak Chopra / Başarının 7 Spiritüel Yasası

Tamamını oku
Tarih: Temmuz 09, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Müneccime yıldız falı öğretmek!

 


Bir Yoga grubuyla Yoga tatiline giden arkadaşım vardı. Kazdağları’ nda bir yoga kampına gitmiş. Sabah meditasyon daha sonrasında yoga öğleden sonra yine bunların tekrarıyla geçen bir kampmış. Bazıları odalarına çekilip sürekli meditasyon yapıyorlarmış. Sessizliğin ve dinginliğin içerisinde kendi öz benlikleri ile birlikte olmak için yalnızlığı tercih ediyorlarmış. Bunlardan biriyle de arkadaşım tanışmış biraz samimi olmuşlar. Kızcağız, sürekli yoga ve meditasyon yapan bir kızcağızmış. (Bundan sonra  buna kısaca Kız diyeceğim.) Kız, arkadaşıma da kamp süresince boş bulduğu her vakit, meditasyon yapıp kendi içsel sesini dinlemesini, onunla yalnız kalmasını söylüyormuş. Sürekli arkadaşımın çevresinde dolaşıp ona bir şeyler öğretir tarzda konuşuyormuş.

Bir hafta sonu kampa ara verilmiş ve köy gezisine çıkmışlar. Kazdağları’ nın denize bakmayan arka tarafındaki bir köye gitmişler. Köyün etrafında yürüyüşler yapmışlar. Arkadaşımla, Kız gruptan ayrılıp daha fazla yürüyüş yapmaya karar vermişler. O sırada bir göletin kenarında koyun sürüsü görmüşler. Sürünün yanına gittiklerinde başlarında bekleyen bir çoban varmış.

Kız, “Merhabalar, nasılsınız? Siz bu sürünün çobanı mısınız?” diye sormuş. Arkadaşım herhalde ilk kez çoban görüyordu galiba diye de ekleyerek anlatmaya devam etti.

Çoban cevap vermeden sadece başını sallamış.

Kız, “Çok güzel bir yerde çobanlık yapıyorsunuz. Harika. Sabahları gelin, yere de bir örtü serip, bütün gün meditasyon yapın.” demiş. “Meditasyon yapmayı biliyorsunuz değil mi?” diye de eklemiş kız. “Yani kendinizi dinleyin. Oh ne güzel.”

Çoban hiç sesini çıkarmamış.

Kız arkadaşıma dönüp, yazık bilmiyor meditasyon yapmayı gibisinden bir şeyler söylemiş.

Kız çobana, hangi okulu bitirdiğini sormuş.

Çoban ilkokul diye cevap vermiş.

Kaç yıldır çobanlık yaptığını sormuş.

25 yıl.

Çoban kendisine sorulan her soruya ya tek kelimeyle ya da baş hareketleriyle cevap veriyormuş.

Kız nefes almadan çobana, buraya kampa geldiklerini, sürekli yoga yaptıklarını, sessizce odalarda oturup meditasyona daldıklarını hiç durmadan anlatıyormuş. Yalnız kalmak insanı geliştirir, iç sesini dinler, huzurlu olur vb.. cümlelerle sürekli çobana bir şeyler söylüyormuş. Kendisinin her yıl bir kaç kez kampa gittiğini, huzurlu olduğunu anlatıp, öğüt vermeye çalışıyormuş.

Çoban hiç sesini kesmeden sonuna kadar Kız’ ı dinlemiş. Başını kaldırıp güneşe bakmış. Arkadaşım çobanın gitme vaktinin geldiğini anlamış. Fakat kız hiç durmadan konuşuyormuş.

Çoban ayağa kalkıp gözlerini kapamış. Birkaç derin nefes almış. Çevreye dağılmış yüzlerce koyun ve bu koyunlara eşlik eden köpekler hızla çobanın çevresine toplanmış. Çoban, gözleri kapalı birkaç derin nefes daha almış. Sürü ip gibi dizilip köyün yolunu tutmuş. Çoban gözünü açıp gözlerini Kız’ a doğru sabitlemiş. Bir süre sonra Kız da koyunların arkasına takılmış köye doğru gitmeye başlamış. Arkadaşım koşarak Kız’ ı kolundan tutup yere oturtmuş.

Kız şaşkın halde “Ne oluyor?” demiş.

Arkadaşım uzaklaşmakta olan çobanın arkasından bakarak, “Hiç.”  demiş ve devam etmiş. “Müneccime yıldız falı öğretmeye çalıştık.”

 

 Önder Güngör / 09.Temmuz.2025 / GÜRE

 

 

 

 


Tamamını oku
Tarih: Haziran 30, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Doğayla baş başa kalmak lüks değilse unutmayın bedel ister.



Youtube' da takip ettiğim kanallardan biri de "Yeni Nesil Köylü" kanalı.

Köy yaşantısına kendine özgü bir bakışı var.

Aşağıda 26 Haziran 2025'te yayınlanmış bir videosu var. Videonun altyazılarını alıp aşağıya ekledim, en sonunda da videoyu izleyebilirsiniz.

Her kelimesi köy yaşantısı ile ilgili o kada önemli cümleler ki... sizinle de paylaşmak istedim.

Buyrun aşağıda....(Yeni Nesil Köylü - Köyde yapamayanlar burada mı? )

Bugün sana köy hayatının Instagram' daki gibi olmadığını anlatmayacağım. Bugün sana şehri bırakıp köye gelen ve sessizce geri dönen insanlardan bahsedeceğim.

