Tarih: Kasım 22, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

İyi duygular.

 



Duygular;
Sevgi, korku, nefret, kin, heyecan, öfke, sevinç, panik, utanma, gücenme(kırılma, darılma) vb.. bir sürü duygumuz var. Bunları tarif etmeye çalışsak, belki de her birimiz daha farklı cümlelerle tarif ederiz. Çünkü her birimiz bunları daha farklı hissederiz.

Aslında bu yukarıda yazdığım duygulardan bahsetmek istemiyorum. Farklı bir duygudan bahsetmek istiyorum. Hani karlı bir kış günü arabamıza bineriz, kontağı çevirir çevirmez radyoda bir şarkı çalmaya başlar ya…O şarkı alır bizi bir yerlere götürür ya... Aniden yazın gittiğimiz bir yer, yolda olduğumuz bir an, güneşin altında uzanıp keyifle içimize çektiğimiz bir manzara, sevdiğimiz dostla sohbet ettiğimiz bir anı, ya da sevgiliyle vb.. bir an gelir ya aklımıza…İşte bu duygu benim en sevdiğim duygudur. Bu duyguya bir ad veremiyorum. Acaba yukarıda saydıklarımdan hangisine giriyor bilemiyorum…

İyi duygular diliyorum….


Önder Güngör / Ankara 



Tamamını oku
Tarih: Kasım 16, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Yakala onu


Sabah erken saatte arabaya bindin işe gideceksin. Yol yarım saat. Bluetooth bağlantısı tamam, şarkı listeni açtın, bastın gaza.

Yarım saat sonra iş yerine geldin. Arabayı park ederken ben nasıl geldim ya yolu hiç hatırlamıyorum dediğin oldu mu hiç?

Olmuştur.

Benim çok oldu. Deserebre halde yaşıyorum çoğu zaman. Konfüze.

Ama bunu bana yapan birisi var. Nerden mi biliyorum? Çünkü onu defalarca suç üstü yakaladım.

O benim içimdeki/beynimdeki küçük adam. Yooo büyük adam. Ya da öyle birisi. Sürekli benimle konuşuyor. Aslında seninle de konuşuyor. Sen de onu defalarca suç üstü yakalamışsındır. Kim mi bu? Kimleri ego diyor kimileri iç ses diyor. Aslında o bir metafor. Kimi zaman öğüt veren, kimi zaman sorgulayan, kimi zaman da hayal kurduran bir figür.


Onu susturmanın yolu yok. O asla yok olmaz. Ama onu dizginleyebilirsin. Eğitebilirsin. Eğer onun nasıl biri olduğunu öğrenirsen bu dediklerimi yapabilirsin. Ben bazen başarabiliyorum bunu.

Onun nasıl biri olduğu hakkında sana bilgi vereyim.

Sabah arabaya binmiştin ya oradan başlayalım. Müziği açtığın andan.

Çalan şarkı sana hüzünlü geldi. Biraz neşelenmek için müziği değiştirdin.

Sıla' nın şarkısı çalıyor.



Hadi kalk gidelim hemen şu anda
Kapa telefonunu, bulamasın arayan da
Açarız radyoyu
Yol nereye biz oraya

Şarkıyı duyunca  bu hafta sonu Cuma' dan izin alıp tatile gideyim diye aklından geçirdin. Küçük adam hemen olaya müdahil oldu. Sana bir önerme gönderdi. Gönderdiği önerme "İş yerinden izin alamazsın." Sen zihninde hemen iş yerinden nasıl izin alacağını düşünmeye başladın. Aklından deli bir soru geçiyor. "Ya izin vermezlerse."

İzin işinde kendini ikna ediyorsun. Bu sefer arabayla gitsem daha iyi olur diye düşünüyorsun. Küçük adam yine devreye giriyor. "Arabayla tek başına nasıl gideceksin. Yorulursun, uykun gelir, yollar kalabalık olur." diye bir sürü önermeyi zihnine yolluyor. Başlıyorsun bu olasılıkları sıradan geçirmeye. En sonunda her şeye rağmen arabayla gitmeye karar veriyorsun. Ama içindeki o küçük adam susmuyor. Seni bu tatilden vazgeçirecek. "3 günlüğüne o kadar para verilir mi?" diye başka bir önerme gönderiyor sana. Sen onunla baş ederken başkaları, başkaları, ve bir başka önerme daha zihnini meşgul ediyor.

Sonra işe geldiğinde, o yarım saati nasıl geçirdiğini hatırlamıyorsun. Halbuki bir çok kırmızı ışıkta durdun, soldan seni sıkıştıran arabaya yol verdin, önünde yavaş giden arabayı sollayıp öne geçtin ve daha bir çok şeyi farkında olmadan yaptın ve işe geldin. Evet az önce kilit cümleyi kullandım.

FARKINDA OLMADAN!

Bingo!

İşte içindeki o küçük adamı nasıl dizginleyip, eğitebileceğinin yanıtı.

FARKINDALIK!

Onu susturmayacaksın. Çünkü o susmaz. Ama onu fark edeceksin. Suç üstü yakalayacaksın.

Onu fark ettiğinde, o suçlu gibi başını eğip, kenara çekilecektir.

Ya da onu eğiteceksin. Ancak bunun için önce kendini eğitmen gerekecek. Çünkü o senin küçük bir yansıman. Sen olumsuz bir kişiliksen o da olumsuz önermeler sunar, sen olumlu bir kişiliksen onun önermeleri de olumlu olur.

Kabak yine senin başına patladı.


Önder Güngör / Ankara / 16 Kasım 2025









Tamamını oku
Tarih: Kasım 15, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

İçimizdeki Şaman / Nil GÜN

Foça 2009 / Önder Güngör


Küçük bir alıntı,

"Bazen yaşananları düşündükçe uyku uyuyamaz ya da çok uyur, yemek yiyemez ya da çok yer, kabuslar görebilir, vücudumuzda hayali ağrılar yaratabiliriz. Aslında tüm bunlar orijinal korku yaratan olguyla bağlantımızı tamamlamak ve özgürleşmek içindir. Kabuslar bu deneyimden öğrenmemiz gereken ve kaçırdığımız bazı verileri bize sunmak içindir. Kabusları bilinçlice aşmak için uyanık halde olayı hayalimizde yeniden yaşamak gerekir. Bilinçle yaşanan bir olaya bilinçaltı artık müdahale etmez."

Nil Gün/İçimizdeki Şaman kitabından

Tamamını oku
Tarih: Kasım 14, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Joan Baez - Ankara - Üstesinden geleceğiz.

Her zaman yaptığımız gibi Tinto Blanco'da çocuklara yemek yedirdim. Yemek sırasında kafedeki barkovizyonda Joan Baez ile Mercedes Sosa, Gracias A La Vida 'yı birlikte söylüyorlardı. Harika bir videoydu. Hemen alta videoyu ekledim.


Fotoğraf: Martial Trezzini/EPA/Shutterstock




Tabi bu videoyu izlerken anılar aktı gitti..1988 yılında Joan Baez' in Ankara Hipodrom'undaki konserini hatırladım. Ankara' nın ılık bir akşam üstünde yayılmıştık çimenlere. Başımızda kavak yelleri, elimizde biralar, sahnede Joan Baez..

Geçen Temmuz'da Zeynep Oral' ın bu konserle ilgili bir yazısı vardı Cumhuriyet' te.

"Ankara’da Murat Karayalçın belediye başkanı... (1989) Ankara Hipodromu’nda konseri var. Tam üniversite sınavlarının bittiği günün akşamı. 50 bin genç Hipodrom alanını doldurmuş. Finale doğru herkes ayakta! Gençler sarmaş dolaş dans ediyor. “Gracias a la Vida” şarkısını finalde beş kez tekrarlatıyorlar.. “Gençler birbirlerinden ayrılsın istemedim” diyor, bir daha söylüyor. Bir de polislere rica ediyor, “Kasklarınız çok parlıyor, acaba çıkarabilir misiniz” diye. Ve evet, evet çıkarıyorlar. Hepimiz polisleri alkışlıyoruz!"

Daha sonralarda Joan Baez' in Türkiye'ye ilk kez 1988 yılında geldiğini Refik Durbaş'ın Sabah Gazetesi'ndeki yazısından öğrendim. İlk olarak İstanbul'da konser vermiş. Bu konser öncesi Sultanahmet'i gezmiş. Ayasoyfa ve Sultanahmet Caminden etkilenmiş. İstanbul üzerine duygularını bir şiire dökmüş. Refik Durbaş'ın bu güzel yazısının geri kalanını olduğu gibi aktarıyorum. 

"Konseri vereceği gün Sultanahmet'i dolaşır. Ayasofya ile Sultanahmet camisinin kardeşliğine vurulur. Boğaz'ın güzelliği duygularını ayaklandırır ve bu heyecanına bir şiirle hayat vermek ister. İstanbul'un güzelliği karşısında duygularını söylediği şarkılarla birlikte şiiriyle de paylaşmak istemektedir. 
O yıllar "Milliyet Sanat Dergisi"ni yöneten Zeynep Oral, şiiri Türkçe'ye çevirmiştir, buna bir de "şair eli" değsin diye düşünür. 
Akşam, Lütfi Kırdar Spor ve Sergi Sarayı'nda konser başlamak üzeredir.
Sahnede Joan Baez ile Genco Erkal... Ve sürpriz: Genco Erkal şiirin Türkçe'sini, Baez de İngilizce'sini okuduktan sonra şöyle diyecektir: "Ben, İstanbul üzerine duygularımı kelimelere dökmeye çalıştım, ama duygularım Türkiye'nin iyi bir şairi elinde Türkçe'de yeniden yaratıldı. Bu şaire, Refik Durbaş'a teşekkür ederim."" 
(http://www.sabah.com.tr/yazarlar/durbas/2004/07/21/yuregin_sesi_joan_baez)

Alta, o güne ait bir konser videosu bırakıyorum.


Ankara'da hipodromun çimlerine yayıldığımız konser gününün üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen o günü çok iyi hatırlıyorum. Daha yolun başındaydık...

Önder Güngör / Ankara /2016
Tamamını oku
Tarih: Kasım 10, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Mandıra Filozofu


 

Yıllar önce size Rüya Satan Adam (Rüya Taciri) filmi için kısa bir not yazmıştım. Burada.

Hatta film için, bizim Mandıra Filozofu bundan bir tık daha iyi demiştim. Geçenlerde Mandıra Filozofu ' nu bir kez daha izledim. Aslında hepimiz Mandıra Filozofu' yuz.😀 Dilimizden güzel kelimeler akıyor ama sadece dilimizden. Sorsan; herkes Mustafa Ali gibi konuşur. Ama yaşamaya gelince...

Mustafa Ali' nin sahnesi;

"Modern hayat insana kurnaz olmayı öğretiyor." diyerek başlıyor.

"Ferhat dağları delmek yerine buldozerle geçseydi, Mecnun, Leyla' nın aşkıyla çölde kavrulurken klimalı ciplerle gezseydi aşkları efsane olur muydu?" diye devam ediyor.


50 yaş üstünde olan bizler bile "Eskiden sevdiğimiz kızın yanından geçerken yüzümüz kızarırdı. O zaman her şey daha masumdu." demiyor muyuz? Sevdiğimiz kızı görmek için günde elli kere evinin önünden geçmez miydik? Ya da gizlice, hiç kimseye belli etmeden masumca takip etmez miydik peşinden? Utangaç bakışlar atmaz mıydık sınıftaki sıraların üstünden? 

Şimdi demiyor muyuz gençler için, "Ellerinde telefon "Like' la beni amk" diye sevgiliye mesaj atmalar. Küfürlü yazışmalar." yapıyorlar diye. 

Sahi şimdilerde şiir okuyan ya da şarkı sözlerini anlamıyla dinleyen genç kaldı mı? 

Yoksa biz miydik son Mecnun, son Ferhat, son Leyla...

Şu güzel dizeleri kimin yazdığını bilen genç kaldı mı günümüzde?

“Seviyorum seni, ekmeği tuza banıp yer gibi,
Geceleyin ateşler içinde uyanarak,
Ağzımı dayayıp musluğa su içer gibi…”
Nazım Hikmet


Ya da sevgilisi için aşağıdaki duyguları hisseden.

“Ağzım kuruyor, dilim dönmüyor, Anlatamıyorum.” Orhan Veli

Filmde en sevdiğim sözlerden biri de "İnsan sesini değil sözünü yükseltmeli. Çünkü yaprakları yeşerten gök gürültüsü değil yağmurdur."

Ve Mustafa Ali, Bukowski ile devam ediyor mesajlarına,

"En mutlu insanlar her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sahip olduklarını kaybetmeyecekmiş gibi sevenlerdir." 