Onların hikayeleri çok paylaşılmaz. Çünkü çoğu zaman kendilerini başarısız hissederler. Ama aslında mesele bu kadar basit değil. Eğer bu videoyu sonuna kadar izlersen belki kendi hayalin yüzleşeceksin.

Belki de bir başkasının hayalini anlamaya başlayacaksın. Şehri bırakıp köye gelenlerin çoğu bir hayalin peşindedir.

Sakinlik, doğa, sadelik.

Ama gerçek hayatta köy hiçbir zaman sadece doğadan ibaret değildir. Her köyün kendine ait bir düzeni, bir ritmi, bir görünmeyen protokolü vardır.

Ve sen bu düzene dahil olmaya çalışırken hayalin bir anla görevler zincirine dönüşebilir.

Çapa, sulama, böcek, budama, komşunun koyunu, ötekinin dedikodusu, su borusu patladı.

Doğa güzeldir ama doğa aynı zamanda ilgisizliğe tahammül etmez. Ve bu yüzden bir yerden sonra insanlar ben bunu hayal etmemiştim demeye başlar. Bazıları köye geldim çünkü kalabalıklardan sıkıldım. Der ama köydeki yalnızlık şehirdeki kalabalık yalnızlığından çok daha derindir.

Köydeki yalnızlık şehirdeki kalabalık yalnızlığından çok daha derindir.

Telefon çalmaz, kapı tıklanmaz. Birilerine misafirliğe gitmek bile köyde bir törendir ve sen bazen günlerce, haftalarca sadece kendi sesini duyarsın.

Buna hazır olmayanlar için bu sessizlik huzur değil çöküş getirir ve geri dönerler.

Çünkü insan sesin bile yankılanmadığı yerde zamanla kendi sesini unutabilir. Köydeki insanlar seni yadırgamaz belki ama tam anlamıyla da içine almaz.

Senin için şehirci derler. Köyde doğmamışsındır. Çocukluğunu orada geçirmemişsindir.

Toprakla aramdaki ilişki samimidir belki ama onların gözünde gerçek değildir.

Ve bu küçük mesafe yıllar geçse de kapanmayabilir.

Bazıları bu mesafeye dayanamaz. Çünkü onlar sadece doğayla değil, insan ilişkileriyle de yeni bir hayata başlamak istemiştir. Ama ne yazık ki köyde ilişkiler yıllar boyu oluşan güvenle kurulur. Sen hızlıca sevgi görmek istersin ama köy sevgisini zamana yayar. Birçok kişi köye üretmek için gelir.

 Domates, zeytin, kekik, sabun, lavanta.

Ama üretmek başka, geçinmek başkadır. Tarlaya girip tohum atmak kolaydır ama o ürünü pazara çıkarıp değerini de satmak işte bakın bu başka bir iştir. Gübre pahalı, işçilik zor, su sınırlı. Pazarın fiyatı senin maliyetini değil market rafını düşünür. Kimi zaman emeğin karşılığını alamadığını gördüğünde boşuna mı geldim diye düşünürsün ve evet geri dönersin.

Çünkü tamam doğa iyidir ama doğayla baş başa kalmak lüks değilse unutmayın bedel ister. Bu videoyu izleyenlerden bazıları belki şu an köydedir. Bazıları ise dönmüştür ama anlatmamıştır.

Belki de herkesin hayranlıkla baktığı o şehri bırakma kararı içeride koca bir hayal kırıklığına dönmüştür. Ama bil ki bu bir başarısızlık değil. Bu gerçek hayattır. Her deneyim kıymetlidir ve geri dönmek bazen köyü terk etmek değil kendine dönmektir. Kimse kimseyi yargılamamalı bu süreçte. Eğer sen de şehirden köye geldiysen ve sonra döndüysen ya da dönmeyi düşündüysen lütfen yorumlara yaz.

Geri dönmek bazen köyü terk etmek değil kendine dönmektir.

Gerçekleri konuşalım. İlham olmak zorunda değiliz. Bizim öyle bir çabamız, öyle bir gayretimiz yok. Bazen sadece anlatmak bile yeter. Yeni nesil köylü olarak biz bu hayatı sadece övmek için değil, dürüstçe paylaşmak için yaşıyoruz. Hadi sen de kendi hikayeni paylaş.

Çünkü bu yalnızca bir video değil.

Unutma bu hepimizin yolculuğu.

/Yeni Nesil Köylü - Youtube Kanalı


Tamamını oku
Tarih: Haziran 15, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

En az çaba yasası

Geçenlerde bir yazı yazmıştım "Doğa dert etmez!" diye.

(https://www.ondergungor.com/2025/03/doga-dert-etmez.html) Karşıma aşağıdaki yazı çıkınca hemen buraya da bırakmak istedim.


Buyrun aşağıda...