Cahit, tekneden koya gelip, Mustafa Ali' ye "Buranın sahibi kim?" diye sorduğunda Mustafa Ali' nin "Ben kiracıyım?" 

"Peki sahibi kim?"

"Kimilerine göre Allah, kimlerine göre Tanrı" dediği bölümde, daha önce blogumda alıntıladığım bir hikaye aklıma geldi.

Hayatın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gider. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu görür... Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını görür ve merakla sorar: 

"Neden hiç eşyanız yok?" der. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz... Onlar nerede?" 

Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sorar gezgin gence; 

"Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var, yavrum" der. "Peki, senin eşyaların nerede?" 

Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtlar bu soruyu: 

"Ama görüyorsunuz.... Ben yolcuyum."

Bilge:

"Ben de öyle, yavrum" der...

Filmde çok manidar bir replik daha var.

"Yani bu ülkedeki tüm tavuk çiftliklerini satın alacak kadar paranız var, ama tek bir yumurta bile yiyemiyorsunuz, öyle mi?"

Sonra da filmi izleyen herkesin kafasında yaptığı "Ömrünün geri kalanında yaşayacağı yaz tatili sayısı hesabı."

Herhalde herkes bu hesabı sessizce içinden yapmıştır.

Bir replik daha:

"Bu bir Iphone 5 mi?" (Filmin ne zaman çekildiğini buradan anlayabiliriz.😉😌)
"Evet"
"Hayatınızda daha kaç tane Iphone görebileceksiniz Bay Cavit? Hatta onu tasarlayan Steve Jobs bile sadece dördünü görebilmişti."

Tatil ve Iphone hesapları Cavit' in yüzünü değiştirir. Ve Cavit yüzmeye karar verir.😥

Benden bu kadar gerisi sizden.

Önder Güngör / Ankara / 10.11.2025


Tamamını oku
Tarih: Kasım 08, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Sarı ışık

 



Yatağında uzanmış karnını tutuyordu. Tüm geceyi uyku ile uyanıklık arasında geçirmişti. Karın ağrısı, kabuslar, sersem bir uykuydu..
Terliklerini giyip, yatak odasındaki boy aynasının karşısına geçti. Gözlerini kısarak kendisine baktı. Bir süre sonra ayaklarından başına kadar vücudunu saran tüm renkleri görmeye başladı. Eğer dışarıda rüzgarlı bir havada olsaydı, ya da kalabalık bir yerde olsaydı, vücudundan bulut şeklinde küçük küçük renklerin koparak ayrıldığını, aynı şekilde de yerine yenilerinin geldiğini görecekti. Ancak yatak odasında sadece renkleri ve hareketlerini görüyordu. Vücudunu dikkatlice inceledi, kahverengi ve gri renkleri arıyordu. Kendisinde siyah renk olmayacağını biliyordu. Bu incelemeyi defalarca yapmıştı. Sadece son zamanlarda biraz ihmal etmişti. Nereye bakması gerektiğini biliyordu. Hızlı bir bakıştan sonra karnına odaklandı. Sarı bir ışık hüzmesinin içinde, gri ve kahverengi renkleri gördü. İnce birer çizgi gibiydiler. Onları çok önemsemedi. Daha da dikkatli bakınca devinim halindeki sarı rengin tonları içinde uçuşan siyah renkleri görünce endişesi arttı. İlk kez vücudunda siyah renkle karşılaşmıştı. Derin bir nefes aldı. Biraz korku, biraz da endişeyle karışık bir histi hissettikleri....
Hızlıca dün akşam sandalyenin üzerine bıraktığı kıyafetlerini giydi. Sonra sakinleyince tekrar çıkardı. Acemice davrandığı ve panik olduğu için kendi kendine gülümsedi. Salona giderek her zamanki koltuğuna oturdu. On dakika kadar nefes egzersizi yaptı. Sonra tekrar giyindi. 
Arabasını çalıştırdığında hangi yöne gideceğini kafasında planlamıştı. Nisan ayının ilk haftasıydı.  Daha öncede bir arkadaşı için, yine Nisan ayında oraya gitmişti. Konya yoluna çıktığında halen daha nefes egzersizine devam ediyordu. Bala yoluna doğru döndü. Yaklaşık yarım saat kadar arabayı sürdü. Yüksekçe bir tepenin yanında durdu. Güneş parlaktı, havada bahar kokusu vardı. Derin bir nefes alarak tepeye tırmandı. En tepeden aşağılara ve uzaklara bakındı. Sarı bir renk arıyordu, ama içinde mavi ışık kıvılcımları da olması gerekiyordu. Arkasına dönüp daha yüksek tepelere doğru baktı. Yaklaşık yüz elli,, iki yüz metre kadar ileride büyük sarı ışık hüzmesini gördü. Oraya doğru tırmandı. Geçen yılda buna benzer sarı ışık hüzmesini buralarda görmüştü. Işığa iyice yaklaştı. Bunlar mor renkli küçük dağ çiçekleriydi. Sadece kendisine yetecek kadarını topladı. Çünkü diğerlerini başkaları için bırakması gerekiyordu. Yani doğada yaşayan hayvanlar için..Onlar da bu sırrı biliyorlardı çünkü..


Saatlerce bu çiçeklerin yanında oturdu. Vücudundaki ışıkla, bu ışık huzmesi arasındaki etkileşimi gözlemledi. Çiçeklerden kopan sarı ışık bulutlarının kendi vücuduna girişini bir kez daha hayranlıkla inceledi. Bu bir mucizeydi. Hiç bir şey yapmasına gerek yoktu. Sadece yanlarında oturması yeterliydi. Saatler sonra kalktı. Arabasına doğru ilerlerken, küçük bir tepenin üzerindeki ağaçlardan yayılan büyük yeşil ışık huzmesini gördü. Bir arkadaşının göğüs ağrısı için ağaçların yapraklarından topladı. Ağaçların arasında çok kuvvetli bir turuncu ışık gördü. Küçük yeşil bir ottu. Onu da kasık ağrısı olan bir arkadaşı için topladı.
Eve geldiğinde, güneş yatay pozisyona geçmişti. Kendisi için topladığı mor çiçekleri yaptığı salatanın üzerine koydu. Arkadaşları için topladığı bitkileri kuruması için balkona asmıştı.
Salatasını yerken Lokman Hekimi düşünüyordu. Bir tepenin üzerinde durmuş sarı ışık huzmesi arıyordu...