Başarının dördüncü spiritüel yasası "En Az Çaba Yasası"dır. Bu yasa, "doğanın mükemmel zekası sorunsuz, çabasız ve kolaylıkla işler" gerçeğine dayanır. Bu da en az çaba ve dirençsizlik prensibidir, yani uyum ve sevgi ilkesidir. Doğadan bu dersi aldığımızda, arzularımızı kolayca gerçekleştirebiliriz. Doğanın işleyişini izlerseniz çok az çaba harcadığını göreceksiniz. Çimen büyümek için çabalamaz, sadece büyür. Balıklar yüzmek için çabalamaz, sadece yüzerler. Çiçekler açmak için çabalamaz, açarlar. Kuşlar uçmaya çabalamaz, sadece uçarlar. Bu, onların gerçek doğasıdır. Dünya kendi etrafında dönmek için çaba göstermez. Baş döndürücü bir hızla dönmek, uzayda hareket etmek dünyanın doğasıdır. Bebeklerin sebepsiz mutlulukları onların doğasındandır. Güneşin parlaması onun doğasıdır. Yıldızların parlaması doğalarından gelir ... ve hayalleri çaba harcamadan, kolaylıkla gerçekleştirmek, tezahür ettirmek de insan doğasıdır. Hindistan'ın en eski felsefesi olan Yedik bilimde bu prensip "çaba tasarrufu" veya "az çaba çok iş" olarak bilinir. Sonunda öyle bir noktaya gelirsiniz ki hiçbir şey yapmadan istediğiniz her şeyi elde edersiniz. Bu da sadece küçücük bir fikrin bile, gerçekleşmesi için hiçbir çabaya gerek kalmadan tezahür edeceği anlamına ge lir. Mucize olarak adlandırdığımız şey de aslında "En Az Çaba Yasası"nın bir ifade biçimidir. / Deepak Chopra

Tamamını oku
Tarih: Haziran 14, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Uzun yol

"Hayat, bazı şeyleri doğrudan değil, ufak işaretlerle gösterir."

Dün gece bir rüya gördüm.

Boş bir arazideyim. İnişli çıkışlı. Arada bir yeşil tarlalar var. Bazen de ağaçlık alanlar. 

Elimde bir 1,5 litrelik bir su şişesi var. Hiç açılmamış. Susamış bir halimde yok ama şişe elimde.

Bir yerlere gitmeye çalışıyorum ama nasıl gideceğimi bilmiyorum. Kimin yanına ya da nereye gideceğim hakkında hiç bir fikrim yok. Aklımda sadece bir yere gitme düşüncesi var.

O sırada bir yol ayrımında duruyorum. Yol sağa ve sola ayrılıyor. Yolda bir direk ve üzerinde iki tane tabela var. Ankara' daki sokak tabelalarının aynısından. Birinde 1.Cadde diğerinde ise 7.Cadde yazıyor. Acaba nereden gideyim derken, direğe yaslanmış küçük bir çocuk görüyorum.



Çocuk "7.Cadde daha uzun, 1.Cadde ise daha kısa. Birini seç diyor." 

Tam 1.Cadde yazan yola doğru adım atıyorum ki, çocuk "Ben olsam 7.Cadde' den giderdim." diyor.

"Niye ki, orası daha uzun demedin mi?

"Eve ama harika bir yol. 1.Cadde' den gidersen boş, kurak bir arazide, dümdüz bir yoldan 1 saatte gidersin. 7.Cadde de ise ormanlık alanın içinden, dere kenarından, güzel bir göl manzarasından, eşsiz ağaçların arasından, kuş cıvıltıları içinde harika rengarenk bir yolculuk yaparsın. 7 saatte gidersin."

Çocuğa baktım ve "Benim acelem var. 1 saatte gitmek varken neden 7 saatte gideyim." diyorum ve 1.Caddeye dalıyorum. Çocuk "O zaman o suya ihtiyacın olmayacak bana ver?" diyor. Elimdeki şişeye bakıp, "Bunu niye taşıyorum ki zaten?" deyip, çocuğun eline tutuşturuyorum.

Tam da çocuğun dediği gibi 1 saat sonra büyük bir meydana ulaşıyorum. Etrafta bir kaç bina var. Binaların dışında oturacak masa ve sandalyeler var. Bir sürü insan oturmuş sohbet ediyorlar. Boş bir sandalyeye ben de oturuyorum. Bir sınavdan bahsediyorlar. Öğretmen birazdan gelecek diyorlar.

Meydan da bir adam beliriyor. Beyaz takım elbiseli. Herkes çevresinde toplanıyor. Tek sıra olup karşısında bir şeyler söylüyorlar. Sıranın en önüne geçip olup biteni anlamaya çalışıyorum. Yanıma bir kadın yaklaşıyor. O da sıraya girmemiş.. "Burada ne oluyor?" diye soruyorum kadına. "Öğretmen sınav yapıyor." diyor. "Ne sınavı?" diye soruyorum. "Okula giriş için sözlü sınav" diyor kadın. "Ne okulu bu?" diye yeniden soruyorum. "Herkesin girmek istediği okul" diyor kadın. Öğretmeni dinliyorum. En ön sıradaki bir çocuğa yolda gördüğü orman, ağaçlar, dere, göl, kuşlar, hayvanlar hakkında soru soruyor. Çocuk her sorulana yanıt veriyor. Elindeki pet şişe ile boş su kaplarını doldurduğunu anlatıyor. Öğretmen elindeki kağıda bir şeyler yazıyor. Eğilip, bakıyorum. Geçti, yazıyor. Sıradaki yaşlı kadın geliyor. Öğretmen benzer soruları ona da soruyor. Yaşlı kadın, soruların hiç birini cevaplayamıyor. Öğretmen elindeki kağıda "Kaldı" yazıyor. Daha sonrasında bir şeyler daha yazıyor ama onları göremiyorum.  Nasıl olduysa birden sıranın en başında duruyorum. Öğretmen bana da sorular soruyor. Ama sorduğu hiç bir soruyu bilemiyorum. Başını kaldırıp, "1.Caddeden mi geldin?" diyor. "Evet" diyorum. Öğretmen "Bu okulda öğreneceklerin 7.Cadde ile ilgiliydi. 1.Caddeden gelenler, Kimya sınavına giren ama hiç  çalışmamış öğrenciler gibidir. Hazırlıksız gelmişsin. Ön hazırlığı geçemedin." deyip elime bir kağıt tutuşturuyor. Kağıtta, "Kaldı" yazıyor. "Hayatın tadını bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Öğrenci olamaz" diye bir not var.

Başımı kaldırıp bakıyorum. Öğretmen birden değişiyor. Yol ayırımındaki çocuk oluyor. "Senin için tabelanın üzerine işaret koymuştum." diyor ve elindeki pet şişeyi bana uzatıyor.

Uyanıyorum.



Önder Güngör / Ankara / 14 Haziran 2025



Tamamını oku
Tarih: Haziran 09, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

303 (Film)

 Bu sabah bir film izledim. 303.

Film adını bir zamanların efsane otobüsü 303' den alıyor. Aslında efsane deyince aklıma 303 değil de 302 geliyor. Asıl efsane buydu. Sonra 302S' ler geldi. Sonra da 303. 

302' leri hayal meyal hatırlarım. O zamanlar 302' lerle giderdik İzmir' e. Otobüsler varyanttan iner Konak' a bırakırdı bizi. Daha sonraları Konak' a giriş yasaklandı. Önce Gaziemir sonra da Yeni Garaj' da bitti yolculuk.





1970-1980' li yıllarda 302' lerle yolculuk yaparken 1980' lerin sonuna geldiğimizde ise maalesef aşağıda gördüğünüz ne idüğü belirsiz, tabut benzeri araçlarla yolculuk yapmak zorunda kaldık.






Oysa şu aşağıdaki güzelliğe bakar mısınız?


Oysa ki filmden bahsedecektim. 303 filminden.

Az önce yazdığım gibi, film adını 303 Mercedes' ten alıyor. Bu otobüsün şasesi kullanılarak bir karavan yapılmış. Jan,  daha filmin başında Jule' e soruyor. "Biraz eski değil mi?" diye, Jule "Hayır, yesyeni 30 civarı." diyor.

Bana göre film sadece yönetmenin ya da senaristin mesaj vermesi amacıyla yapılmış bir film. Sanki birisi birilerine bir şeyler anlatmak istemiş ve bilindik ergen tartışmalarının yaşandığı bir senaryo üzerinden gidilmiş. Her gencin yüzlerce kez tartıştığı, konuştuğu konular. Konu orijinal değil, ancak yine de izlerken keyif alacağınız türden.

Film iki kişi arasında geçiyor. Başka oyuncu yok. 😉

Ben bu filmi dört ana başlık altında toplayabilirim.

İlk bölüm, kapitalizm, komünizm, insanlığın geçmişi ve bugünü arasındaki benzer sosyolojisi ile ilgili tartışmaların yer aldığı bölüm.

İkinci bölüm, evlilik, aşk, bağlılık ve se*s tartışmaları,

Üçüncü bölüm, insanın kendisini araması ve içe dönüş, ( Bu bölüm güzel )

Dördüncü bölüm, var olmayan hayali ilişkiler ve onların yıkılışı, (Filmin gidişinden tahmin edeceğiniz bölüm)

Filmin hemen daha ilk sahnesinde Jule' un (Kadın oyuncumuz.) sınav odası kapısında beklemesi, o stresli hali ve sınavdaki sorular, bana, Hacettepe yıllarımı hatırlattı. Sitrik asit döngüsü.

-ATP önemlidir. Hücrenin yakıtı. Bilemezsen dersten kalırsın-.

Sonraki sahnede Jan' ın (Erkek oyuncumuz) , ülkemizdeki benzer bir nedenden dolayı vakıf bursunu kaybetmesi.

Veeee. film başlar.

Jule hamiledir, annesi düşük yapmasını ister. Jule ise bu kararı tek başına almak istemez ve erkek arkdaşı Alex' le bunu yüz yüze görüşmek ister ve Portekiz' e doğru yola çıkar.

Jan ise biyolojik babasını görmek için Kuzey İspanya' ya gitmeye karar verir.


Benzin istasyonunda Jule' un 303' den türeme karavanı ve  Jan' ın otostopuyla başlayan hikaye...




Jan, Jule' a yaşını sorar. İkisi de 24 yaşındadır.

Jan, "3 yılımız var." der. Jule," Neyden önce 3 yılımız?", "27 olmadan önce." der Jan. "Tüm güzel insanların göçtüğü yaş. Kurt Cobain, Jonis Joplin, Amy Winehouse, Heath Ledger" diye devam eder. " Ve sonrasında Jan, intiharın bir bencillik olduğunu anlatır. Kendi problemlerini çözebilirsin ama geride bıraktıkların için yıkım olur, yakınlarına acı çektirirsin der.  Hatta bir hikaye anlatır. Eski bir arkadaşının 7 yıl önce kendisini öldürdüğünü ve annesinin hala konuşamadığını anlatır. Bundan sonra da karavandan kovulur. Çünkü Jule' un kardeşi de 27 yaşında intihar etmiştir.

27 yaşında ölen ünlüler 27'ler kulübü olarak adlandırılır. Bu kulübün ilk üyelerinden biri de Jim Morrison' dır. Üniversite yıllarımda 1991 ya da 1992 yılında amfide izlemiştim bu filmi. En çok dinlediğim gruplardan biriydi.27 yaşındayken bir otel odasında ölü bulunmuştu. Brian Jones ( Rolling Stone üyesi), da 27 yaşında ölmüştü. Jimy Hendrix ' te bir otel odasında 27 yaşında ölü bulunan ünlülerden biriydi. 1994 yılında Nirvana' nın solisti Kurt Cobain' in ölümünden sonra 27'ler Kulübü dikkat çekmeye başlamıştı. Kurt Cobain' in ölümünün resmi açıklaması, kendisini kafasından av tüfeği ile vurduğu yönündeydi. Jimy ve Jim otel odasında ölü bulunmuşlardı.