Önder Güngör / Ankara / 08.11.2025

Tamamını oku
Tarih: Kasım 03, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

7.Cadde' de garip bir dükkan.



Bir arkadaşımla Bahçeli 7.Caddede buluşmak için sözleşmiştik. Saate baktım. Buluşmamıza daha bir saat vardı. Kendimi aç hissettiğim için etrafta pizzacı aradım. Vejetaryen olduğumdan dışarıdaki yemek seçeneğim oldukça azdır. Ömrüm boyunca "Ne yemek yersiniz?" sorusuna "Fark etmez. Ne olsa yerim." diyenlere imrenmişimdir. Oysa tüm menüde, benim için bir iki tane seçenek anca bulunur.

Garsona vejetaryen pizza siparişi verdikten sonra çantamın içindeki kitaplardan, "Tanrı ile Sohbet-1" i çıkardım. Bu ayki okuma kitabımdı. Nerede kaldığımı bulmak için sayfalara hızlıca göz gezdirdim. Kitap okurken kitap ayıracı hiç kullanmadığım gibi, kaldığım yeri işaretlemek için kitabın ucunu kıvırmam, arasına herhangi bir şey de koymam. Çünkü kaldığım yeri ararken sanki kitabın son bölümlerinin bir özetini okumuş gibi hissederim kendimi. Paragrafların ve sayfaların bir bölümünü okur, atlayarak diğer sayfalara geçer ve kaldığım yeri bulurum. Hatta, okuduğum bazı yerleri yeniden okuyunca, dikkat etmediğim anlamları keşfeder ve orayı yeniden okurum. İşte gözden kaçırdığım bir bölüm daha;
"Bilmek, yoğun şükran duygusunun olduğu yerde olur. Şükran, önceden teşekkür etmektir. İşte bu yaratıcılığın en büyük anahtarıdır; yaratılacak olan için önceden memnuniyet duymak, önceden bilmek. Bu, ustalığın göstergesidir. Tüm ustalar önceden bir şeyin olduğunu bilir.(Olmuş olarak görür.)"

Pizza ve bira benim için güzel ikilidir. Hesabı ödedikten sonra, geri kalan zamanımda da biraz yürümek iyi olur diye düşündüm. Bahçeli 7.Cadde' nin öğrenciliğimde güzel anıları olmasına rağmen, benim için popülerliği azalmış bir caddedir. Öğrenciliğimde, özellikle ılık yaz akşamlarında, gecenin geç saatlerine kadar burada yürüyebilirdiniz. Sanki o zamanlarda Sim'den aldığımız dondurmalar daha bir lezzetliydi. Cadde daha bir havalıydı. İnsanlar daha bir güzeldi. Ben daha bir heyecanlıydım.

Bu düşüncelerle yürürken küçük bir dükkanın vitrini gözüme ilişti. Diğer dükkanların arasına sıkışmış küçücük bir dükkandı. Pencereleri ve kapısı beyaz tahtaydı ve boyayla boyanmış, ancak yıpranmış ve boyası yer yer dökülmüş durumdaydı. Tabelası sökülmüş, camında da "Çok yakında kapanacak" yazıyordu. Dükkana yaklaşıp, camından, şaşkınlık ve tebessümle vitrindeki iki mandoline baktım. Birisi benim, diğeri de ikiz kardeşimin küçüklüğümüzde kullandığımız mandolinlerin aynısıydı. Tahta kapıyı zorlayarak açtım. İçerisi dışarıdan göründüğünden daha küçüktü. Köşedeki sandalyede bir bayan oturuyordu. Siyah saçlıydı, saçlarını her iki yandan örmüştü. Gözleri iriydi, siyah ve parlaktı. Benden yaşlı olduğunu tahmin ediyordum, ancak müthiş bir enerjisi vardı. Böyle aurası olan insanlara çok seyrek rastlardım. Ayağa kalkıp, bana doğru yaklaştı. O zaman bütün betimlemelerim ve düşüncelerim değişti. Ne yaşlıydı, ne gençti, ne güzeldi ne çirkindi...Muazzam bir çekiciliği vardı. 
"Hoş geldin." dedi, doğrudan samimi bir hitap şekliyle. Ben ise temkinli bir şekilde, 
"Hoş bulduk" dedim.
Dükkanın içi bomboştu. Sadece dışarıdan görünen iki mandolin dışında hiç bir şey yoktu. Gerçekten de çok yakında kapanacak izlenimi vardı. 
"Vitrindeki mandolinlerin aynısından benim de var. Bakabilir miyim?" dedim.
"Tabii ki bakabilirsin. Onlar zaten senin." dedi.
Şaşkınlıkla kadına baktım. Benim mi? Ne demek o? Kadının dediğini çok da ciddiye almadım. İçimdeki soruları bastırarak küçükken benim mandolinimin aynısı olan mandolini elime aldım. Aynı benimki gibi Adil İmer yapımıydı. Aman Allah'ım.. Bu mandolin gerçekten de benim mandolinim aynısı idi. Yıpranmış yerleri, rengi atmış tahtası, parmaklarımın kirlettiği nota yerleri, hatta üzerine sıkıştırılmış eski penası...Bu bu benim mandolinimin aynısıydı.
Kadına baktım. Gülümsüyordu.
"Dedim ya senin mandolinin." diye yineledi.
Şaşkınlıkla, "Ama bu benim" dedim." Nasıl buraya gelmiş?" Aklımdan mandolinimin evde nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Daha bir hafta önce görmüştüm. Gardırobun üstünde duruyordu. Acaba eve hırsız mı girmişti? Onu çalıp buraya mı getirmişti? Ama eve hırsız girse haberimiz olurdu. Hem hırsız niye bir tek onu çalsındı ki? .Kadının sesiyle düşüncelerim uçup gitti.
"Tanrı ile sohbet ediyor musun?" dedi.
"Anlamadım" dedim. Aslında kadının ne dediğini gayet iyi duymuştum ama ne diyeceğimi bilemiyordum.
"Tanrı ile sohbet ediyor musun?" diye tekrarladı. Etkileyici bir ses tonu vardı. Ne dediğinden çok nasıl söylediğine, sesine, yüzüne, dudaklarına dikkat ediyordum.
"Hayır." dedim, ne söylediğimin farkında olmadan. Ömrüm boyunca birçok soru ile karşılaşmıştım. Entelektüel toplantılarda, yapmacık, laf olsun diye sorulan yada cevabının dinlenmeyeceğini bildiğim bir çok garip sorularla karşılaşmıştım Hatta ben bile bu tür saçma sapan sorular sormuştum. Ama ilk kez, biri bana tanrı ile sohbet edip etmediğimi sormuştu. Üstelik insanın üzerinde muhteşem bir etki bırakan bir kadın tarafından sorulmuştu bu soru. Birden aklıma az önce okuduğum kitap geldi. Adı bu değil miydi? "Tanrı İle Sohbet".
Soruyu yumuşak bir ses tonuyla tekrar kulaklarımda hissettim.
"Sohbet etmelisin bence." dedi.
"Bununla ilgili bir kitap okuyorum." diyebildim ancak. Garip olaylar içerisindeydim. Küçük bir dükkan, güçlü bir auraya sahip olan bir kadın, elimde buraya nasıl geldiğini bilmediğim kendi mandolinim ve tuhaf sorular.
"Demek bununla ilgili bir kitap okuyorsun. Çantanda taşıdığın tanrı ile sohbet etmenin kitabını yani."
Çantamdaki kitabı nerden biliyordu? Mutlaka kafede okurken görmüştür diye düşündüm.
Kadın devam etti.
"Tanrı ile sohbet etmenin kitabını okumak yerine tanrı ile sohbet etmelisin." dedi. Kapıyı açıp dışarı çıkmamı işaret etti.
Elimdeki mandolini aldığım yere bırakıp verilen emre itaat ettim. Sanki hipnotize olmuş gibiydim.
Aklım karışık, neyin gerçek neyin gerçek dışı olduğunu bilemeden dışarı çıktım. Kalabalık bir otobüsten durakta inmiş gibi hızlı adımlarla uzaklaştım. Ama niye gidiyordum ki? Daha içeride kalıp, mandolinimin oraya nasıl geldiğini soramadım. Hem çantamdaki kitabı nasıl biliyordu? Üstelik tanrıyla sohbet et ne demekti? O kadın kimdi? Hızla geri dönüp dükkana doğru yürüdüm. Ama dükkan arkamda yoktu. Ne kadar hızlı yürüdüysem, çoktan mesafeleri aşıp gitmişim. Biraz daha yürüdüm ama dükkanı bulamadım. Defalarca 7.Caddeyi dolaştım ne öyle bir dükkan vardı ne de o dükkan hakkında bilgisi olan biri.