Jule ve Jan' ın yolları yeniden başka bir benzin istasyonunda buluşur. Artık aynı yoldadırlar.

Filmin ilk bölümü bu şekilde başlar. Jule, Jan' e kapitalizmin insanları yalnızlaştırdığını bunu ise bilerek ve planlı bir şekilde yaptığını savunur. Örnek olarak da bir apartmanda 4 insanın yalnız yaşadığını düşün, 4 TV, 4 buzdolabı, 4 fırın gerekli , halbuki hepsi bir arada yaşasa hepsinden 1 er tane yeter diye anlatır. Hepsi yalnızken daha fazla tüketiyor der. Bunu kapitalizmin ayırma stratejisi olarak adlandırıyor. Ve filmin birçok yerinde tekrarlanan bağışıklık sistemi hakkında konuşurlar. Yalnızlığın, kortizolu arttırdığı ve bunun da bağışıklığı azalttığından bahseder Jule.

Dediğim gibi bu kısım yılardır, kapitalizm, sosyalizm ve insanın doğası üzerine yaptığınız yüzlerce tartışmaya benzemektedir. Sığ bir tartışmadan öteye geçmez zaten.



Kapitalizmin insanları mutsuz yaptığını, böylece daha fazla tüketime ittiğini anlatır Jule.

Jan ise Jule' e şu soruyu sorar. "Onlar, onlar diyorsun, peki kim onlar? Yani yöneticiler ve politikacılar karanlık odalarda buluşup, "Hadi onları tecrit edelim, daha fazla tüketirler ve direnmeye son verirler." dediklerini mi düşünüyorsun?" 

Jan insanın doğası ve yapısı gereği böyle bir sistem oluştuğunu savunurken, Jule ise bu sistemin kapitalizmin yarattığını onun prensipleri olduğunu savunur."


Jule, sosyal hayattaki adaletsizliği kapitalizme bağlarken Jan ise bunu insanın doğasında olan rekabete bağlar. Rekabet neticesinde ise güçlü olanın hayatta kalacağını ve bunun da insanlığın ve doğanın genel yapısı olduğunu savunur.

Jule ise rekabet edenin değil, işbirliği içinde olanın kazanacağını savunur. Buna örnek olarak da Neanderthal' lerin rekabet ettiği için yok olduklarını, Cro-Magnonlar' ın ise işbirliği içinde yaşadıkları için atalarımız olduğunu anlatır. 


İlerleyen sahnelerde sosyal mesajlara yer verilir. Jule, üretilen buğdayların tamamı doğru kullanılsa dünyada aç insan kalmaz der ve cebinden bir harita çıkarı ve Afrika' da bir yer gösterir ve  burada üretilecek güneş enerjisi ile bütün dünyanın enerjisi sağlanabilecek iken halen daha fosil yakıtların kullanıldığını anlatır. 


Ve karavana dönüp, yolculuklarına devam ettiklerinde ikinci bölüm tartışmaları başlar. Evlilik, bağlılık ve sek* üzerine.

Jan, çok eşliliği savunur, Jule ise aşkı. Jan, mutlu evliliklerin sırrının sek*te olduğunu savunurken, Jule ise mutlu evliliği aşka ve tutkuya bağlar.

Jan öpüşürken insanların birbirini kokladığı hatta bu kokunun burunlarının altındaki, dudağın hemen üstündeki oluktan koklandığını anlatır. Feromon' un buradan koklandığını söyler. Hatta bir deneyden bahseder. Kadın ve erkeklere bir hafta giydikleri tişörtleri koklatıp, bir erkekten hamile kalmaya en uygun kadının seçildiği deneyden. Bu bölüm, ilişkiler ve se* hakkındaki konuşmalarla doludur.

Bir karavan sabahında, Jule' un meditasyonuyla başlar sahne. Güneşi karşılama meditasyonu yapıyordu ya da sadece Bhujangasana/Kobra duruşu...Bu sahne çok kısa olduğu için tam anlayamadım. Daha sonrasında önce Jan sonra da Jule gizlice birbirlerinin tişörtlerini koklarlar. Yüzlerinde tatlı bir gülümseme belirir. Artık birbirilerine aşık olduklarını anlarlar. İlerleyen sahnelerde bunu birbirlerine itiraf ederler. 

Bu sırada Jule, Jan' e hamile olduğunu söyler, ileriki sahnelerde doktor kontrolü sırasında spontan düşük yaptığını öğrenir.


Ve 3. Bölüm başlar.

"Kendinden tatile çık."

Jan "Her zaman kendimizden uzak durmalıyız, yoksa deliririz" der.

Jule' un müthiş sorusu gelir. 

"Ama Jan ya kendine kendin diyemiyorsan!" 

ve sonra devam eder, "Kafandaki bu ses sürekli yaptıkların hakkında yorum yapıyor. Aslında bunun sen olduğunu sanmıyorum. Sanırım bu senin iç yorumcun gibi." ve "gerçek benliğinin sessiz olduğunu ve tüm kararların onun verdiğini" söyler Jan! a

Bu bölüm içsel konuşmalarla geçer.