Önder Güngör / Ankara / 08 Kasım 2015

Tamamını oku
Tarih: Ekim 30, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Yirmi yedi yıl sonra görüşürüz.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi 3. sınıftaydım. 1991 yılının baharıydı. Bahçede sırtüstü çimenlerin üzerine uzanmış, yukarıdaki ağacın yapraklarını sayıyordum. Bir, iki, üç…

Yanımdan geçen üç kişiye başımı çevirerek baktım. Aynı sınıftaydık. Birbirimizi görmezden gelmeye alışmıştık. Selamsızdık, sınıfın diğer yarısıyla olduğu gibi. Onlar yürümeye, ben saymaya devam ettim. Dört, beş, altı, yedi….
Birden yapraklar üzerime düşmeye başladı. Sanki ağacın kocaman gövdesini bir dev sallıyordu. Toprak titredi. Gözlerimi kapattım. Bir şeylerin hızla akıp gittiğini hissettim. Zaman.
2018 yılının sonuydu. Meyhanenin önündeydim. Taksiden inerken şoföre hemen gitme yanlış gelmiş olabilirim dedim. Yanlış gelmemiştim. Aklımdaki soruya yanıt bekliyordum. Acaba içeri girmeli miydim? Aradan geçen yirmi yedi yıl sonra ne anlamı vardı. Üstelik bu tür buluşmaları hiç sevmezdim. Hayatımı birbiriyle kafa kafaya gelen, sonrada yoluna devam eden karıncalar gibi yaşamıştım. Belki de bu yüzden hiç dost edinemedim.
Acaba taksiye geri dönüp, başka bir yere mi gitmeliydim? Elimle şoföre gitmesi için işaret ettim.
Meyhanenin müziği dışarıdan duyuluyordu. Candan Erçetin’ in Gamsız Hayat şarkısı çalıyordu.

Sormayın neden bu durgunluğum
Görmeden kuytu yaralarımı
Sormayın neden bu huysuzluğum
Bilmeden saklı duygularımı

Masada dört kişi vardı. Sıcak bir tokalaşma ile merhabalaştık. Önce isimleri hatırlamaya çabaladım, sonrada anıları yakalamaya.
Sandalyeye otururken aklımdan sadece şu soru geçiyordu.

Doğru yerde miyim?

Üniversitede iki yıl kaybetmiştim. Her parçam ayrı bir sınıfta kalmıştı. Esmer yıllardı o yıllar. Ne kara, ne beyaz. Ne iyi, ne kötü, ama çirkin.
İlerleyen zamanda dokuz kişi olduk. Bazılarıyla birlikte okuduğumuz süre içinde hiç konuşmamıştık. Hatta selamlaşmamıştık bile. Aynı masada kalem tutmuşluğumuz yoktu, şimdi ise kadeh tutuyorduk.
Başımı kaldırıp, herkesin yüzüne tek tek bakıyordum. Gülüşler, mimikler, hatta baş çevirişler bile aynıydı. Zamanı kandırmışlar, kendilerinde bir şeyleri saklamışlardı. Gelip geçen yıllar, gözlerine dokunmamıştı.
Elimdeki kadehi yudumlarken, masada uçuşan isimleri hatırlamaya çalışıyordum. Hayat bazılarının yakasından, bazılarının ise omzundan tutmuştu.
Derin bir nefes aldım, ne hissediyorsun diye sordum kendime?
Harika.
Doğru yerdeydim. Sevmiştim bu buluşmayı.
Sıcak bir sarılmayla vedalaştık.
Taksinin radyosunda Sıla çalıyordu. Biraz sesini açmasını istedim şoförden.

Zamanı, vakti var derken o gün geldi çattı
Açtım gül kokan, gül kurusu bakan o eski sandığı..
Davetsiz bu hayatın mutlaktır oyunları
Kaybettik mi yoksa kazandık mı? Ben sustum cevabını..
Evimde hem de baş köşede yerin var, sakladım!

Bu akşam sarhoş olmuştum, ama içtiklerimden değil anılarımdan.
Başımı koltuğa yasladım, gözümü kapattım. Şoför o halimi görünce camı açtı. İçeriye serin bir rüzgar girdi. Zaman uçtu gitti.