4.Bölüm buluşmaların olduğu bölümdür. Jan babasıyla yüzleşir. Babasını görür ama yanına gitmez, Çünkü onun için yabancıdır. Marina' da yanında Jule varken seyrettiği babası, ömründe ilk kez gördüğü tanımadığı bir adamdır. Sessizce ayrılırlar oradan.
Jule' da Alex' in yanına gider. Jan da köy meydanında gece yarısına kadar gelip gelmeyeceğinden emin olmadan Jule ' u bekler. Jule, Jan için geri gelir.

Film biter.






Tamamını oku
Tarih: Haziran 06, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Göz-el - Eidos

Bugün size Azra Erhat' ın İşte İnsan adlı kitabından bir bölüm paylaşmak istiyorum. (Bazı yerleri koyuya boyadım. Yazarın kitabında koyu renkli hiç bir yer yok.)



Güzel sözcüğü nerden gelir, bir  düşündün mü? 

Gözle ilgili, göze ilişen, göze hoş görünene göz-el, güzel diyoruz. Çoğu diller güzellik kavramını görme duyusuna bağlarlar: gözle algılanan nesnenin üstünlüğü güzel sıfatı ile nitele­nir. Kimi dillerde bu  kavram insanın bazı ilkel eğilimle­rinden doğmadır: Latince pulcher, güzel, dinsel bir  terim olsa gerek, sürüde en  üstünü diye kurbanlık olarak seçi­len hayvana veriliyor bu  sıfat. Farsça dilber göze değil, gönüle çevriktir, Cermen dillerinde schön parlaklık gös­terir, onun akrabası bir  sözcük beyaz at anlamına  gelir. Bir ulusun görüş kaynağına varmak, düşüncesinin  özünü kavramak için onun güzellik  anlayışını  izlemekten  daha aydınlatıcı bir  yol tutulamaz. Homeros  Priamos'un kızı Laodike'yi şöyle tanımlar. (İl III. 124) : 

Güzellikten yana en  üstünüydü Priamos'un kızları arasında. 

Güzellik diye çevirdiğimiz sözcüğün yunancası eidos' tur. Eidos ne demek? llomeros'tan Platon'a ve Aristoteles'e kadar uzun bir  evrim sonucunda Batı düşüncesinin teme­line yerleşen bu  kavram Yunan mucizesi denilen kültür olayının özüne ışık tuttuğu gibi, bütün belirtilerini de  ay­dınlatır. Eidos görme anlamına gelen bir  kökten üreme­dir. Her türlü algı, algı sonucu anlayış ve  bilgi, gözü esas tutan bu  süreçle ilgilidir. Nitekim eidon: gördüm, görüş sonucunda varılan durumu dile getiren oida ise biliyorum demektir.

Eidos, Homeros'ta görünüş, insan bedeninin üç  bo­yutla göze görünen biçimi için kullanılır. Ne  var  ki  bu bi­çim hep bir  değer ölçüsü taşır. Eidos, yahut Batı dillerin­de  FORM diye geçen yunanca morphe yalnız göze hoş gö­rüneni belirtmeye yarar. Form göze hoş görünenin ta ken­disidir, güzellik özündedir onun.  Güzelin karşıtı ise bi­çimden  yoksun  olduğu için biçimsiz, çirkindir. Eidos'un kaynağındaki bu  değer ölçüsü bizi dosdoğru Platon'un idea kavramına götürür. Eidos ile idea aynı kökten, aynı anlama gelen sözcüklerdir. Homeros'ta eidos nasıl gözle görünenin  üstünlüğünü  niteliyorsa, Platon'un düşüncesinde idea akı1'la algılananın en  üst aşamasını, yani kavramı tanımlar. "Çoğu nesneler görülür kavran­maz, idealarsa kavranır görülmez" diyor Platon Devlet'te (VI.  507 b). 

Azra ERHAT -İşte İnsan


Bir ulusun görüş kaynağına varmak, düşüncesinin  özünü kavramak için onun güzellik  anlayışını  izlemekten  daha aydınlatıcı bir  yol tutulamaz.

Tamamını oku
Tarih: Haziran 05, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Ölümsüzlük İksiri



Geçenlerde bir haber okudum. Putin bilim adamlarına talimat vermiş. "Uzun yaşamın sırrını bulun." diye. Yani "Gençliğin sırrını bulun" demiş.

Haberde diyor ki, Putin, 

"Rus bilim insanlarına gençleştirici araştırmalarını hızlandırmayı emretti."

Bu haberi duyunca başka bir şey aklıma geldi.

Eski bir Çin imparatoru , tarihteki diğer birçok hükümdar gibi ölümsüz olmak istemiş ve doktorlarından ölümsüzlük iksirini bulmalarını istemiş. Rivayete göre doktorlar ölüm iksiri diye ona zehir içirmişler ve 39 yaşında ölmüş. Diğer bir rivayete göre ise kendisi bu konuda görevlendirdiği elçilerden eskiden çok uzun yaşayan insanların cıva içtiğini öğrenmiş ve içtiği cıvadan zehirlenerek ölmüş.


Tamamını oku
Tarih: Haziran 02, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Rakı neyle içilir? Suyla mı? Susuz mu? Yoksa...



Blogdaki yazılarıma bir baktım da, hayatımda çok önemli bir yer tutan bir şeyden hiç bahsetmemişim.

Rakıdan.

Her şeyi yazmışım. Ama rakıyı es geçmişim. Aslında neden yazmadığımı biliyorum da. Herkes biliyor da...

Neyse....