Gözlerimi açtım. Ağacın yapraklarını saymaya devam ediyordum. Sekiz, dokuz, on…
Doğrularak çimenlerin üzerine oturdum. Bizim sınıftan iki kız geçiyordu yine. Selamsız olduklarımdan. Göz göze gelince, merhaba diyerek el salladım. Şaşırmışlardı. Birbirlerine bakıp, bu şimdi bize niye selam verdi ki edasıyla, başlarını öne eğip gittiler. Ayağa kalkıp, arkalarından kısık sesle,
Yirmi yedi yıl sonra görüşürüz dedim.


Önder Güngör / 2018 / Ankara

Tamamını oku
Tarih: Ekim 29, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Son zamanlarda Youtube' da ne izliyorum? Yaşa Bu Hayatı Tolga Yalçın

Youtube videoları vazgeçilmezim. 

Nasıl ki antik dönemlerde İskenderiye Kütüphanesi, Pergamon Kütüphanesi, Beyt' ül Hikme o dönemlerin en büyük bilgi merkezleri ise internetin en büyük kütüphanesi de benim için Youtube' dur. 

Hatırlayanlarınız vardır. Eskiden salon vitrinlerinin içinde ciltler halinde Meydan Larousse ansiklopedilerimiz olurdu. Bayağı da pahalı satılırlardı. Ben çoğu zaman rastgele bir cildi seçer sonra da yine rastgele açtığım sayfaları okumayı çok severdim.

Bir de milliyet çocuk dergisi alırdım. Onun orta sayfalarından bir kaç sayfayı telleri ayırarak çıkarır biriktirirdim. Bunlar da mini ansiklopedi olurlardı benim için. Ama bir arkadaşımdan öğrenmiştim. Biriktirme oku demişti. O yüzden ilgim olsun olmasın her bilgiyi okur öyle arşivlerdim. Sonradan faydasını çok gördüm. 

Neyse... Dönelim yazımın başlığına.

Bu aralar Tolga Yalçın' ı çok izliyorum. Yaşa Bu Hayatı Youtube Kanalı.

Tolga' yı izlediklerimden tanıyorum. Çok naif, akıllı, bilgi dolu bir arkadaş. 

Kanalından birkaç videoyu aşağıya bırakıyorum.









Tamamını oku
Tarih: Ekim 28, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur.

 


Cicero: "Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur" demiş.
İngilizlerin meşhur bir deyimi vardır. "Nothing new under the sun"
Güneş altında söylenmemiş söz yoktur. 

Şimdi yazdığım ve şu anda senin aklından geçen her şey daha önce ya söylenmiş ya da düşünülmüş. Sözün özü bu. Bu da beni her zaman adını duyduğumuz evrensel düşünce (kolllektif düşünce, kozmik düşünce, kozmik zihin vb..) kavramına götürüyor. 

Yıllar önce bir kitapta okumuştum. İnsan beyni düşünce üretmez, kollektif bilinçten düşünceyi alır ve kullanır diye. Tekamül düzeyi evrenden alacağı düşünce frekanslarını belirler yazıyordu kitapta. Frekansı yüksek olan kişiler yüksek düşünce kalıplarını frekansı düşük olanlar ise düşük düşünce kalıplarını kullanırlarmış. 

Yine adını hatırlayamadığım bir kitapta ise insan öldükten sonra ruhu bedenden ayrılır, düşüncesi ise evrene aktarılır diye okumuştum. 

Peki düşündüğümüz her şey, daha önce düşünülmüş, daha önce söylenmiş ise, biz neyi düşünüyoruz, neyi yazıyoruz, neyi konuşuyoruz. Beynimiz ne işe yarıyor. Gerçekten Cicero’nun dediği gibi mi her şey? Acaba bu sözün anlamı gerçekten bu mu? 

1954 yılında genç bir fizikçi olan Hugh Everett çoklu dünyalardan bahseder. Dünyada yaşadığımız büyük tarihsel olayların farklı sonuçlarının farklı evrenlerde yaşanmış olabileceğini ve buna benzer paralel evren senaryolarını ilk kez gündeme getirir. Paralel evren hakkındaki tezleri ilk okuduğumda bu adlandırmanın eksik olduğunu düşünmüştüm. Çünkü paralel evreni ya da paralel dünyaları arkadaşlarımla tartıştığımda şunları fark ettim. İnsanlar paralel evrenin/dünyanın varlığına inanıyor ancak bu olayların sınırlı sayıda ve farklı dünyalarda gerçekleştiği düşüncesine kapılıyorlardı. Ben ise paralel evren/dünya yerine paralel hayatların olduğunu bunun farklı bir mekan ya da faklı bir zamanda ve sınırlı sayıda olmadığını hayal etmelerini söylüyordum. Ancak evrenin sınırsız olduğu ve sürekli büyümekte olduğu yönündeki bilimsel görüşler, farklı dünyalar ya da farklı evrenlerde paralel/çoklu yaşamları daha olası kılıyordu. 

Bu yıl okuduğum bir yazı ise yüzümde tatlı bir gülümseme oluşturdu. 
“Hertog ve Hawking'in yeni makalesinde, uzayın farklı fizik kanunlarının geçerli olduğu 'cep evrenleriyle dolu olduğu' teorisi yerine, bu alternatif evrenlerin birbirinden çok da farklı olmayabileceğini ortaya koyuldu.” 

Yani alternatif evrenler, aynı zaman ve mekanda olabilir diyordu makale. Sınırsız depolama kapasitesine sahip bir bilgisayara ne kadar film kaydederdiniz? Tabii ki sınırsız. Açıklamaya çalıştığım şey tam anlamıyla şu. Dünyada 8 milyar insan olduğunu düşünün. Bu 8 milyar insanın hayatı boyunca yaşadığı birçok olayın, farklı sonuçlarla ve farklı bir hayatta yaşanmaya devam ettiğini ve bunun sayısının da milyarlarca olduğunu düşünün. 8 milyar insanın milyarlarca çoklu hayat yaşadığını düşünün. Unutmayın evren sınırsız bir depolama kapasitesine sahip. Daha da ileri gidelim. Her bir dakikanızda milyarlarca farklı sonuçları olan ayrı bir paralel evren yarattığınızı hayal edin. Bir saat içinde yaşadığınız her dakika için milyarlarca çoklu/paralel hayat…Ve bingo. Bu hayatların her birinde yarattığınız düşünceleri, duyguları…Aklınızın sayamayacağı kadar düşünce… 

Birazda son zamanlarda sıkça konuşulan zaman kavramından bahsetmek istiyorum. Zamanın geçmişte ve gelecekte aynı anda yaşandığı zaman kavramından. Einstein bu konuda “Geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki ayrım sadece bir yanılsamadan ibarettir, ne kadar kalıcı olsa da” demiştir. Düşünsenize bütün zamanlar şu anda, aynı anda yaşanıyor. Şu an, geçmiş, gelecek ve tüm paralel/çoklu hayatlar…Hepsi şu anda yaşanıyor. Ya da geçmişte ya da gelecekte. 

İki cümleyle özetlersem: Paralel/çoklu hayatların varlığı. Tüm zamanların aynı anda yaşanması. 

Şimdi Cicero’ nun sözü yerli yerine oturuyor. "Bu gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur"

Önder Güngör / 2015 / Ankara
Tamamını oku
Tarih: Ekim 26, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

İnek oturdu.


İçime oturmuş İNEKle konuşuyorum. "Kalk!" diyorum ama dinlemiyor. 

"Oturacaaaam" diyor. 

İçeceğim iki biranın birine göz dikti. Aslında en sevmediğim şey de iç sıkıntısı yaşadığım günlerde içmek. İçmem için bahaneler gerek bana. Güzel bahaneler. Mesela hafta sonu olmalı. Bedenim denize elli metreden daha yakın bir yerde olmalı. Güzel bir müzik olmalı güzel bir ses söylemeli, kulağıma çıplak gelmeli. Henüz güneş daha batmamış olmalı. Masa uzun olmalı ama sevdiğim arkadaşlar yakınımda oturmalı. Patlıcan kızartması olmalı üzerinde domates sosu dökülmüş olmalı.

Meli malı. Ama asıl "Rakı" olmalı. 

Çünkü birayı meşrubattan sayarım.

Bir bira içtikten sonra telefon çalıyor. Arkadaşım diyor ki bara gidelim.

İçime inek oturmuş gelemem diyorum.

Ne ineği olum manyak mısın sen diyor. İnsanın içine öküz oturur inek oturmaz diyor.

Olum erkeklerin içine öküz oturmaz inek oturur diyorum.

Her neyse ben onu bir .......... oturacak yer bulamaz diyor. Hazırlan hadi diyor.

Barda Barış Manço' nun "Can bedenden çıkmayınca." şarkısını dinliyorum. En sevdiğim dizesi geliyor.

Kurumuş bir çiçek buldum mektupların arasında
Bir tek onu saklıyorum, onu da çok görme bana
Aşkların en güzelini yaşamıştık yıllarca
Bütün hüzünlü şarkılar hatırlatır seni bana


Masaya bir arkadaş geliyor. Yoktun abi uzun zamandır diyor.

İnekten mütevellit diyorum

Ne ineği abi diyor.

Boş ver diyorum.

Yanımdaki arkadaşıma bakıyor.

O da başıyla beni işaret edip, artık öküzlerle ineklerle arkadaşlık yapıyor diyor.

Ne diyor bunlar yahu diye içinden geçirdiğini düşündüren bir bakış atıyor yüzlerimize. Neyse abi deyip kalkıyor, tam gidecekken geri dönüp masaya yeniden oturuyor.

Yüzüme bakıp. Abi nefes alacaksın diyor. Dörde kadar sayarak ALLLL sekize kadar ayarak VERRR diyor. Bunu on beş dakika yap diyor. Sonra kalkıp gidiyor.

Başlıyorum nefes almaya. Yanımdaki arkadaşım yüzüme bakıp, dudaklarını bükerek başını bir oyana bir buyana sallıyor. Masadaki yarısı dolu bira şişelerini yandaki boş masaya koyuyor ve eliyle işaret ettiği çocuğa meşe fıçısında damıtılmış olan içecekten getirmesini söylüyor.

Birer bardak doldurduktan sonra dikiyoruz kafaya.

Sahneden kulağımıza bir şarkı ezgisi geliyor.

Herkes aşkını yazmış duvarlara kağıtlara
Ben seni sardım sakladım yarınlara
Beklerim günüm gelecektir nihayet
Sonu yok bunun bu aşkı kıyamet

Arkadaşım yüzüme bakıyor. İnekten bir haber var mı? diyor. Bilmiyorum sanki kalkıp gidecek gibi diyorum.

Birer kadeh daha döküyoruz kafamıza, içimizdeki ateş olmadan yanan sıcaklığımıza akıyor içecek.

Masadaki telefonumun ekranı uyanıyor. Elime alıyorum. Gelen mesajları okumadan sola doğru kaydırıp bildirim ekranından siliyorum. Birden aklıma telefonuma aldığım notlar geliyor.

Bir ara sayfalarını karıştırırken ilginç olan bölümlerini kaydettiğim, Norman Doidge' nin Beynin Şifa Bulma Gücü adlı kitabından aldığım bir notu görüyorum. 

Beynin plastik olduğunu ortaya koyan, benim nöroplastisite uzmanları olarak adlandırdığım bilim insanları değişmez beyin doktrinini çürüttüler. İlk kez canlı beynin mikroskobik aktivitelerini gözlemlemelerini sağlayan araçlara sahip olan bu uzmanlar, beynin çalıştıkça değiştiğini ortaya koydular. Öğrenme süreci devam ettikçe sinir hücreleri arasındaki bağlantıların arttığını ortaya koyan kişiye 2000 yılında fizyoloji ya da tıp alanında Nobel Ödülü verildi. Bu keşfi yapan Eric Kandel adlı bilim insanı, aynı zamanda öğrenmenin nöral yapıyı değiştiren genleri "aktive ettiğini" gösterdi. Daha sonra zihinsel aktivitenin yalnızca beynin ürünü olmadığını, aynı zamanda beyni şekillendiren etken olduğunu ortaya koyan yüzlerce çalışma yapıldı. Nöroplastisite beyne modern tıpta ve insan hayatında hak ettiği yeri geri kazandırdı. 

Bu kafayla şimdi bu notları nasıl okuyayım diye düşünüyorum. Başka bir nota göz atıyorum.

"Kimse olmasa dahi hayatında sen varsın!" Doğan Cüceloğlu, ,

Bir de yanında bir link var. Linke tıklıyorum. Sahneden gelen müziğin sesine rağmen dinliyorum.