Bana soruyorlar rakı neyle içilir?

Suyla mı? Susuz mu?

Klasik yanıtı vereyim.

Zeki' yle içilir. Sezen' le içilir. Aşkla içilir. Mezeyle içilir. Dostla içilir. Yalnız içilir. Cümbür cemaat içilir.  Manzaraya içilir. Efkara içilir. Neşeye içilir.....Sebepsiz içilir....Canın isterse içilir.....

Keyfin nasıl istiyorsa öyle içilir. Yeter ki adabıyla olsun.

Yine soruyor?. Sen suyla mı içiyorsun susuz mu?

Diyorum ki...Ben bardaktaki o beyaz rengi seviyorum.

Mina Urgan' ın bir kitabı var. "Bir Dinazorun Anıları" . Bu kitapta bir rakı masasında Mina Urgan:

"Kalabalık bir grup, Aslanbaşı Lokantasında uzun bir masaya yerleştik. Onlar yiyor içiyor, ama ben, değil içmek, ağzıma bir lokma ekmek bile koyamıyordum. Sevgili konuklarıma hiçbir şey belli etmemek zorundaydım. Ama iskemlemden nerdeyse yere düşecek kadar bitkindim. Önümde iki bardak duruyordu. Birinde az su, ötekisinde çok su vardı. Az suyu olan bardak. sözde rakıydı. "Ne o? Artık rakıyı susuz mu içiyorsun?" diye şaştılar arkadaşlar. "Evet" dedim ve bitkinliğime karşın, politik bir yanı da olan küçük bir söylev verdim:

"Eskiden rakı böyle içilirdi. Çok küçük rakı kadehleri vardı. O küçük kadehten önce rakı içilir, üstüne soğuk su içilirdi. İngilizler, viskiyi susuz sodasız içerler. Ancak o görgüsüz Amerikalılar viskiye buzlu su ya da soda katar. 1940'lı yıllarda Missouri gemisinin İstanbul limanına demir atmasıyla birlikte, biz de onlara öykündük, rakımıza su kattık. Zaten biliyorsunuz, bizim yaşam biçimimiz, Missouri' den önce, Missouri' den sonra olarak ikiye bölünür. Missouri savaş gemisinden sonra, bizler milli içkimizin tadını bozduk. Ne var ki, dostum Cahit Kayra, bu yanılgıya asla düşmedi. Akşamları bir tek içer ama, susuz içer o teki. Ben de onun gibi yapacağım bundan böyle." 


Mina Urgan' ın bahsettiği (Çok küçük rakı kadehleri vardı.) rakı kadehi Osmanlı döneminde kullanılan "Leylek Boynu" adı verilen dar kadehlerdir. O dönemlerde rakılar bu kadehlerle sek içilirmiş. Ardından da boğazı temizlemek için su içilirmiş. Günümüzde rakı bardakları eskiden kullanılan limonata bardaklarıdır. Ben küçük bardaklarla içemiyorum. Yıllarca limonata bardaklarıyla içtiğim için ölçümü onlarla belirliyorum.

Mina Urgan, 1940 lı yıllardan önce rakının susuz içildiğini söylese de suyla içildiği yönünde de bilgiler var.

Leylek Boynu Bardak



Sezen Aksu' nu bir şarkısı var. Begonvil

Gönlünü ilk önüne çıkan
Yaz seferine bağlamışsındır
Vurunca dibine sakız rakısının
Biraz da ağlamışsındır

Sakız rakısı dediğimiz aslında Uzo, Mastika rakılarıdır. Onların içerisine aroma olarak sakız konulur. Bizde de damla sakızı konulurdu. Ama bizim geleneksel aromamız anasondur. Şimdilerde anason kokusu rakılarda eskisi gibi değil. Eskiden mutfakta rakı açıldığında sokağa kadar kokusu gelirdi. Eve girdiğimizde "Oooo rakı var." derdik. Şimdiki rakılar öyle değil. Anca bardağı burnuma götürünce alıyorum rakı kokusunu. Anasonu azaltımış rakılar içiyoruz. İçimi kolay olsun diye. Üniversite yıllarımı hatırlıyorum. Hani rakının sadece Yeni Rakı, Kulüp Rakısı, Tekel Rakısı ve benzerlerinin olduğu yılları. O yıllarda rakıyla çok haşır neşir olmayan arkadaşlarımız, rakıyı içerken burunlarını kapatırlardı. Ağır bir anason kokusu vardı

Anason deyince aklıma, Zakkum' un Anason şarkısı geldi. Ne diyor orda:

Dokunsalar
Ağlayacaksın
Ama hiç dokunmuyorlar
Biçare bakan gözlerin bırak kanasın
Gücüne gitsin şarkılar
Anason kokarken sofralar
Yaşlandırıyor seni aynalar
Her geçen yıl birer birer
Masadan eksiliyor dostlar
Anason kokarken sofralar

Mina Urgan' ın az önce bahsettiğim kitabında çok ilginç bir bölüm daha var. Onu da mutlaka buraya yazmalıyım:

Her konuda biraz tutucu genç bir doktor tanırım. Her nedense benim merakım da bu delikanlıyı siyasal görüşlerini ileri sürerek şok haline getirmek. Ne var ki, memlekette siyasal durumun berbatlığından ötürü genç doktorun bile aklı biraz başına geldiğinden, bunu başaramadım. Hatta beni onayladı nerdeyse. Bunun üzerine, çok katı ahlaksal ilkeleri savunduğunu bildiğim için, bazı alışkanlıklarımı anlatarak şunun damarına basayım diye düşündüm: Emekliliğimden beri akşamcı olduğumu, her akşam mutlaka içki içtiğimi açıkladım övünürcesine. Delikanlı, "ne kadar içiyorsunuz hocam?" diye sordu kaşlarını çatarak. Ben de o sırada bir yalan uydurup, büyük bir şişe içtiğimi söyleyemedim. "
İki, bilemedin üç tek" diye yanıtladım bu soruyu. Bir de baktım, delikanlının sert yüzünde gülücükler
belirdi. "Aman ne iyi yapıyorsunuz. Dr. Todd'un ilacıdır bu" demez mi! Fena halde bozuldum. "O da ne demek?" diye sorarken, kaşlarını çatmak sırası bana gelmişti. Meğer İngiltere' de bir Dr. Todd varmış. İçkiden hoşlanan yaşlı hastalarına sinir ilaçları, uyku hapları vereceğine, akşamları yarım bardaktan biraz fazla viski verirmiş. Bütün içkiciler de can atarmış Dr. Todd'un koğuşunda yatmaya. İlkin buna inanmadım, tanıdığım hekimlere sordum. Dr. Todd literatüre geçtiği için, hepsi biliyorlardı bunu. Az içkinin damarları açtığını, tıkanmaları önlediğini, kalbe iyi geldiğini açıkladılar bana. Böylece doktorların icazetiyle, her akşam iki tek rakımı içmeye devam ediyorum ve ihtiyarlığın nimetlerinden biri sayıyorum bunu.

Sonuçta içki zararlı bir içecek. Bir doktor olarak kim bu literatüre giren Dr.Todd diye internette araştırma yaptım. Todd Paralizi' ni görünce utandım. Nasıl unutmuşum diye. (Todd Paralizi: Çok kısaca;  Epileptik nöbet sonrası geçici felç durumudur.) Dr.Todd (Dr. Robert Bentley Todd) o dönemlerde, kendi reçetesi olan "hot toddy" ile hastalarını tedavi etmek ve semptomlarını azaltmak için, genellikle içinde brendi, sıcak su, bal veya şeker ve baharatlar içeren reçeteleri vermiş. O dönemlerde alkolün tıbbi amaçla kullanımı yaygınmış.

Ancak kesinlikle şunu unutmamak lazım. Alkol zararlı bir içecektir.

Bu arada internete Dr.Todd yazdığınıda ilginç bi haberle de karşılaşıyorsunuz. BBC' de yazılmış bir haber var. "Damardan votka hayat kurtardı." diye. Biraz da eğlence olsun diye haberin tamamını alta bırakıyorum.

Avustralyalı doktorlar zehirlenen bir hastayı hayatta tutmak için damardan votka verdiklerini açıkladılar. Ülkenin kuzeydoğusundaki Queensland eyaletinde doktorlar, intihara teşebbüs ederek büyük miktarda zehirli madde yutan İtalyan turistin, votka sayesinde kurtarıldığını söylüyorlar.

Doktorlar, etilen glikol içen 24 yaşındaki hastaya, normal koşullarda saf tıbbi alkol verilmesi gerektiğini, ancak hasta geldiği zaman hastane deposunda tıbbi alkol bulunmadığı için votka kullandıklarını belirtiyorlar.

Tedaviyi uygulayan doktorlardan Todd Fraser, Avustralya'daki ABC televizyonuna yaptığı açıklamada "Hastaya yoğun bakım ünitesinde kaldığı üç gün boyunca serumla votka verildiğini" söyledi.

Dr. Fraser, "Neden votka kullanmak zorunda kaldığımızı anlattığımızda, alışılmamış da olsa bu yönteme başvurmamızı hastane yönetimi de anlayışla karşıladı" diyor.

Doktorlar ayrıca, hastaneye geldiğinde bilincini kaybetmiş durumda olan hastanın, uyanana kadar votka nedeniyle oluşabilecek baş ağrısının da tümüyle geçmiş olduğunu söylediler.

İtalyan hastanın, hastanede iki ay önce tedavi edildiği ve sağlığına tekrar kavuştuğu bildiriliyor.

Ancak hastanın tedavi edilme yöntemine ilişkin ayrıntıların açıklanması için bugüne dek beklendi.



Dr.Todd 'la ilgili internette bir şey daha buldum. Aşağıda....   Muhtemelen Dr. Robert Bentley Todd ' den etkilenerek bu ismi koydular. İçinde is, baharat, zencefil ve bal var.




Eğer ben Türkiye' de bir rakı üreticisi olsaydım, rakının adını "Tanju" koyardım.

Aydın Boysan, rakının yalnız içilmeyeceğini, dostlarla içileceğini söylüyor.

Bir şairin, bir mimarın, bir avukatın ya da sadece bir mahalle arkadaşının ne söylediği kadar nasıl söylediği önemlidir. Rakı yalnız içilmez çünkü rakı içilirken insan konuşmak ister. Ve bazen dinlemek… Aydın Boysan

Aydın Boysan her ne kadar rakının gündüz içilmeyeceğini, akşam güneş batımından sonra içilmesi gerektiğini söylese de hem rakılar değişiyor, hem insanlar değişiyor, hem de bardaklar.... Günümüzde gündüz rakısı denilen bir kavram gelişti. Bana sorarsanız ne zaman canım isterse o zaman içiyorum. Rakı sofrasında bir tek şeyi önemsiyorum. İçtiğim kişiyi.


Önder Güngör / 2 Haziran 2025 / Ankara




Tamamını oku