Arkadaşım ne dinliyorsun diye  soruyor? Yok bir ley deyip, ekranı kapatıyorum. İnek napıyor diye soruyor? Gitti herhalde diyorum ve sahneye dönüp, çalan müziği dinlemeye başlıyorum.


Önder Güngör / Ankara / 26 Ekim2026

Not: Fotoğraftaki ben değilim. Copilot yarattı onu. Keşke ben olsaydım be.
Tamamını oku
Tarih: Ekim 16, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Gecenin geç saati taksici anılarım-8

Dün gece yine saat iki buçukta Beat Taurus' tan çıktım. 

Düğmeye bastım. Taksi geldi.

Yolu tarif ettim. Başımı cama koyup, çiseleyen yağmurda yolda yansıyan ışıklara bakmaya başladım.

Kanımda Kızılderili' lerin ateş suyu dedikleri içecekten vardı. Hem de bir hayli. 

O yüzden konuşacak halim yoktu. Taksici arkadaş gençten biriydi. O da sohbeti sevmiyordu herhalde. İyi oldu diye geçirdim içimden.

15 dakika sonra evin önüne geldik.

Aynadaki taksimetreye baktım. 480 TL tuttu. Taksici arkadaş aynaya bakınca göz göze geldik.

"Abi 480 TL tuttu ama senden 1.000 TL alacam."  dedi.

Az önce gözümü ayırdığım aynaya yeniden baktım. Yine göz göze geldik.

"1.000 TL alacam abi." dedi.

Sonra devam etti.

"Şaka şaka 480 TL abi. Ama nasıl da şaşırdın demi." dedi yüzündeki gülümsemeyle.

Hiç ses çıkarmadım.

Ellerimi montumun ceplerinde gezdirdim. Biraz doğrulup, pantolonum ceplerini de iki elimle üstten yokladım.

"Offff. Cüzdanım barda kalmış" dedim.

"Hadi yaaa." dedi. "Napalım abi? Döneyim mi?" dedi.

"Şaka şaka." deyip. Cebimden çıkardığım kartı uzattım.


Önder Güngör / Ankara / 16.10.2025



Tamamını oku
Tarih: Ekim 12, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Gecenin geç saati taksici anılarım-7

Beat' ten çıktım. 

Yine gecenin 3 ünde bindim taksiye. 

Kanımda arpa, buğday, çavdar veya mısırdan damıtılarak yapılan ve meşe fıçılarda dinlendirilerek olgunlaştırılan bir tür damıtılmış içecek var. Seviyorum bu içeceği. Akşam yemeğinden sonra içimi rahatlatıyor. 😊

Taksici abi benden daha yaşlı. Genelde çok az oluyor böyle.

"Gecen nasıl geçti?" diye soruyor.

"İyiydi." diye kısaca yanıtlıyorum.

Devam ediyor abi. 45 yıldır taksicilik yapıyormuş.

"Eh emekli olmuşsundur artık. Hem çocukları da büyütmüşsündür. Biraz da keyfine yapıyorsundur gecenin bu saatinde bu işi." diye soruyorum.

"İhtiyacım yok ama keyiften yapmıyorum." diyor.

Devam ediyor. "Benim panik atağım var" diyor.

"Sendeki en belirgin belirtisi ne?" diye soruyorum.

"Duramıyorum hiçbir yerde. Köye gittim orada da duramadım. Evde de duramıyorum. Duramıyorum işte. En iyisi taksi." diyor.


Önder Güngör / 11 Ekim 2025 / Ankara


.


Tamamını oku
Tarih: Ekim 11, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Dinlenmek


Bu sabah koltuğa uzanmış TV' deki youtube videolarını izliyordum.

Yanımdaki sehpanın üzerinde duran Kobo' ya uzandım.

Dün akşam okuduğum kitabı bitirmiştim. Yeni bir kitap seçtim.

İlk sayfayı aşağıya bırakıyorum.


D İN L E N M E K

Ormanda yaşayan hayvanlar yaralandıklarında istirahate çekilirler. Olabildiğince ıssız bir yer bulup, orada günlerce hareket etmeden dururlar. Bedenlerinin en iyi bu şekilde iyileşeceğini bilirler de ondan. Bu süre boyunca bir şey yemeyip içmeseler bile olur. İyileşmek için durup dinlenmek hayvanlarda hâlâ yaşayan bir beceriyken biz insanlar bu dinlenme yetimizi kaybettik.

THICH NHAT HANH

Tamamını oku
Tarih: Ekim 09, 2025 Yazar: Yorum: 0 yorum

Büyü Geçişleri - Taisha Abelar

Clara devam etmeden önce derin bir soluk aldı. "Duygular solukla doğrudan bağlantılı olduğu için," dedi, "kendimizi sakinleştirmenin iyi bir yolu soluğumuzu düzenlemektir. Örneğin, aldığımız her bir soluğu bilerek uzatmak yoluyla daha fazla enerji alacak biçimde kendimizi eğitebiliriz."

Clara ayağa kalktı ve onun gölgesini dikkatle izlememi istedi. Gölgesinin tümüyle durgun olduğunu fark ettim. Sonra bana ayağa kalkıp kendi gölgeme bakmamı söyledi. ağaçların rüzgar yapraklara dokunduğu zamanki gölgelerindeki gibi hafif bir titremeyi fark ettim.
"Niye gölgem titriyor?" diye sordum. "Tümüyle hareketsiz durduğumu sanıyordum."
Clara, "Gölgen titriyor çünkü içinde duygu rüzgarları esiyor." diye yanıtladı. "Özetlemeye ilk başladığından daha sakinsin, ama içinde hala kalmış olan büyük bir dalgalanma var."
Bana sağ bacağımı dizim kırık olarak kaldırarak sol ayağımın üstünde durmamı söyledi. Dengemi sağlamaya çalışırken sallandım. Onun tek ayağı üzerinde iki ayağıyla durduğu kadar kolay durmasına ve gölgesinin tümüyle hareketsiz olmasına hayret ettim.
Clara ayağını yere koyup diğerini kaldırarak "Dengeni korumakta zorlanıyor gibi görünüyorsun," dedi "Bu düşüncelerinin ve duygularının, ne de soluğunun rahat olmadığı anlamına geliyor."

Büyü Geçişleri / Taisha Abelar

Not : Taisha Abelar ve Carlos Castaneda! nın kayıp kadınları ile ilgili yazımı okumak için tıklayın.
Tamamını oku